Blind | Körlük (2014)

Blind, Körlük, asıl işi senaryo yazarlığı olan Norveçli senarist Eskil Vogt’un ilk yönetmenlik denemesi olarak karşımızda. Ellen Dorrit Petersen’in Ingrid rolü ile başarılı bir performans sergilediği filmde Henrik Rafaelsen, Vera Vitali ve Marius Kolbenstvedt ana kadroyu oluşturuyor.

Sitemi takip edenlerin daha önce okuduğu The Worst Person In The World |Dünyanın En Kötü İnsanı (2021) filminin senaryosu da Eskil Vogt’a ait. Yani yakın dönem iskandinav sinemasının başarılı insanlarından biri ile karşı karşıyayız.

Blind, Körlük filminin daha başında Norveç hakkında filmin renklerinden dolayı bir algımız oluşmaya başlıyor. Soğuk ama güzel bir ülke. Ingrid görme yetisini kaybetmiş biri olarak öğretmenlik mesleğini artık yapamamakta ve güvenli liman olarak gördüğü evinde akşama gelecek olan kocasını beklemektedir. Bu bekleyişin içinde Ingrid’in artık kendine has bir dünyası oluşmaktadır.

Doğuştan görme yetisi olmayan biri ile sonradan bu yetiyi kaybeden biri arasında ciddi farklar oluştuğunu, filmi izlediğimiz zaman çok net görüyoruz. Filmi enteresan kılan olay Ingrid’in bir kitap yazmaya başlamış olması ile birlikte bu yazarlık çalışması esnasında kocasının onu izlediğini düşünmesi. Bu düşüncenin aktarıldığı sahnelerde ki gerilim düzeyi oldukça iyi verilmiş diyebilirim.

Bir yönetmenin kendi filmi için olabilecek en iyi durumlardan biri, filmin belli sahnelerinin ikonikleşmesidir sanırım. Burada da cam önünde oturan Ingrid’in görmeden dışarıyı seyrediyor olması, radyosu ve çayı ile bu başarı yaklanmış gibi duruyor.

Blind, körlük ile ilgili en olumlu düşüncem, hayal gücünün zihni yavaş yavaş ele geçirdiği anların, görenler olarak bizim zihnimizi zorlamaya başlamasındaki kaçınılmazlık oldu.

“Yalnızlığı sevenlere güvensizlik artıyor. “

Ingrid’in yazmaya başladığı roman ve bu romanın kahramanları, Ingrid’in yaşadığı hayat ve bu gerçek hayatın bireyleri bir noktadan sonra tamamen iç içe girmeye başlıyor. Bizlerde karakterle birlikte hareket ederken “gerçek hangi taraf?” bunun bilgisinden uzaklaşıyoruz.

Körlük ismi aslında başlı başına ürkütücü bir isim. Filmin açılış da bu korkumuzu haklı çıkartacakmış izlenimi veriyor, veriyor vermesine ama ilerleyişi ağır bir dram filmi şeklinde değil. Vogt, için aslında kafasında ki kurgu ve hikayeyi çok iyi bize aktarmış demek isterdim fakat bunu o kadar iyi başardığını söylemek film için fazlaca pozitif bir yaklaşım sergilemek olur. Bu coğrafyanın soğuk ve gri ikliminden midir bilinmez ama mizahi bir yaklaşım içine girme çabası bizimde bakış açımızı olumsuz bir şeklide etkiliyor. Zira o coğrafyanın mizah anlayışı ile bizimki pek uyuşuyor gibi değil. Mizahi olmaktan çok acımasız bir yaklaşım varmış gibi duruyor. Politik bir iki gönderme de yine dünyanın en az politize olmuş bu toplumunun insanının üzerinde eğreti duruyor.

“Kimse sorunları olan biri ile olmak istemez.”

Blind, Körlük ile daha önce yine bu sitede yazmış olduğum Körlük | Jose Saramago nun bir ilgisi yok, fakat şunu belirtmem gerek, kitabın çok güçlü bir etkisi varken film de ara ara bu etkiyi sunmayı başarıyor.

Blind, Körlük filminin asıl meselesi fiziki olarak görme yetisinin kaybedilmesi ile oluşan zorluk değil, zihnin bu olay karşısında takındığı tavır. Tabi buradaki zihin bir yazarın zihni olunca, hayal gücünün çarpıcılığı, yarattığı karakterleri dışardan izlerken birden onlara hükmetmeye başlaması çok iyi detaylar.

Film için son söz olarak; müstehcen hatta pornografik sahnelere sahip bir film izleyeceğinizi bilmeniz lazım. Böylesi detaylara gerek yok izlenimi ile bitirdim filmi. Kendi içinde farklı ve etkileyici bir konu varken yönetmenin akışa müdahaleleri, kafası karışık ve çok şey yapmak isteyen bir insanın düzgün işleyen bir mekanizmayı bozması gibi olmuş.

Bu kısa sürede kafamdakilerin hepsini aktarmalıyım çabası, yer yer anlaşılması zor, bütünden kopuk bir hal alıyor. Oyuncuların iyi performansları durumu kotarır gibi dursa da çok daha iyi bir film izleme şansımızı bu acelecilik elimizden almış gibi .

Film bittiğinde aklıma nedense Özcan Alper’in Aşıklar Bayramı (2022) | Özcan Alper filmi geldi. Kendimizden olan bir şeyi eleştirmeyi ve yerden yere vurmayı nasıl bu derece başardığımızı anlamakta zorlanıyor insan. Blind’in aldığı ödüller ve sinefiller tarafından yüceltilmesi iki filmi arka arkaya izleyen beni hayli şaşırttı. Özcan Alper sevişme ve çıplaklık kullanmadığı için kötü film yapmış, Eskil Vogt, yaratıcı ve çarpıcı bir konuyu pornografi ve çıplaklıkla süslediği için iyi bir film yapmış durumu oluşmuş.

Son söz; ailecek oturup izlenecek bir film değil ama izlenebilir bir film. Çok daha iyi olabilirmiş. 7/10

Barış Ekim 2022

Le Doulos | Unutulmazlar (1962) – Jean-Pierre Melville

Le Doulos, Türkçe çevrimi Unutulmazlar; Jean-Paul Belmondo, Serge Reggiani, Jean Desailly’in başrollerini paylaştığı, 1973 yılında kalp krizi sebebi ile dünyadan ayrılan ünlü Fransız yönetmen Jean-Pierre Melville’in kalsikleşmiş filmlerinden biridir.

Jean-Pierre Melville hakkında daha önce Leon Morin, Pretre | Rahip Leon Morin (1961) – Jean-Pierre Melville yazımızda bahsetmiştim, tekrara gerek yok.

