Aşıklar Bayramı (2022) | Özcan Alper

Aşıklar Bayramı, kendi adıma en iyi filmlerden biri saydığım “Sonbahar (2008)”ın yönetmeni Özcan Alper’in son filmi. Yönetmenin kimliği düşünüldüğünde şaşırtıcı bir biçimde Netflix’de yayınlandı.

Kemal Varol’un aynı isimli romanından senaryolaştırılan film. “Sonbahar” sonrası “Gelecek Uzun Sürer (2011)” ve “Rüzgarın Hatırları (2015)” filmleri ile kendine hayli sağlam bir izleyici kitlesi edinmiş ve yakın dönemin en başarılı bulduğum yönetmenlerinden biri olan Özcan Alper için sanırım bir miktar ekonomik olarak refaha kavuşma filmi.

Özcan Alper konusunu kapatmadan önce yollarımızın Artvin ve İstanbul Üniversitesi’nden dolayı kesişiyor olması (her ne kadar Kadıköy’de küçük bir karşılaşma dışında tanışmış olmasak da) ona karşı bakış açımın olumsuz bir taraf içeremeyeceğini belirtmem gerekiyor. Zaten “Sonbahar” gibi hem ideolojik zeminde hem de coğrafi zeminde çok iyi iş çıkartmış ve her iki tarafın da hissiyatını yakalamayı başarmış bir yönetmene ne denilebilir ki.

Efendim, daha önce Gönül(2022) film eleştirimizde ne demiştik, Netflix bozuk saat misali günde iki kez doğruyu gösteriyor. Bu eleştirimizi çoğunlukla platformda yayınlanan Türk yapımlarının niteliksizliğinden dolayı yapmıştık. Aşıklar Bayramı işi o doğru gösterdiği zaman dilimine denk gelen bir yapım.

“Ben o yatılı okullarda her hafta sonu seni bekledim!”

Aşıklar Bayramı, kaba konu olarak, 25 yıl sonra ölmek üzere olan bir babanın oğlunun yanına gelmesi ve ikisinin 3-4 günlük bir yolculuğa çıkmasını anlatıyor. Başrollerini Kıvanç Tatlıtuğ (Yusuf) ve Settar Tanrıöğen’in (Aşık Heves Ali) paylaştığı film de yan karakterlerin çok bir rolü yok, ara ara sahneye giriyorlar ve başrollere işi bırakıp devam ediyorlar. Tam bir dram filmi olarak yolda devam eden film bir taraftan Jim Jarmusha’da selam yolluyor gibi. Bu yolculuk esnasında Özcan Alper’in olağan üstü fotoğraflama yeteneklerini konuşturduğuna da bolca şahit oluyoruz. Nuri Bilge Ceylan bu konuda ne der bilemiyorum ama kendisine bu anlamda iyi bir rakip bulmuş gibi.

İki oyuncu da vasat üstü bir performans ile arzı endam ederken, Kıvanç Tatlıtuğ, “Kelebeğin Rüyası” filminde de böyle bir rol üstlenmişti. Acaba Tarık Akan gibi bir dönüşüm içinde midir bilemiyorum fakat sinema adına doğru yolda olduğunu belirtmek lazım. İçi boş yakışıklı rollerindense böylesi çok daha iyi duruyor üstünde.

“Baba dediğin zaten yarım kalmış bir kelimedir. Babalar hep yarım kalır.”

Aşıklar Bayramı, Kırşehir’den başlayıp Kars’taki Âşıklar Bayramı’nda noktalanan bir güzergah filmi. Bu güzergah içinde Kemal Varol’un uydurduğu Arkanya’da yer alır. Filmde ki 84 Plakalı araç buraya aittir. Mitolaojide ki Pan’ın yaşadığı Arkadia ile bir bağlantısı var mıdır bilemem ama Arkanya’da türküler ve bu türküleri yakan aşıklar yaşıyor. Kırşehir’den başlayıp, Kayseri, Malatya, Elazığ, Erzurum üzerinden Kars’a ulaşan film, bu duraklarda Anadolu’nun aşıklarına ve bu topraklarda yaşayan kültürlerine selam ediyor.

Aşıklar Bayramı için kopukluklar var diyenler oldu, aslında bir kopukluk falan yok. Film asıl konu üzerinde ilerlerken hayat gibi, yandan müdahil olan olayları teferruatlandırma ihtiyacı duymadan akıyor. Sadece benim dikkatimi kameranın sallanma hareketi çekti. Sürekli olmayan ama yer yer sallanan ekran için Özcan Alper’e sormak lazım, bilinçli bir tercih mi(ki ben öyle olduğu kanaatindeyim) yoksa bir hata mı?

