Le Doulos | Unutulmazlar (1962) – Jean-Pierre Melville

Le Doulos, Türkçe çevrimi Unutulmazlar; Jean-Paul Belmondo, Serge Reggiani, Jean Desailly’in başrollerini paylaştığı, 1973 yılında kalp krizi sebebi ile dünyadan ayrılan ünlü Fransız yönetmen Jean-Pierre Melville’in kalsikleşmiş filmlerinden biridir.

Jean-Pierre Melville hakkında daha önce Leon Morin, Pretre | Rahip Leon Morin (1961) – Jean-Pierre Melville yazımızda bahsetmiştim, tekrara gerek yok.

Le Doulos, argo olarak şapka demek ama polis muhbirlerine verilen bir isim. Filmin konusu zaten bu göndermeye yakın. Hırsızlıktan hapis yatan Maurice (Serge Reggiani) hapisten çıkar ve çalıntı malların aracısı bir adamı öldürerek yeni soygunu için kaynak elde eder. Soygun için diğer ekipmanları arkadaşı Silien (Jean-Paul Belmondo), sağlayacaktır. Silien’in polis muhbiri olması işlerin karışması için yeterli bir nedendir.

Jean-Pierre Melville’in haklı ünü polisiye filmlerden gelmektedir. Bu filmde de bu ününün hakkını verdiğini söylemeliyiz. Polisiye film dediğimiz zaman aklınıza klasik Amerikan filmleri geliyorsa, tam bu noktada yanılırsınız. Melville, polisiyelerinde, ön plana çıkan suç ve gerilim olgusudur. Aksiyon durumu yoktur. Karanlık karakterler, diyaloglar, sahne sahne tırmanan gerilim, suç olgusu gibi kavramların deşilmesi.

Le Doulos, Unutulmazlar filmi Pierre Lesou’nun romanından sinemaya uyarlanan bir film. Senaryo Melville’e ait. Dediğimiz gibi gerilim düzeyinin yoğunluğunu aksiyondan değil, karakterlerinden ve atmosferinden alan filmlerin ustası bir yönetmen Melville.

“Siz hödükler iyi bir iş bulamıyor musunuz? – Polis kuvvetlerine katılacağız ama önce emekli parasına ihtiyacımız var.”

Serge Reggiani gibi iyi bir oyuncunun yanına başka bir iyi oyuncu ekleniyor; Jean-Paul Belmondo. Hem genç hem de sempatik Belmando yeri geldiğinde takındığı sert tutum ile bizi şaşırtmayı başarıyor.

“Başka bir yerde yaşayacağım, henüz neresi olduğunu bilmiyorum. Polis ve kabadayıların olmadığı bir yer varsa orası olacak.”

Reggiani, zaten usta bir oyuncu olarak, ihanete uğramış ve yorgun bir adamı başarı ile canlandırıyor. Melville’in bir tercihi mi olduğunu bilemediğimiz bir şekilde film çarpıcı bir muhbir ile ihanete uğrayan mücadelesi göstermiyor. Oyuncuların karakterlerini hikayeleştirme başarısından ayrı bir durum bu.

Fransız yeni dalgasının vaftiz babası deniyor demiştik daha önce ki yazımızda Melville için. Bu filmde de başarılı bir örnek olarak karşımızda bu durum. İşlenen cinayetler ve bu sahnelerde ki ışık kullanımı hayli çarpıcı. Özellikle siyah – beyazın fonun kendi doğası gereği estetik olma durumu, farklı kamera açılarından seyirciye sunulunca daha da çarpıcı oluyor.

Günümüz Amerikan sinemasına alışmış izleyiciler için çok durağan ve vasat gelebilir film. Fakat sinemanın etkileyici ve duygulara direk işleyen yanını benimsemiş izleyici kitlesi için tam anlamı ile bir cevher. İzlediğimiz şey, anlamsız bir aksiyon değil nihayetinde, duygu ve karakter taşıyan gerçek insanlarla yapılmış gerçekçi bir suç filmi.