Le Doulos, argo olarak şapka demek ama polis muhbirlerine verilen bir isim. Filmin konusu zaten bu göndermeye yakın. Hırsızlıktan hapis yatan Maurice (Serge Reggiani) hapisten çıkar ve çalıntı malların aracısı bir adamı öldürerek yeni soygunu için kaynak elde eder. Soygun için diğer ekipmanları arkadaşı Silien (Jean-Paul Belmondo), sağlayacaktır. Silien’in polis muhbiri olması işlerin karışması için yeterli bir nedendir.

Jean-Pierre Melville’in haklı ünü polisiye filmlerden gelmektedir. Bu filmde de bu ününün hakkını verdiğini söylemeliyiz. Polisiye film dediğimiz zaman aklınıza klasik Amerikan filmleri geliyorsa, tam bu noktada yanılırsınız. Melville, polisiyelerinde, ön plana çıkan suç ve gerilim olgusudur. Aksiyon durumu yoktur. Karanlık karakterler, diyaloglar, sahne sahne tırmanan gerilim, suç olgusu gibi kavramların deşilmesi.

Le Doulos, Unutulmazlar filmi Pierre Lesou’nun romanından sinemaya uyarlanan bir film. Senaryo Melville’e ait. Dediğimiz gibi gerilim düzeyinin yoğunluğunu aksiyondan değil, karakterlerinden ve atmosferinden alan filmlerin ustası bir yönetmen Melville.

“Siz hödükler iyi bir iş bulamıyor musunuz? – Polis kuvvetlerine katılacağız ama önce emekli parasına ihtiyacımız var.”

Serge Reggiani gibi iyi bir oyuncunun yanına başka bir iyi oyuncu ekleniyor; Jean-Paul Belmondo. Hem genç hem de sempatik Belmando yeri geldiğinde takındığı sert tutum ile bizi şaşırtmayı başarıyor.

“Başka bir yerde yaşayacağım, henüz neresi olduğunu bilmiyorum. Polis ve kabadayıların olmadığı bir yer varsa orası olacak.”

Reggiani, zaten usta bir oyuncu olarak, ihanete uğramış ve yorgun bir adamı başarı ile canlandırıyor. Melville’in bir tercihi mi olduğunu bilemediğimiz bir şekilde film çarpıcı bir muhbir ile ihanete uğrayan mücadelesi göstermiyor. Oyuncuların karakterlerini hikayeleştirme başarısından ayrı bir durum bu.

Fransız yeni dalgasının vaftiz babası deniyor demiştik daha önce ki yazımızda Melville için. Bu filmde de başarılı bir örnek olarak karşımızda bu durum. İşlenen cinayetler ve bu sahnelerde ki ışık kullanımı hayli çarpıcı. Özellikle siyah – beyazın fonun kendi doğası gereği estetik olma durumu, farklı kamera açılarından seyirciye sunulunca daha da çarpıcı oluyor.

Günümüz Amerikan sinemasına alışmış izleyiciler için çok durağan ve vasat gelebilir film. Fakat sinemanın etkileyici ve duygulara direk işleyen yanını benimsemiş izleyici kitlesi için tam anlamı ile bir cevher. İzlediğimiz şey, anlamsız bir aksiyon değil nihayetinde, duygu ve karakter taşıyan gerçek insanlarla yapılmış gerçekçi bir suç filmi.

Polis memurunun Belmando’yu sorguya çektiği sahneyi ele alalım. Kameranın hareketi ile sorgu odasının içinde olma duygusunu yaşarız direk. Belmando ile konuşan biz olabilir miyiz?

“Bu meslekte sonun ya aylaklık olur ya da mermi manyaklığı”

Le Doulos, Unutulmazlar dediğimiz zaman, gerçek ve karakterlerin amaçları konusunda izleyiciler olarak bizi ardı ardına aldatmayı başaran bir filmden söz ediyoruz. Belki tüm dönüşler aman sende durumu yaratabilir izleyicide fakat oyunculuklarda ki net diyaloglar, yönetmenin kısa ve etkileyici geçişleri bu durumu bertaraf ediyor. Usta işi ve zekice yapılmış bir suç filmi çıkıyor ortaya.

Trençkotlar, sigaralar, ihanetler, silahlarlar ve kötü adamları ile tüm klişelerin kullanımı, bırakın anti patik bir durum oluşturmayı, bu filmle bunlar başlamış izlenimi veriyor.

Melville kadınlar konusunda çok eleştirilmiş bir yönetmen, zira filmlerinde çok sert davranışlar görülüyor. Bu hakikatten çok dikkat çekici bir durum. Fransız yönetmenin “ben değil, filmlerimde ki karakterler sert davranıyor” diyor. Bakıldığında kötü adamların, sert erkeklerin hatta duygusuz adamların filmleri bunlar, suçlular ve bu davranışları anormal değil. Fakat bildiğim kadarı ile de hiçbir filminde bir özür sahnesi yok, gerçi kötü adamların yerine o niye özür dilesin.

Ben iyi bir film izledim. 1962 Paris atmosferinde duru ve gerçekçi bir gösteri. İlerleyişi, sahneleri, diyalog ve oyunculuğu ile etkileyici bir film. Bir klasik.

Barış, Eylül 2022

The Small Back Room | Küçük Arka Oda (1949)

The Small Back Room – Küçük Arka Oda, Nigel Balchin’in romanından Michael Powell ve Emeric Pressburger’in senaryolaştırıp aynı zamanda yönettikleri İngiliz yapımı filmdir.

David Farrar, Jack Hawkins, Kathleen Byron, Michael Gough gibi oyuncuların başrolde yer aldıkları film, Powell-Pressburger ekibinin önceki filmleri kadar büyük bir gişe yapamasa da yıllar içinde oluşan genel kanı bu ikilinin en iyi ve en olgun filmleri olduğudur.

The Small Back Room

The Small Back Room – Küçük Arka Oda, ingiltere’de çekilen bir film olsa da Fransızların deyimi ile “film noir” yani Kara film örneklerinden biri olarak kabul görmüştür. Kısaca; kahramanlarını çürümüş ve itici bir dünyanın içine yerleştiren ve anti kahraman tanımını karşılayan karakterlerin var olduğu bir sinemadan bahsediyoruz. Hollywood için kabaca 1940’ların başından 1950’lerin sonuna kadar ki bir süreç içinde suç filmlerini tanımlamak için kullanılması yaygındır. Az ışık, siyah beyaz çekimler ilk dikkat çeken taraflarını oluşturur. İlk kez 1946 yılında Fransız eleştirmen Nino Frank tarafından Hollywood filmleri için kullanılan kara film terimi, zamanında bir türü özellikle yapmak adına yapılmamış, hali hazırda yapılmış olan filmlere sonradan verilen bir isim olmuştur.