Aşıklar Bayramı filmi size çok güçlü bir hikaye vadetmiyor bunu bilerek izleyin. Hikaye güçlü değil ama hayattan ve etkileyici. Aşık Heves Ali’nin son günlerin de kefenini valizine koyup yola çıkışı ve her şehirdeki arkadaşlarına, sevgililerine uğrayarak helalleşmesi, oğlunun da çocukluğunda yaşayamadığı baba-oğul ilişkisini üzücü bir şekilde yaşaması, Anadolu coğrafyasının etkileyiciliği ile birleşerek, türküler ve danslarla süslenerek çok iyi verilmiş.

Özcan Alper filmle ilgili bir röportajda diyor ki “Sinemada yol filmleri her zaman özel bir yerde duruyor. Daha önceki çektiğim filmlerden biri “Gelecek Uzun Sürer” de bir yol filmiydi. Diğer filmlerim içinde de bir yolculuk ya da çıkılmayan yolculuklar bir şekilde oluyordu hep. Hatta filmlerdeki karakterlerimin uzun yolculuğa çıkma istekleri çok belirgindir. Sevdiğim yol filmlerini sıralamam gerekirse, Wim Wenders’ın “Paris, Texas”ı, Zvayagintsev’nin “Dönüş” filmi, Walter Salles’in “Motosiklet Günlüğü” bence çok başarılı ve çok özel yol filmleri. Solans’ın “Yolculuk” filmi de çok sevdiğim ve başarılı yol filmleri arasında diyebilirim.

Yönetmen zaten gerekli açıklamayı yapmış. Hayat bir yolculuk ve sinema bu yolculuktan kesitler sunan bir sahne, içinde ki hikayeler misal “Sonbahar” filmi gibi kendinizden çok şey bulduğunuz bir hal alabiliyor, bazen kendinizden hiçbir şey bulmasanız da yolculuğun kendisi sizi etkileyebiliyor. Bu film de kendinizden çok şey bulabileceğiniz bir hikaye sunabilir, sunmayabilir de, fakat filmi iyi bir film yapan kendi yolculuğunun bizim yolculuğumuzla olan, hikayesel ve görsel teması.

Filmde hem Neşet Ertaş’a hem Aşık Veysel’e selam veriliyor. Zaten Aşık Heves Ali’nin bu yolculuğunda bu toprakların en güçlü ozanlarına selam verilmemesi düşünülemez. Son sahnede Pir Sultan Abdal’ın “Sultan Suyu” türküsü çalınıyor. Şöyle mükemmel bir yorumunu bırakayım da dinleyin.

Sultan Suyu

Neyse, yazımı burada bitiriyorum. Herkes tam anlamıyla tamamlanan, bütün boşlukları doldurulmuş, öyle acayip diyalogları olan bir şeyler izlemek istiyor olabilir. Hayatınıza dönün bir bakın, bir iki dakika düşünün, muhteşem diyalogları olan, tüm boşlukları anlamlandırılmış, geçmişe dönük boğazınızı düğümleyen, çaresizlikle kabullendiğiniz şeyleri düşünün bu film işte bu, kamerasının sallanması da belki bundan, kusursuz olan bir dünya da değiliz ki, kusursuz ilişkilerimiz, hayatlarımız mevcut değil. Babamızla, annemizle bile kurduğumuz ilişkiler, duygusallıklarımız, içimizin ezilmeleri. Ben iyi anladığımı düşündüğüm bir film izledim. Evet bir “Sonbahar” izlemedim ama o doğduğum coğrafya ile beni şekillendiren hissiyatın filmiydi, bu var olduğum daha geniş ailemin filmi. Belki ortam Netflix olmasa çok daha iyi bir iş çıkardı ama bu kadarı bile başarılı ve izlenesi.

Barış, Eylül 2022

The Small Back Room | Küçük Arka Oda (1949)

The Small Back Room – Küçük Arka Oda, Nigel Balchin’in romanından Michael Powell ve Emeric Pressburger’in senaryolaştırıp aynı zamanda yönettikleri İngiliz yapımı filmdir.