Polis memurunun Belmando’yu sorguya çektiği sahneyi ele alalım. Kameranın hareketi ile sorgu odasının içinde olma duygusunu yaşarız direk. Belmando ile konuşan biz olabilir miyiz?

“Bu meslekte sonun ya aylaklık olur ya da mermi manyaklığı”

Le Doulos, Unutulmazlar dediğimiz zaman, gerçek ve karakterlerin amaçları konusunda izleyiciler olarak bizi ardı ardına aldatmayı başaran bir filmden söz ediyoruz. Belki tüm dönüşler aman sende durumu yaratabilir izleyicide fakat oyunculuklarda ki net diyaloglar, yönetmenin kısa ve etkileyici geçişleri bu durumu bertaraf ediyor. Usta işi ve zekice yapılmış bir suç filmi çıkıyor ortaya.

Trençkotlar, sigaralar, ihanetler, silahlarlar ve kötü adamları ile tüm klişelerin kullanımı, bırakın anti patik bir durum oluşturmayı, bu filmle bunlar başlamış izlenimi veriyor.

Melville kadınlar konusunda çok eleştirilmiş bir yönetmen, zira filmlerinde çok sert davranışlar görülüyor. Bu hakikatten çok dikkat çekici bir durum. Fransız yönetmenin “ben değil, filmlerimde ki karakterler sert davranıyor” diyor. Bakıldığında kötü adamların, sert erkeklerin hatta duygusuz adamların filmleri bunlar, suçlular ve bu davranışları anormal değil. Fakat bildiğim kadarı ile de hiçbir filminde bir özür sahnesi yok, gerçi kötü adamların yerine o niye özür dilesin.

Ben iyi bir film izledim. 1962 Paris atmosferinde duru ve gerçekçi bir gösteri. İlerleyişi, sahneleri, diyalog ve oyunculuğu ile etkileyici bir film. Bir klasik.

Barış, Eylül 2022

Canım Kardeşim (1973) – Ertem Eğilmez

Canım Kardeşim, Ertem Eğilmez tarafından yönetilen, senaryosunu Sadık Şendil’in yazdığı, baş rollerinde Tarık Akan, Halit Akçatepe ve Kahraman Kıral’ın oynadığı, Türk sinemasının en özel filmlerinden biridir.

Kahraman (Kahraman Kıral), abisi Murat (Tarık Akan) ve dostları Halit(Halit Akçatepe)

Küçük Kahraman’ın yanında abisi Murat ve dostları Halit’in minimal öyküsüdür film. yaşadıkları evde çıkan bir yangın ile babalarını kaybederler. İşsiz güçsüz abi bir anda küçük kardeşi ile baş başa kalır. Murat’In dostu Halit’te evden kovulunca üçü birlikte yaşamaya başlar. Kahraman’ın en büyük hayali televizyon alınmasıdır. Yoksulluk içinde ki hayatta hiçbir şey kolay değildir. Kahraman’ın okuldan sürek temizlik konusunda şikayet gelmektedir. Fakat anlarız ki bu dertlerin en basitidir. Kahraman’ın halsizliği üzerine gittikleri doktorda öğreniriz ki Kahraman kanserdir. Artık onun mutlu olması için ellerinden geleni yapmaya başlayacaklardır.

Filmin işlenişi, ortam, oyunculuklarla öylesine duygusal bir yorumlama ortaya konulmuş durumdadır ki, sinemamızda ajitasyona düşmeden bu derece sarsıcı bir örneği çok azdır sanırım.

Yoksulluğun çaresizliğe bir başkaldırıya dönüşümünü izleriz, hem de her zerremizde bu trajedinin duygusunu yaşayarak.