“Hayatta yaşamaya değer bir dolu şey varken, sen kendine acımaya devam et!”

Sinemada ki gişe başarısızlığının savaştan sadece 4 yıl sonra, 2. Dünya Savaşı sırasında geçmesine bağlanan filmin konusu kısaca şöyle; Almanlar, İngiltere’ye bubi tuzaklı bombalar atmıştır ve bu bombaların patlaması ile insanlar ölmektedir. Bu bombaları imha görevini üstlenmiş olan Sammy Rice (David Farrar) bir bilim insanıdır ama savaşta kaybettiği bacağının travması sürekli olarak yanında gezmektedir. Alkol problemi ağrılarının acısını dindirmese de unutmasını sağlamaktadır. Bu bombaları imha bakanlığında ki sekreteri Susan (Kathleen Byron) aynı zamanda Sammy’nin sevgilisidir ve onun terapistide olmuş durumdadır.

Başroldeki David Farrar’ın başarılı oyunculuğu film için ilk öne çıkan unsurdur. “Zor, sinir bozucu ama birçok harika an ve hatırayla. Yıldız olmayı yalnız bir iş olarak buldum. Arkadaşım yok. Bu üzücü değil mi?” diyerek kendinden bahseden oyuncu belki de hayata yaklaşım tarzını çok iyi yansıttığı bir rol oynamış durumda. David Farrar’ın performansı filmde ki karakterin kişisel hikâyesini hem daha ilginç hem de daha güçlü hale getiriyor. Kaybettiği bacağının travmasını atlatamayan bir adam olarak ilişkileri de sıkıntılı ve aslına bakarsanız yalnız. Alkol ciddi bir sığınak noktası ve filmde ki bu vurgu, bizim bir eleştiri yapmamıza olanak tanımaz derecede. Öylesine hem oyuncunun oyunculuğu ile hem de yönetmenlerin sahne vurgusu ile net bir şekilde verilmiş ki, evet öyle olması gerektiğine iknayız.

Bu karakterimize rağmen işini yapmaya çalışan bir bilim insanı aynı zamanda. Tehlikeli, ölümle burun buruna gelinen görevlere gitmekten asla terettüt etmiyor. Filmin bir gerilim filmi olarak asıl başarısı işte bu sahnelerde bize yaşatmayı başardığı hissiyat. Bizde karakterle birlikte ölümle burun buruna geliyor ve terliyoruz.

2.Dünya Savaşı ortamı içinde ki Politik ve bürokratik çekişmeler ve iktidar kavgaları ve bu işini yapmaya çalışan bilim adamı veya adamları öyle açık ve net anlatılmış ki, bu insanlarla birlikte bizde aynı duyguları ve çabayı gösteriyoruz.

Farrar’ın oyunculuğu içinde sevdiği kadına verdiği acı ve duyumsadığı vicdan azabı, bununla birlikte hayatta ki çaresizliği bizim içinde aynı duyguları yaşadığımız bir yer oluyor adeta.

Filmin, sonlardaki gerilimi yüksek bölümü özellikle klasikler arasında gösterilebilecek bir sahne. Bubi tuzağının çalışma mantığını keşfetme ve patlayıcıyı etkisiz hâle getirmeye çalışma bölümü sağlam bir gerilim yaratmayı başarıyor.

Mubi Türkiye’de izlediğim The Small Back Room – Küçük Arka Oda, fiziksel olarak tahrip olmuş aynı zamanda da ruhsal olarak ta aynı tahribatı yaşamış bir adamın, her şeye rağmen sorumluluk alarak işini yaptığı ve sevginin iyileştiriciliğine inanmamızı sağladığı basit ama güçlü hikâyesi ve oyunculuğu ile izlenesi bir film. Zaman zaman fazlaca kasvetli ilerlese de asla yabana atılacak bir film değil.

Barış, Eylül 2022

Leon Morin, Pretre | Rahip Leon Morin (1961) – Jean-Pierre Melville

Rahip Leon Morin; geçen yıl aramızdan ayrılan 1933 doğumlu ünlü Fransız oyuncu Jean-Paul Belmondo’nun Leon Morin rolü ile muhteşem oyunculuk gösterdiği ve ona eşlik eden Barny rolündeki Emmanuelle Riva’nın da Belmando’dan aşağı kalmadığı tam bir sinemasal şölen olarak, Fransız yönetmen Jean Pierre Melville’nin, Béatrix Beck’in ödüllü romanından sinemaya hakkı ile uyarladığı bir film.

Barny, Nazilerin Fransa’yı işgali sırasında kocası öldürülmüş olan dul bir annedir . Barny din konusunda alaycıdır, inançsızdır ve aynı zamanda komünist görüşlere sahiptir. Sırf dalga geçmek için girdiği günah çıkartma kabininde genç rahip Léon Morin’e konuşur, katolikliği eleştirir, dini hicvederek rahibi kışkırtmaya çalışsa da Léon onu dinle ilgili entelektüel bir tartışmaya sokar.

İkili arasında başlayan bu konuşma sekasnsları dini bir film izleyeceğimiz izlenimi verse de oluşan cinsel gerilim ortamı ve ikilinin birbirlerine olan yaklaşımları bir anda dram ve psikolojik bir boyut oluşturur. Arka planda savaş devam eder, askerler köye girer, Barny’in etrafındaki insanların tutumları gösterilir ve her şey o derece olağan ve tartışmalar, içsel konuşmalar öylesine ustalıkla verilir ki izlediğimiz şeyin büyüsü bir anda bizi sarar.

Jean-Pierre Grumbach adıyla , 1917’de dünayay gelen Fransız yönetmen kendi hayat bakışı ve siyasi tutumu ile de enteresan biridir. Melville takma ismi ile Özgür Fransız güçlerine katılarak, Nazilere karşı savaştıktan sonra bu soyadını bırakmamış. 1959’da Jean -Luc Godard ve François Truffaut’un aralarında olduğu bir kaç sıra dışı yönetmen olarak “Yeni Dalga” diye isimlendirilen dönemin başlatıcılarından biri oldu. Melville kurallara göre oynamayı reddeden biri olarak her zaman yenilikçi olmayı deneyen bir yönetmendi.

Yeni Dalga serüveninden ayrılan Melville’in bu dönem için ilk filmi Rahip Leon Marin’dir. Melville için Fransız Yeni Dalgasının Vaftiz Babası denir ama onun etki alanı sadece bu kadar değil. Martin Scorsese, Quentin Tarantino, Jim Jarmusch, Michael Mann, Johnnie To, John Woo, Takeshi Kitano, Hossein Amini ve Aki Kaurismäki gibi günümüzün büyük olarak adlandırılan yönetmenlerinin favori yönetmenidir ve etkileyicisidir aynı zamanda.

“Şu an uzakta olan savaşın güçlüklerini hatırlatan tek şey sansürdü.”

Dini referanslar ile ilerler görünen filmin asıl etki alanı bu bölümden ziyade, kadın ve erkek arasında ki o cinsel dürtünün, dini inançlar ve ahlaki ikilemler ile sunulması. Senaryo dini ilgiyi kendisine bir çıkış noktası alarak almış durumda fakat din kadar aşk ve cinsellik de hikâyenin tam göbeğinde. Kaçınılmaz bir yaklaşım olarak izlediğimiz şey hayatlarımızı belirleyen olgulardan ziyade insan olarak başka bir insanla kurduğumuz ilişkinin, hayat ve toplum olguları ile çatışması. Yakışıklı ve karizması ile rahip Morin sadece Barny’yi değil kasabadaki pek çok kadını cezbeder halde. Rahip kimliğinin ağırlığı ve sağlam bir ahlaki duruş sergilemesine rağmen bu yönelim değişmediği gibi daha da artar gözüküyor.

Rahip Leon Morin, izleyici olarak bir bakıma bizi ters köşe yapmayı da başarıyor diyebiliriz. Savaşın ayak seslerini duyumsuyoruz, yoksulluk, çaresizlik, tükenmişlik bunları anlayabiliyor ve savaş gibi bir acımasızlığın içinde filizlenen aşk ve cinselliğin, zaman ve mekândan bağımsız olarak ortaya çıkışı ilk bakışta yadsınacakmış gibi görünse de, filmin en büyük başarısını tam bu noktada buluyoruz. Din ve cinsellik gibi bambaşka yerlerde duran iki kavramı – hem de bu ortam içinde – çok naif, zorlama ve rahatsız edici bir unsur oluşturmadan bir araya getirip sunmayı başarması filmin iyi bir film boyutuna gelmesinde ki en büyük etken.

“Gece düşündüm. Tanrı inancı, evreni cennete uzanan bir merdivene dönüştürüyor…”

Ateist bir insan ile bir din adamının konuşması aslında kendi hayatlarımız içinde de başlı başına enteresan ve ilgi çekici bir konu değil midir? Burada ki başarı filmin içinde çok önemli bir yer tutan bu sohbet kısımlarının diyaloglarının etkili, net ve akıllıca yazılmış, ondan da ziyade oynanmış olmasından kaynaklanıyor. Jean-Pierre Melville’in hakkını tam bu noktatada özellikle teslim etmemiz gerekiyor. Sadeliğin bir başarı olduğunu bize net bir biçimde kanıtlıyor. Sinemasal dilinin herhangi bir teknik gösterişe yönelmeden olayların ve anlık durumların ruhuna uygun bir yönetim göstermiş olması. Filmin etkisini çok daha çarpıcı bir hale getirmiş.

“Ruhum bir geneleve dönüşmüştü”

Uzun yılların tartışmasıdır. Çok kışkırtıcı bir cümle olarak ta, günah çıkarma kabinine girer girmez Barny’in ilk söz “Din halkın afyonudur” demesi, bir rahibin buna göstereceği tepkiden emin olması ama aldığı yanıtlarla din ve inanmak konusunda kendi katılığını da sorgulamaya başlaması filmin vermek istediği mesajında kısa bir özeti durumunda. Film bir din veya komünizm propagandası yapmıyor, din adamı olarak rahibin temsil ettiği – aslında burada var olandan ziyade idealden bahsetmek lazım – dinin söylemleri ile kadının komünist inançlarının örtüşme anlarını vurgu olarak vermeden, gösteriyor seyirciye.

“-Din insanların afyonudur.

-Pek sayılmaz.

-Burjuvazi tarafından kendi çıkarları doğrultusunda sulandırıldı.

-Kilisenin işçi sınıfını kaybettiği doğru. Ama geri kazanmak için savaşıyoruz. Haksızlık bir Hristiyan’ın kalbini korku ile doldurur.

-Din saf haliyle kalmış olsa bile, bu onun doğru olduğunu ispatlamaz.

-Elbette ispatlamaz. İyi ki geldiniz.

-Bir düşman olarak geldim.

-Sanmam. İnsanın hatalarını kabul etmesinin kolay olmadığını biliyorum.

-Tanrıya inanmadığım için bu bir sorun değil.

– Gururlusunuz, değil mi?

– Evet.

– Yalan konuşur musunuz?

– Evet.

– Bir şey çaldınız mı?

– Evet.

– Ne çaldınız?

– Yiyecek.

– Öfkelendiğiniz olur mu?

– Evet.

-İffetsizlik ediyor musunuz?

-Bilmem.

-Başkaları için kendinizden ödün verir misiniz?

-Sadece kızım için.

– Yeteneklerinizi tam olarak kullandığınızı düşünüyor musunuz?

– Hayır.

-Aziz Paul “Sen olsaydın, dünya daha güzel olurdu” demiş. Güzelce günah çıkardınız. Şimdi af dileyin.

-Kimden?

-Bilinmeyenden.

-Buradan çıkıp Taş zeminde diz çökün. Dizleriniz acıyacak. Orada istediğiniz duayı edin.

-İyi de inançlı biri değilim ki. Yalandan dua etmek gülünç olur.

-Dua edenler her zaman gülünçtür. Dua ettikleri kişiyle aralarında bir tür boşluk bulunur.

-Hıristiyan ahlakına uygun olarak yaşamayı seçmiş olsam tövbe edebilirdim.”