Metin Akpınar, Adile Naşit, Kemal Sunal gibi oyuncularında kısa rollerle göründüğü filmin enteresan bir tarafı da budur, her daim bizi güldüren bu insanların böylesi bir dramayı bize çok başarılı bir şekilde sunmaları.

“bu televizyon şehirde bir bende var, bir de birkaç kişide. Ne bakıyonuz lan, babanızın televizyonu yok mu? Neymiş kancı, faizci.. kanıma dokunuyor canııımm”

Yeşilçam için 70’ler dendiği zaman hayat toz pembedir. Zengin kız fakir oğlan veya zengin şımarık oğlan fakir kız filmleri furyası vardır. Yakışıklıdırlar, güzeldirler, fakir olan değişir ve mutlu son gerçekleşir. Toplum bunları izler, yaşadıkları yavan hayat içinde kendi olanaksızlığını unutur, bir şeylerin değişebileceği umuduna sarılarak devam eder hayatına. Aslında Ertem Eğilmez’de bu gelenek içinden gelir, Tarık Akan sinemamızın jönüdür, Halit Akçatepe komedimizin baş karakterlerindendir. Canın Kardeşim’de ki su sert gerçekçiliği besleyen unsurlardan biri seyircinin alışık olmadığı bu ters köşe durumudur. Beklediği mutlu sona da ulaşamaz, zaten filmi bu derece çarpıcı kılan şeylerden biri de budur.

Yoksulluk – suç ilişkisi başlı başına çok devasa bir konu. Bu durum üzerine bir çok araştırma geçmişten günümüze devam edip duruyor. “Sebep-sonuç ilişkilerine göre ele alındığında, yoksulluk ile suç arasında bir ilişkinin var olduğu görülmektedir. Suçla ilgili literatürde bu durum sıkça dile getirilmekte ve genellikle yoksulluğun suçun en önemli nedeni olduğu belirtilmektedir.” diyor bir çok analiz. Böylesi filmler söz konusu olduğunda bizi ters köşeye yatırıyor. Zira insan olarak burada suçluya empati geliştirme durumu oluşuyor. Herhangi bir hırsızlık olayını doğru karşılamamız mümkün değil, sadece biliyoruz ki izlediğimiz filmlerde bu durum asıl konumuz değil, burayı araştırması, irdelemesi ve sonuç çıkartıp, toplum yararına bunun ortaya konulması için kurumlar var ve onlar işlerini yapması lazım. Baklava çalan çocuk durumunda olduğu gibi insan olarak biz, çaresizin yanında yer almaya programlanmış durumdayız. Suç kavramını bir çok açıdan irdelememiz, haklı ve haksızı ayırmamız, suçu neyin belirlediğini ve neyin suç diye adlandırıldığını belki de tekrar ortaya koymalıyız.

Film toplumsal yapı içinde ki fakirlik ile yoksulluk arasındaki ayrımı çok iyi aksettirmiştir. Sosyal devlet olamamış bir organizmanın içindeki unsurların durumunu öylesine çarpıcı vermiştir ki, Tarık Akan için de bir dönüm noktası olarak kabul edilir.

-Bana bak, sana bir şey söyliyim mi?
-Söyle
-Kimseye söylemek yok ama!
-İyi ya söylemem.
-Yemin et bakiyim.
-Valla billa söylemem.
-Ben ölücekmişim.
-Ne var oğlum bunda yemin ettiricek?

Bu dönemde anlamlandırma da çok zorlanılabilecek bir evde televizyon olmaması durumu, 70’ler için büyük bir sosyal ayrım konusudur. Zengin ve fakir arasındaki bu ayrımı televizyon üstünden işlemiş olan film aynı zamanda yaşanılan tüm olayları ile yoksulluk, yoksunluk, çaresizlik gibi kavramlar içinde ağır bir eleştiri yapmayı başarmış durumdadır.

Böylesine sert bir gerçekçilik içinde, yaşadığımız toplumun hissiyatı filmi rahatlıkla anlamanızı bu çağda bile sağlayacaktır. Taş olsanız yine de gözyaşlarınızı tutmanız mümkün olmayacaktır. Aynı zamanda yalılardan, boğaz kenarından çıkarak çamurlu sokakları ile gerçek bir mahalleyi ve buranın yoksul insanlarını görmek sizi sarsacaktır. Çaresizliğin nasıl bir duygu olduğunu daha iyi anlatan az film vardır. Hoşunuza gitmeyecek olan bu duyguyu yaşattığı için filme olan saygınız mutlaka daha da artacaktır.

Türk sineması açısından çok çarpıcı bazı sahnelerde film içinde mevcut. Halit’in mastürbasyon sahnesi şok edicidir. Yönetmenin yapmak istediği tüm çıplaklığı ile insanın varlığını ortaya koyma çabasıdır. Sonu vurucudur. Yoksulluk ve suç unsurların bir araya gelişi hem sosyolojik hem de psikolojik olarak incelenmesi gereken bir durumdur. Burada suçun tanımının da tekrar ele alınması gerektiği aşikardır.

Film’de Adile Naşit dışında kadın karakter yoktur. Kadın bir anlamda üreten, yaratan bir varlıktır. Olmaması başlı başına yoksunluktur. Öğretmenin temizlikle ilgili abiye sitemleri aslında bir kadının yaşama etkisini de belirtir. Bunun dışında modern toplum, eşittir. Kadın olmadan bir eşitlik söz konusu değildir. Bilinçli bir tercih olarak kadın karakterlerin olmadığını düşündüğüm film için, anlatısını daha çarpıcı hale getirme durumu olarak yorumluyorum.

Filmin müzikleri Cahit Oben tarafından yapılmıştır. Film kadar etkili melodisi, çok başarılı bir bütünleşmedir. Daha müzik çalar çalmaz, kanımız çekilmeye, gözlerimiz dolmaya başlar.

Türk sinemasının yüz akı olan film için 10 üzerinden 10 olarak değerlendirme yapıyorum. Kesinlikle izlenmesi gerektiği kanaatindeyim.

Barış, Temmuz 2022

Dead Man / Ölü Adam (1995)

Jim Jarmusch’un 3 filmini arka arkaya izleme şansı buldum. Öncelikle kendi adıma yeni, harika bir keşif oldu. Jarmusch’un hissiyatını da anlayabilmek adına çok iyi olduğunu düşünüyorum. Yönetmen sinemasında kesinlikle bu yöntem uygulanmalı, art arda mümkün olduğunca filmler izlenirse yönetmen hakkında çok daha net bir bakış açısına sahip olunuyor.

Stranger Than Paradise / Cennetten de Garip (1984) ile başladığım Jarmusch serisine Down By Law / İçerdekiler (1986) ile devam etmiştim. İki film de beni öylesine etkiledi ki Jarmusch’u artık baş köşeye oturtmuştum bile. Dead Man ile yerini sağlamlaştırdı.

Bazı eleştirmenler tarafından 90’larda yapılmış en iyi film denmesi haksız değil. Jarmusch bir yol anlatıcı, insanın yolculuğu, Amerikan rüyası denilen şeyin ne olduğu, kişisel varlığımız ve dar alana sıkışmış hayatlarımız konusunda muhteşem bir gözlemci ve hikayeleştirici. Bunu öylesine doğal ve yapmacıksız yapıyor ki büyülenmemek elde değil. Dead Man ile artık ustalık seviyesine geldiğini gösteriyor bize.

William Blake ( Johnny Depp) ve Nobody (Gray Farmer ), Dead Man’in yolculuğunun başrolündeler, bu öyle bir başrol ki, genç Depp döktürürken, Farmer’da ona eşlik etmekten geri kalmıyor.