Film felsefi olarakta tarafsızlığını koruyor. Mutlak iyi ve kötü için bizi yönlendirmeyi seçmiyor. Özellikle savaşın taraflarını karşılıklı bir ön yargısızlık ile gösteriyor. Bu izleyici için bir açılım, ufuk açıklığı. Kimin iyi kimin kötü olduğu birey olarak bizim netleşemeyeceğimiz bir konu. Örnek; Nazilerin sert tutumları gösterilirken Alman subayın küçük bir kıza babacan davranışı da gösteriliyor. Amerikan askerlerinin kadını taciz etmesi de veriliyor. İyi ve kötü kavramlarının bilinen dşınıda bir sorgusu bu…

Rahip Leon Morin filmi için özellikle değinmeden yazımızı bitiremeyeceğimiz bir şey daha var. İki başrol oyuncusunun olağan üstü performansları: Emmanuelle Riva’nın savaşın ve bastırdığı duyguların karmaşıklığı ile yaşayan ama öte taraftan güçlü bir kadın karakteri izleyici olarak bizler üstünde derin bir iz bırakacak türden. Belmondo’nun fiziksel çekicilik ve karizmatik tavrının, dinsel kimlik birleşiminden ortaya çıkan çelişki ve ahlaki bir sadelik ile vurguladığı üstün insan modeli bizi de etkisi altına alıyor. Onun söylemleri, yol göstericiliği ve fikirleri bizim kendi hayat hikayemiz içinde sorgulayıcı bir taraf kazandırıyor. Bu öyle kolay bir durum değil, anında antipati yaratması olası bir kalkışmanın Belmondo gibi bir oyuncunun olaya hakimiyeti ile açıklanabilir belki belki de yönetmenin ondan istediği şeyi kusursuzca ortaya koyması ile…

Sinema tarihinin en iyi filmlerinden birini izlediğimiz muhakkak. Savaş, din, cinsel arzuların bu derece estetik ve sadelikle verildiği başka bir yapım zor izlenir.

Barış, Ağustos 2022

The Lobster (2015) | Yorgos Lanthimos

The Lobester, yakın dönemin etkileyici yönetmenlerinden Yorgos Lanthimos tarafından yönetilen distopik bir film. Oyuncu kadrosunda başta Colin Farrell olmak üzere; Jessica Barden, John C. Reilly, Rachel Weisz ve Léa Seydoux gibi isimler var.

Hangi hayvan olmak isterdiniz?

Bekar olmamın yasak olduğu bir dünyada insanlar eşleşmeleri için bir otele yerleştirilir. 45 gün içinde eş bulmak zorunludur. Eğer bu süre boyunca eş bulamazsanız seçtiğiniz bir hayvana dönüştürülüyorsunuz.

Açılış olarak otel bölümü var. Giriş – gelişme- sonuç dersek giriş bölümü burası. Sonrasında orman ve şehir bölümleri geliyor. Otel katı kurallar içeren bir yer cezalar var, oyunlar düzenleniyor kazananlar ek süre alıyor. Tam anlamıyla bir kabusun içine giriş yapmış oluyorsunuz. Burada entersan olan öylesine doğal bir anlatım ve oyunculuk var ki, kara mizah ve distopik durum olağanlaşmaya başlıyor. Sanki hayatın doğal akışı buymuş gibi bir hissiyat oluşuyor.

İnsanın, insan tarafından bu denli sert ve net bir şekilde eleştirilmesi pek olağan değildir. Dozaj kaçarsa izleyici taraf olmaya başlar, en basit bir olayı bile kabullenmez falan. Burada katı bir eleştiri var ama dozaj mükemmel ayarlanmış. Oyunculukların temizliği ile de bu dozaj korunmuş. Mizahi unsurlar ara ara gelip bizi rahatlatıyor. Tamam ya bu hayal dünyası kıvamına geliyoruz.

Otelden, ormana avlanmaya gidilişi ve herkesin birbirini en ufak bir şey için bile satmaya hazır oluşu tam anlamıyla yaşadığımız kapitalist düzenin kısa özeti. Ne demişti Romalı şair Plautus; “homo homini lupus” yani “insan insanın kurdudur.” ( İngiliz filozofu Thomas Hobbes’a atfedilir ama ilk kullanan Plautus’tur.)

Moder insan nedir? Arzu ettiği hayat nedir? İlişkileri nasıldır? İlişkileri nasıl görünür? Gerçek nedir? sorular çoğalabilir, tartışmalar uzayabilir, cevaplar çoğaldıkça yeni sorulara neden olur, yeni sorularda yeni cevaplara. The Lobester’da karakterlerin üzerindeki donukluk, hissizlik ve duygu yoksunluğu hem vermek istediği dünyanın bir yansıması hem de modern insanın iç dünyası. İşte film tam bu noktada başlıyor bence. İç dünyamızın karanlık ve duygusuzluğunun, örülmüş olan duvarların, bir anda bir temas ile yıkılması ile. Bu noktadan sonra bir aşk filmi izliyoruz. Öylesine iyi kotarılmış bir geçiş ki bu takdir etmek lazım. Aşkı anlatma şeklini de takdir etmek lazım.

“Hissettiklerini hissediyormuş gibi yapmak, hissettiklerini hissetmiyormuş gibi yapmaktan daha zordur.”

Filmi izlerken konusunun çıkış noktasına ben pek takılmadım nedense. Bu evlilik meselesi bana ana olaymış gibi gelmedi. Bunun üzerinden yaşadığımız dünyaya yapılan gönderme kabul edilebilir olmakla birlikte, asıl meselenin, böyle bir dünyada bile seçimlerimizin, tercihlerimizin bizi ne yaptığı üzerine olduğunu düşünüyorum. Zaten filmin son sahnesinin vuruculuğu da bu tercihten geliyor.

Toplumun insana dayattığı tüm her şey ve insanın buna karşı kendini arayışı, aşkı yorumlaması, bir tercih olarak seçmesi ve kaçış. Toplumun içinden kendin olmaya kaçış, tam anlamı ile filmin temel meselesi.

Film, kült film tanımı neyse ona tam uyuyor kanımca. Böyle bir kült filmde de kült bir şarkı olması kaçınılmaz tabi ki…

Nick Cave & The Bad Seeds “Where The Wild Roses Grow”

Kesinlikle izle notu ile bitiriyorum.

Barış, Haziran 2022

Good Time | Soygun (2017)

Good Time – Soygun, Safdie Kardeşlerin kendine has bir suç, aksiyon filmi. Kendine has çünkü ismi çok yanıltıcı duruyor, zira soygun kısmından çok bir dram filmi olarak, Safdie’lerin koşturan kamerasını takip ediyoruz.

Connie Nikas (Robert Pattinson), zihinsel engelli kardeşi Nick Nikas(Benny Safdie) ile organizasyon açısından tam bir fecaat olan bir banka soygunu yapar. Kardeşi Nick, polis tarafından yakalanınca, Connie onu kurtarmak için plansız bir şekilde, tam olarak serseri mayın gibi ortalıkta dolanmaya başlayacaktır.