William Blake, Cleveland’dan vahşi batıya ona iş teklifinde bulunduklarını bildiren bir mektup ile yolculuk yapmaktadır. Western filmlerinin vazgeçilmezi kara tren ilerledikçe manzaralar ve insanlar değişir. Blake gibi tertemiz, okumuş biri için büyük bir değişim gözlenmektedir. Asıl sürpriz ise mektubu aldığı yere geldiğinde yaşanacaktır. Muhasebeci olarak başlayacağı işe bir ay önce başkası alınmıştır. Çamurlu sokakları ve silahlı, vahşi insanları ile geldiği yere hiç benzemeyen bu kasabada beş parasız kalakalır. Çaresizlik içinde bir bardan aldığı içkiyi yudumlarken gül satan bir kızla tanışır. Gece birlikte olurlar, sabah içeriye kızın sevgilisi girer, olaylar garip bir şekilde gelişince kız vurulur, Blake’de adamı vurur. Vurduğu adam, kasabanın fabrikasının zengin ve deli patronun oğludur. Blake için kaçmaktan başka çare yoktur. Ormana dalar ve Nobody isimli kızılderili ile karşılaşarak beraber yolculuk etmeye başlarlar.

William Blake, İngiliz bir şair ve ressam. Jarmusch filmine dahil olmasını tesadüf olarak yorumluyor ama yazdıkları ile filmin mesajı uyuyor birbirine.

Her gece ve her sabah doğar bazıları acıya. Her sabah ve her gece doğar bazıları tatlı hazza Doğar bazıları tatlı hazza, doğarken bazıları sonsuz geceye. Sen bir ozan ve ressamdın. Ama şimdi beyaz adamları öldürmüş ölü bir katilsin.

Geçtiği yer, olayların gelişimi, işin içinde kızılderiler ve silahların olması münasebeti işe bir western izleyeceğimizi düşünebiliriz ama Jim Jarmusch izliyorsanız, bu mutlak anlamda bir yol, yolculuk, bir kaçış, arayış, değişim ve dönüşüm hikayesidir. Dead Man’de öyle bir film. Stranger Than Paradise’da Cleveland’a gidiş ve oradan başlayan bir yolculuk vardı, burada da Cleveland’dan başlayan bir yolculuk var. Burada ki yolculuk daha devasal bir kaçış ve dönüşüm anlatıyor bize. İnsanın büyük değişimi ve yol arkadaşlığı üzerine etkileyici bir hikaye aslında.

Jarmusch’un beni en çok etkilediği şeylerden biri de “an”ları çok iyi görselleştirmesi, çok etkileyici bir hale getirmesi. İzlediğim üç filmde de bir sürü fotoğraf karesi kaldı aklımda, bu durum öylesine başarı ile veriliyor ki, sanki fotoğraf kareleri akarak film haline geliyor. (böyle yapılıyor tabi de ) Bizim kültürümüzde Ara Güler fotoğrafçılığı vardır, basittir, siyah beyazdır, anı çok iyi yansıtır, etkileyicidir. Bu filmleri izlerken de aynı duygu yerleşiyor zihninize.

Filmde ki bu kare mesela çok güzel bir örnek, ölü bir karaca yavrusu (benim bildiğim kadarı ile Amerika kıtasında yaşamıyor ama bir bağlantı kuramadım, sadece yabancı bir diyarda ölmüş olarak, yönetmenin simgesel bir anlatımı olabilir diye düşünüyorum.) ile Blake’in yan yana yatışı. Her türlü etkileyici, simgesel ve doyurucu bir görsel. Hatta şiirsel.

Çoğunlukla beyaz adamın şeytani pis kokusu ondan önce gelir!