Good Time (2017)

Daha önce Uncut Gems (2019) filmini izlemiş ve yorumlarını yazmış biri olarak, üç aşağı beş yukarı aynı çerçevede cereyan eden bu film içinde tam bir koşturma filmi diyebilirim. Yönetmenlerimizin hareketli kamerası, kendimizde bu koşturmanın içindeymişizcesine bizi yoruyor. Aslında isminden yola çıkarak bir soygun hikayesi izleyeceğimiz kanaatinde olduğumuzdan koşturma durumuna kendimizi hazırlamış bir şekilde başlıyoruz filme ama açılış sahnesi daha ilk dakikadan bizi ters köşe yapıyor. Zihinsel engelli Nick’in terapi seansı ile çok sakin bir ortamda buluyoruz kendimizi. Nick ile birlikte bizde terapini içine giriyoruz, zira kamera bu anlamda çok başarılı bir iş çıkartıyor. Hafif bir gerilim aldığımız anda abi Connie odaya dalıyor ve artık son sahneye kadar yani yeni bir terapi seansına kadar bir hengamedir gidiyor.

Şimdi banka soygunu dendiği zaman benim aklıma ilk gelen film Heat (1995), baştan sona bir kaçış kovalamaca içinde oluyoruz ama soygun gibi soygunu da izliyoruz. Bunu bir kenara not ettikten sonra zihinsel engelli abi kardeş filmi dendiğinde de 1988 yapımı Rain Man hemen aklımıza gelecektir. Bunu da bir tarafa yazdıktan sonra gelelim Good Time’a…

Safdie Kardeşler bir banka soygun filmi yapmamış, aynı zamanda da bir zihinsel engelli abi kardeş filmi de yapmamış. (ki daha çok bu tarafa yaslanan bir film ama kesinlikle bu değil). Kendi meşreplerince bir olay örgüsü içinde sıkıntılı bir aile yapısının sonuç filmini yapmışlar.

Beğendim – Beğenmedim çıkmazı

Uncut Gems’i izlerken de hissettiğim duygu burada da beni yakaladı. Bir koşturma var fakat olay nedir? Kişilerin bir biri ile olan temasları neden bu derece absürt? Diyaloglar neden anlaşılmaz ve anlamsız? Sinemasal açıdan bir sıkıntı yok, aksiyona dahil oluyoruz ama hikayeye dahil olamıyoruz, bu noktada dışardan bir gözlemci ve yargı dağıtıcısı haline geliyoruz. Şimdi kültürel olarak hala bile aile ilişkilerinin kuvvetli olduğu bir toplum içinden bu yoğun anlamsızlığa girince darmadağın bir halde çıkıyoruz filmden. Beğendim – beğenmedim demekten başka elimizde bir şey kalmıyor.

Safdie Biraderlerin hakkını vermemiz gerekiyor. Aslında dişe dokunur bir konu yok ellerinde ama 1 saat 45 dakikalık filmlerinde, kamera başkarakterle beraber öyle soluksuz geziniyor ki yanındaymışız hissini bize vermeyi başarıyor. Connie’nin yanından ayrılmadan uzun süre onunla birlikte dolaşıyoruz ama Connie’yi ruhsal ve duygusal olarak tanımamızda istenmiyor. Karakterler hakkında bir yargıya varıyoruz varmasına ama onların kişiliği nedir, hayalleri var mı, duyguları var mı bunları bilmeden yargılıyoruz. Seviyoruz- sevmiyoruz.

Connie karakteri için Robert Pattinson’ın iyi bir iş çıkarttığını söylemek lazım. Aynı Uncut Gems’de Adam Sandler gibi, bu durumu da yönetmen kardeşlere yazmamız lazım. Orda da burada da baş karakterle özdeşim kurulabilir duruma bizi sokmuyor. Bir ahlak dersi verme derdi taşımıyor. Olay içinde bu insanların pek sevilecek bir tarafları olmadığını net olarak anlıyoruz o kadar.

Belki de şöyle bir durum oluşturulmak isteniyordur. Evlerinizde sıradan hayatlarınızın içinde akıp giden yaşam, kıyısından köşesinden size dokunmadan farklı kişiler ve olayları da işliyor hem de sizin yaşadığınız mahallelerde sokaklarda, bizlerin bu olaya dahil olma durumu yok. İzlediğimiz sahnelere öylesine adapte ediliyoruz ki, yaşamayı aklımızdan bile geçiremeyeceğimiz bir hayat veya daha basit bir olayı dışardan, güvenli şekilde yaşama şansı geliyor ellerimize. Mis gibi gönül rahatlığı ile de ahkam kesebilir duruma getirerek hem de.

Daha önce ki yazımda da belirttiğim gibi zor bir film izlemeye hazır olun. Yorulacağınız bir koşturmanın içine gireceksiniz, çok beğenecek veya hiç beğenmeyeceksiniz. Mantık ile izlemeye çalışmayın, güvenle oturduğunuz evinizin koltuğundan New York’un sokaklarında absürt bir hayata katıldığınızı düşünün. Hem de hiç risk almadan.

Son sahnede ne çalıyordu diye soracak olanlar içinde şuraya bırakalım. Nefeslenebileceğiniz az anlardan biri ve Iggy PopThe Pure and the Damned

Iggy Pop ‘The Pure and the Damned’

Notumu izle olarak veriyorum. Mubi’de izleyebilirsiniz.

Barış, Haziran 2022

Körkütük | Druk (Another Raund) 2020 | Thomas Vinterberg

Körkütük, orjinal ismi ile Druk’un başrollerinde Mads Mikkelsen, Magnus Millang, Lars Ranthe, Thomas Bo Larsen ve Marie Bonnevie’nin oynadığı son dönemlerin hatırı sayılır yönetmenlerinden bir olan Thomas Vinterberg son filmi.

Yukarıda saydığımız beş isminde çok başarılı oyunculuk performansı sergilediklerini ama Mads Mikkelsen’in gerçekten olağanüstü olduğunu belirtmek lazım.

Körkütük, bir festival olarak göl kenarında içki içme yarışı yapan, oradan oraya koşturarak çılgınca ve hatta biraz da taşkınlık boyutunda eğlenen geçlerin görüntüsü ile başlayan film bir sonraki sahnede ruhsuz bir öğretmenler odası görüntüsüne bağlanıyor. Filmin asıl derdi olan kısım ve merkezine tarih öğretmenimiz Martin(Mads Mikkelsen) koyarak anlatmaya başladığı yerde burası. Günlerce tekrarlanan rutinlerin içinde artık enerjisini, ruhunu, istek, arzu adına ne derseniz gözlerinin ferini kaybetmiş 40 yaş üstü insanlar bir anda odak noktamız oluyor. Komedi olarak lanse edilmiş bir film ama başlı başına dram, komedinin “k”si bile aklınıza gelmesin.

Alkol bir kurtarıcı mı, yok edici mi

Aynı zamanda iyi birer arkadaşta olan dört öğretmenimiz en küçüklerinin 40. yaş günü kutlaması için güzel bir lokantada toplanıyorlar. Daha önce kısaca gösterip geçtikleri bu dört öğretmenimizde enerjilerini kaybetmiş kişiler. Finn Skarderud adlı bir psikayristin “insanların kanlarında %0,05 oranında alkolün eksik olduğunu ve bu eksikliği gün boyunca kontrollü alkol tüketimiyle kapatırlarsa, mutluluğa ulaşacaklarını, kendilerini istedikleri şekilde gerçekleştirebilecekleri” şeklindeki teoriden hareketle rutinlerini kırmak için deneme yapmaya karar verirler. Oranı koruyarak başladıkları alkol tüketimi çok iyi sonuç verir, bir anda okulda çok sevilen kişilere, kendi içlerinde de ruha kavuşurlar. Bunu bir adım daha öteye götürmek isterler oranı artırırlar ve son adım olarak zil zurna hale gelirler.

Maslow Piramidi

Bizim yaşadığımız taraftan, filmin çekildiği ve olayların geçtiği tarafı değerlendirmemiz gerektiğinde Maslow’un piramidi bize yol gösterici olabilir. Nasıl açıklıyordu Maslow; en altta fizyolojik ihtiyaçlar, bir üst basamak güvenlik ihtiyaçları, bunun üstünde ait olma ve sevgi ihtiyacı, bu basamağın üstü saygınlık / değer ihtiyacı ve en üst basamak kendini gerçekleştirme. Şimdi neden anlatıyorum bunu, alt basamak ihtiyaçlarını karşılayamamış insan veya toplumlar üst basamaklara çıkamıyor, toplum olarak baktığımız zaman da bizim alt basamak ihtiyaçlarının karşılanması yönünde bir çaba içerisinde olduğumuz görünüyor. Bu ihtiyaçlar doğrultusunda ortaya konan eserlerin alıcısı da daha fazla oluyor. Şimdi, Körkütük filminde ki kahramanlarımız piramidin en üst iki basamağında ki ihtiyaçları için bir çaba içerisine giriyorlar.

Konusal olarak alkol alma ile ilgili bir film izliyormuş gibi görünsek bile, aslında kendi değerlerini geri kazanmaya çalışan insanlarla ilgili bir film izliyoruz. Kendi özsaygısını edinen insan, çevresi tarafından da saygın birey haline geliyor ve mutluluk durumu bu doğrultuda değişiyor. Burada alkolle ilgili bir açıklama yapılmaması gayet mantıklı çünkü konu simgesel olarak alkol, gerçek kendi arayışı içinde ki insan, kendi kendini yenme çabası ve başarma duygusu.

Velhasıl kelam, eksikleri olan bir film izlediğimizi söyleyebilirim, olayların akışları bazen aceleye getirilmiş ve kopuk, aile ilişkilerine değinişi derinlemesine değil, fakat buraları tolere edebilen bir yapım. Mubi’de ki 8.8 notu çok yüksek olsa da 7,5 luk iyi bir film olarak izlenebilir.

Ayrıca Körkütük filmi 93. Oscar Ödül Töreni’nde En İyi Uluslararası Film ödülünü almayı başardı. Bunu da meraklısı olan için not olarak bırakalım.

Barış, Haziran 2022

LA REİNE MARGOT | Kraliçe Margot (1994)

Patrice Chereau’nun yönetmenliğini yaptığı Alexandre Dumas’nın romanından uyarlanmış filmin konusu kısaca şöyle;

Fransa Kralı IX. Charles (Jean-Hugues Anglade) döneminde yani 16. yy gibi, Fransa’da Katolikler ve Protestanlar savaş halindedir. Catherine de Medicis (Virna Lisi) yani kralın annesi , taht varisi üvey kızı Marguerite de Valois dite La Reine Margot’dan (lsabelle Adjani) kurtulmak ve görünürde de iki mezhebi barıştırmak için protestan Henri de Navarre (Danielle Auteui) evlendirmek ister. Oysa ki asıl amaç başkadır ve 6.000 protestanın öldüğü tarihte Saint Barthelemy Katliamı olarak geçen olayı organize eder.

Notre-Dame Katedralinin büyüleyici atmosferinde başlayan düğün sahnesi, renkler, kostümler ve ritüelleri ile hayli etkileyici . Aslında eğlencelik olsun diye izlemeye başladığım 152 dakikalık bu filmin, böylesine bir vuruculuğa sahip olabileceğini düşünmemiştim.

Protestan La Mole (Vincent Perez) ile Margot arasında ki aşk ilişkisi ilk başta sadece Margot’un cinselliğini doyurma hamlesi olarak başlasa da filmin ilerleyen dakikalarında duygusal bir hal alıyor.

Katliam sahnelerinin gerçekçi ve acımasızca verilmiş olması eleştirilebilecek bir unsur değil keza ortaçağın karanlığı ve tarihin bu acımasız katliamı olduğu gibi aktarılması basit bir aşk hikayesi olmaktan çıkartıyor filmi.

Şimdi kendinle gurur duyabilirsin. Artık Katolik bir ülkenin Kralısın. Evet gurur duyabilirsin! Cesetlerden başka hiç bir ruhun kımıldamadığı bir ülkenin Kralısın. Paris bir mezarlık oldu!

Chereau, filmi için “izleyicinin dikkati en önemli birkaç noktada toplansın istiyorum: insan ilişkileri, güç çatışmaları ve öykünün şiddeti… Bu seçimi bilerek yapım” diyor ve hakkını verdiğini bize gösteriyor.

Tarih aslında bugünün ışığı. Şiddet, ortaçağın karanlığında bitti gözüyle bakıyoruz ama 21. yy’da hala dini fanatizmin, ahlak anlayışını destek alan şiddetin, anlamsız vahşetin önüne geçilebilmiş değil. Kraliçe Margot’u bu açıdan da değerlendirmekte fayda var. Bu fayda aynı zamanda olumlu not vermemizin de başlıca nedenlerinden.

Filmin oyuncu kadrosu, kostüm, renk, sahnelerin etkileyiciliği, senaryo çok başarılı. Olayların hızlı akışı, yer yer kopuyor gibi görünmesi zorlayıcı fakat izlenmesi gereken başarılı bir yapım olduğunu düşünüyorum.

Çerezlik olarak düşünüp izlemeye başladığım filmden, lsabelle Adjani’yi görsem yeter durumundan 152 dakika gözümü kırpmadığım bir sanata düşmüş olmak çok keyifliydi.

Barış, Nisan 2022

Paterson |2016

Paterson; hem filmin, hem filmde ki baş kahramanın, hem ilham aldığı şairin şiirin, hem de şehrin adı. Film şair William Carlos Williams’ın Paterson şiirini de kendine referans alıyor.