İnsan doğasının en güçlü hissiyatı hayatta kalma arzusudur sanırım. Bunun için yoğun bir çaba gösterir. Her türlü şarta ayak uydurmayı, bunun için her şeyi yapmayı, tüm yolları denemeyi, tüm korkularının üstüne gitmeyi başarır. Anti kahraman tiplememiz Blake’de bu dürtünün tam hakkını veriyor. Kafka vari bir dönüşüm sergiliyor. Kültürlü, temiz çocuktan bir katile dönüşmesi, şehirli bir zibididen, orman içinde yaşamaya başlaması, doğaya uyum sağlama çabası ve adam öldürme konusunda bir sıkıntı çekmezken, ölü yavru karacanın yanına uzanarak, tüm insanlık adına özür dilemesi muhteşem bir hayatta kalma çabası değil mi? Bu çaba ile başlayan değişim süreci içsel ve dışsal olarak o derece etkili veriliyor ki Depp’in de burada hakkını vermemiz gerekiyor. Kariyerinde oynadığı en iyi film ve en iyi performans olabilir.

Kendine hiç kimse diyen kızılderili yol arkadaşının rehberliği, fiziki gibi görünse bile gideceği yere götürmeye çalışan bir yol arkadaşı değil, ruhani yolculuğa hazırlayan bir rehber edası taşıyor. Kendi hayat hikayesi içinde ki unsurlar, onun gelişimini tamamlamasına yetmiş, bu kendini gerçekleştiren insan yansıması bir nevi. Hayatını anlatırken Jarmusch devreye giriyor. Amerika, hatta daha genel anlamda beyaz adam olarak tanımlanan medeniyet’in nasıl bir tek dişi kalmış canavar olduğunu bize basitçe gösteriyor.

Evet, Jim Jarmusch bir yol anlatıcısı. Medeni vahşiliğin yansımasını, modern şehirlerin kasvetli darlayıcılığını, insanın kendi olma arayışını ve bu arayışın fiziki ve ruhi yolculuğunu ustalıkla anlatıyor. Süse gerek görmüyor, kendi hayatsal tercihi de bize sirayet ediyor zaten. Holivud denilen öğütülmüş fikriyattan, bağımsız bir sinema ortaya çıkartmayı başarmış biri olarak, sistemi her filminde ince ince doğruyor. Bir gün New York’un ortasına bir Macar yerleştiriyor, bir gün bir kızılderili beyaz bir adama gideceği yolu gösteriyor. Bir gün bir İtalyan kadın beyaz adamları kurtarıyor, kahramanlar, bize örneklendirilenlere benzemiyor. Aynı hayatımız içinde ve etrafımızda ki kahramanlar gibi. Basit, elleri ve elbiseleri kirli, sıradan bir hayat içerisinde yaşayabiliyor bunlar.

“İnsan iki ruhludur. İçinde bir iyi köpek bir de kötü köpek kavga eder. …” diyor, beyaz adamın acımasızca topraklarına ve canına el koyduğu Kızılderililer.

Barış T. Çoruh, Mart 2022

Her | Aşk (2013)

Yönetmenliğini Amerikalı Spike Jonze’un yaptığı Her – Aşk filmi hem konusu hem de oyunculuk kalitesi ile ön plana çıkan bir film.

Kahramanımız Theodore (Joaquin Phoenix), eşinden ayrılmıştır ve depresyondadır. Hayatını yalnız ve sıkıcı olarak tanımlayabiliriz.  Bu sıkıcı hayatın içine sadece bir ses olan yapay zeka Samantha (Scarlett Johansson’ın sesi) girince her şey değişir.

“John Malkovich Olmak” filmi ile yaratıcılığının ne seviyeye çıkabileceğin bizlere gösteren yönetmenimiz Spike Jonze, bu filmde de Aşk’ı çok yaratıcı bir bakış ile sorgulamış. Zaten bu sorgusu da karşılığını bularak yönetmene Oscar getirmiş.

Asında enteresan olan yönetmenin kısa film çekmek dışında ilk filmi olan John Malkovich Olmak’tan 14 yıl sonra 4. uzun metraj filmi ile yine sıra dışı olmayı başarmış olması. Bu filminin üzerinden de 5 yıl geçmiş olması da bizler için iyi bir şey mi, kötü bir şey mi  bilemiyorum?