Paterson (Adam Driver) otobüs şöforlüğü yanı sıra şiirler yazan bir insan olarak karşımıza çıkarken, sevgilisi Laura(Golshifteh Farahani) da değişik pastalar yapan, etrafını sürekli değiştiren biri olarak karşımızda. İki insanın yedi günü merkez alınmış.

Aslında enteresan hiçbir durum yok gibi duruyor. Bir memurun rutin hayatı içerisinde sıkışıp kalıyoruz. Her sabah 06:00 – 06:30 arasında kalkıyor, otobüsüne yürüyor, sefere kadar defterini çıkartıp şiir yazıyor. Yolcuların hikayelerine kulak kabartıyor, eve dönüyor, yemek, köpeğin dolaştırılması, barda bir içki ile gün bitiyor. Biz şöfor Paterson’la birlikte Paterson semtini dolaşıyoruz.

Yakın zamanda Jim Jarmusch’un filmlerini arka arkaya izledim. Stranger Than Paradise (1984), Down by Law (1986), Mystery Train (1989), Night on Earth (1991) ve Dead Man (1995). Bu seri ile birlikte Jarmusch’u enler listemin başlarına aldığımı belirtmeliyim. Paterson, artık ustalık dönemi filmi olarak karşımıza çıkarken, diğerleri kadar etkileyici bir film izlemediğimi de belirtmek isterim. Zira, sinema için (aynı diğer sanatlarda da olduğu gibi) daha sonra yapılan eserin öncekilerden iyi olacağının bir garantisi yok.

Jarmusch, İlk filmlerinden başlayarak sahne sahne anlamlandırma başarısı, kendi sinema dilini oluşturabilme yeteneği ve bunu seyirciye geçirebilmesi, oyunculukları üst seviyeye taşıması, renleri kullanma veya kullanmama konusunda ki kararlarının tesiri ile bir ekol. Yol ve yolculuk kavramı kendisi için vazgeçilmez gibi dururken. Fiziki yolculuk görselinin içinde ruhi bir arayış ta olmazsa olmaz olarak izleyiciye aktarılıyor.

Laura’nın sürekli arayışta olan, etrafını farklılaştıran, nispeten canlı kişiliğinin karşısında, Paterson’un durgunluğu, sıradanlığı, ilgi çekici olmayan kişiliğinin çakışması, izleyiciye de kendi hayatının bir özetini sunuyor aslında. Paterson’ın yazdığı şiirler de bizi öyle çapmıyor, hatta şiir mi bu diye kuşkuya düşürdüğü de oluyor. Özellikle küçük bir şair kızla karşılaştığı sahne çok güzeldi. Küçük kızın yazdığı şiiri okuduğunda hem kahramanımız hem de biz etkilendik. Burada farklı bir hayat sorgusu da işin içine giriyor, yeteneğin doğuştan gelmesi mi, çalışarak elde edilmesi mi?

Jarmusch dışında kimse böylesine rutin işleyen; şiirdir, kek yapmadır, köpek gezdirmedir gibi sıradanlıklar dışında hiçbir etkileyiciliği olmayan (kendi hayatlarımız gibi) bir tekrar silsilesini seyirciye izletemezdi.

Çok süslü, muhteşem anlamlı sözler ile bu filmi anlamlandırma yoluna gidilebilir, fakat yapmayacağım. Kötü bir film değil, diğer Jarmusch filmleri kadar iyi bir film de değil. Ha şunu da belirtmem lazım özellikle Adam Driver’ın oyunculuk performansını iyi bulmadım, fazlası ile boş baktığını, bir hissiyat yaratamadığını düşünüyorum. Yine de 10 üzerinden 7 verebileceğim bir film.

Barış, Mart 2022

One From The Heart | 1982

Francis Ford Coppola’nın 1982 yapımı filminde Frederic Forrest, Teri Garr, Raul Julia ve Nastassja Kinsky başrollerde. Müziklerini Tom Waits’in yaptığı filmin en etkili alanın da burası olduğunu söylemek mümkün.

The Godfather (1972) ile hayatımıza muhteşem bir giriş yapan Coppola, The Godfather II (1974) ve Apocalypse Now (1979) ile gönlümüzde ki ve zihnimizde ki yerini garantilemiş bir yönetmen olarak. 1982’de yaptığı One From The Heart ile yeni bir arayışta olduğunu ve Baba filmlerindeki sinemaya yön verme durumunun bir denemesine giriştiğini gösteriyor. Fakat bu deneme kanattimce hayal kırıklığı oluyor. Zira akabinde gelen yönetmenliklerinde de vasat üstü bir film izleme şansı bulamıyoruz.

Tom waits’in tarzını seviyorsanız tam sizlik bir film olduğunu söylemek mümkün, müzikal olarak izleyeceğiniz filmde çok iyi parçalar yer alıyor. Daha önceki yazılarımda Down by Law’da da Tom Waits’ten bahsetme şansım olmuş, oyuculuk olarak ta, Jim Jarmuch’un elinde parlak bir film ortaya çıkarttığını görmüştük.

Filmin yapılma süreci için Coppolla, I never talk to strangers’ı duymam ile senaryo kafasında oluşmaya başladı diyor. Müzikal anlamda da bizim kulağımız için kolay bir tarz olmadığını belirtmekte fayda var. Her ne kadar müzik evrenseldir dense bile, bizim bağlama ile icra edilen türkülerimiz nasıl yerelse, Amerika’nın country müziği, Waits tarzı düet müzikler, yani sözün ön plana çıktığı, müzikalitenin nispeten geri planda kaldığı müziklerde kendi halkına, kendi kültürüne daha çok hitap ediyor, bizim kültürümüze pek uymuyor diyebilirim.

Neyse, müzikleri bir tarafa bırakırsak, film, canlı gibi görünen yapay bir atmosfer içinde seyrediyor. Stüdyoda oluşturulmuş setin içinden, ruhen ve şeklen çıkamıyor insan. Bu zaten başlı başına bir sorun. Akabinde konu, bir aşk filmi gibi görünse de iki sevgilinin bir günlük ayrılık hikayesi, başka insanlarla birlikte olmaları da hissiyat açısından en azından beni etkilemedi. Yaratıcı bir yapım izledim diyemem, daha çok bol renkli, bol müzikli, anlaşılmaz diyaloglar eşliğinde, Amerikan kültürü üzerine bir deneme izledim diyebilirim.

one from the heart

Tabi baştan sona çok kötü bir yapım diyemem, güzel tatlar bırakan dans sahneleri ve Nastassja Kinsky güzelliği artı haneye yazabilir.

Barış, Nisan 2022

Göster
Gizle