“Geçmiş kendimize anlatıp durduğumuz hikayelerden ibaret.”

Filmden bahsedeceksek öncelikle Joaquin Phoenix’in filme kattığı şeyden bahsetmek lazım. Metot oyunculuğu geleneğinin izlerini Phoenix üzerinde görmemek mümkün değil. İnişli çıkışlı bir kariyeri olsa da 1974 doğumlu Porto Rikolu oyuncu genel anlamda oynadığı filmlerin hakkını her zaman veriyor. Örnek Joker (2019)

Yönetmenimiz Spike  Jonze şöyle diyor: “Onu seviyordum… içgüdüseldi, düşünmediğim ya da yeterince derine inmediğim bir yer olduğunda onun fikirleri her zaman dinlemeye değerdir… Joaquin’in neredeyse hiçbir şey söylemediğimde ne demek istediğimi anladığına inanamıyorum.”

Her, Phoenix’in belki de gerçek anlamda işin içine girdiği bir yapım, kardeşi River Phoenix’i kaybettikten sonra kendi hayatı içinde “River’ın ölümünden sonra, değişmiş bir durumda olduğumu hissettim. Hayatımı geri almam bir yıldan fazla sürdü.” demiş aktör. Böylesine bir yükün altından kalkma serüveni filmde ki karakter içinde geçerli. Oyunculuktan ziyade kendi hayatından bir kesit sunuyormuş gibi oynamış.  Oyuncunun kendi filmlerini izlemediği bilinir; “sadece iki filmimi izledim The Master(2012) ve Her…”

Her filmi modern insanın modernite üzerinden eleştirisi aslında. Yalnız kalan modern insan, acılar içinde yaşıyor. Her daim yalnız ve tatminsiz. İnsani bir duygu olarak Aşk, tahmin edileninde ötesinde bir ihtiyaç. Aslında bu ihtiyacın genel ismi “Sevgi.” Film çok zor bir alanda hareket ediyor. İki beden olmadan, burada ki gibi tek beden ve sadece ses ile “sevgi”den  bahsedilebilir mi? Kahramanımız ile empati kurmaya başladığımızda sarsıcı bir deneyim yaşamamız, ilk insandan bugüne ikili ilişkiler ile hayat bulan insan için çok zor bir deneyim. Sinema bu sorguyu, günlük koşturmaca içinde aklınıza takılmayan bir olayı ve ya duyguyu bize yaşattığı için mükemmel değil mi zaten ?

“- Yoksa ona aşık mı oluyorsun?

+ Bu beni bir kaçık mı yapar?

– Hayır… Bence aşık olan herkes biraz kaçıktır zaten. Yapılacak en çılgınca şeylerden biri bu. Deliliğin toplumca kabul gören şekli gibi.”

Kabul etsek te etmesek te, gelecek, gelecek… Ve bizim istediğimiz, doğru bulduğumuz tüm yapıyı yıka yıka gelecek. Kişinin bireysel yalnızlığı, maddesel bir aşkla mı yoksa sadece bir ses ile mi giderileceğini zaman bize gösterecektir. Yapay zeka üstüne onlarca film yapılıyor, yapılmaya devam da edecek. Hayatta yapay zekaya uyumlanıyor.  Kaçınılmaz olan ile adaptasyon sanırım eski nesiller için mümkün değil.

Kişisel olarak muhafazakar bir düşünce sistematiğim olmamasına rağmen  filmin kahramanın yaşadığı ruh halini kaldırabileceğimi de zannetmiyorum. 9/10 gibi mutlaka izlenmesi gereken filmler kategorisine koyduğum bu film için son sözüm: yaşasın insan insana  aşk 🙂

Aralık, 2018

Göster
Gizle