David Farrar, Jack Hawkins, Kathleen Byron, Michael Gough gibi oyuncuların başrolde yer aldıkları film, Powell-Pressburger ekibinin önceki filmleri kadar büyük bir gişe yapamasa da yıllar içinde oluşan genel kanı bu ikilinin en iyi ve en olgun filmleri olduğudur.

The Small Back Room

The Small Back Room – Küçük Arka Oda, ingiltere’de çekilen bir film olsa da Fransızların deyimi ile “film noir” yani Kara film örneklerinden biri olarak kabul görmüştür. Kısaca; kahramanlarını çürümüş ve itici bir dünyanın içine yerleştiren ve anti kahraman tanımını karşılayan karakterlerin var olduğu bir sinemadan bahsediyoruz. Hollywood için kabaca 1940’ların başından 1950’lerin sonuna kadar ki bir süreç içinde suç filmlerini tanımlamak için kullanılması yaygındır. Az ışık, siyah beyaz çekimler ilk dikkat çeken taraflarını oluşturur. İlk kez 1946 yılında Fransız eleştirmen Nino Frank tarafından Hollywood filmleri için kullanılan kara film terimi, zamanında bir türü özellikle yapmak adına yapılmamış, hali hazırda yapılmış olan filmlere sonradan verilen bir isim olmuştur.

“Hayatta yaşamaya değer bir dolu şey varken, sen kendine acımaya devam et!”

Sinemada ki gişe başarısızlığının savaştan sadece 4 yıl sonra, 2. Dünya Savaşı sırasında geçmesine bağlanan filmin konusu kısaca şöyle; Almanlar, İngiltere’ye bubi tuzaklı bombalar atmıştır ve bu bombaların patlaması ile insanlar ölmektedir. Bu bombaları imha görevini üstlenmiş olan Sammy Rice (David Farrar) bir bilim insanıdır ama savaşta kaybettiği bacağının travması sürekli olarak yanında gezmektedir. Alkol problemi ağrılarının acısını dindirmese de unutmasını sağlamaktadır. Bu bombaları imha bakanlığında ki sekreteri Susan (Kathleen Byron) aynı zamanda Sammy’nin sevgilisidir ve onun terapistide olmuş durumdadır.

Başroldeki David Farrar’ın başarılı oyunculuğu film için ilk öne çıkan unsurdur. “Zor, sinir bozucu ama birçok harika an ve hatırayla. Yıldız olmayı yalnız bir iş olarak buldum. Arkadaşım yok. Bu üzücü değil mi?” diyerek kendinden bahseden oyuncu belki de hayata yaklaşım tarzını çok iyi yansıttığı bir rol oynamış durumda. David Farrar’ın performansı filmde ki karakterin kişisel hikâyesini hem daha ilginç hem de daha güçlü hale getiriyor. Kaybettiği bacağının travmasını atlatamayan bir adam olarak ilişkileri de sıkıntılı ve aslına bakarsanız yalnız. Alkol ciddi bir sığınak noktası ve filmde ki bu vurgu, bizim bir eleştiri yapmamıza olanak tanımaz derecede. Öylesine hem oyuncunun oyunculuğu ile hem de yönetmenlerin sahne vurgusu ile net bir şekilde verilmiş ki, evet öyle olması gerektiğine iknayız.

Bu karakterimize rağmen işini yapmaya çalışan bir bilim insanı aynı zamanda. Tehlikeli, ölümle burun buruna gelinen görevlere gitmekten asla terettüt etmiyor. Filmin bir gerilim filmi olarak asıl başarısı işte bu sahnelerde bize yaşatmayı başardığı hissiyat. Bizde karakterle birlikte ölümle burun buruna geliyor ve terliyoruz.

2.Dünya Savaşı ortamı içinde ki Politik ve bürokratik çekişmeler ve iktidar kavgaları ve bu işini yapmaya çalışan bilim adamı veya adamları öyle açık ve net anlatılmış ki, bu insanlarla birlikte bizde aynı duyguları ve çabayı gösteriyoruz.

Farrar’ın oyunculuğu içinde sevdiği kadına verdiği acı ve duyumsadığı vicdan azabı, bununla birlikte hayatta ki çaresizliği bizim içinde aynı duyguları yaşadığımız bir yer oluyor adeta.

Filmin, sonlardaki gerilimi yüksek bölümü özellikle klasikler arasında gösterilebilecek bir sahne. Bubi tuzağının çalışma mantığını keşfetme ve patlayıcıyı etkisiz hâle getirmeye çalışma bölümü sağlam bir gerilim yaratmayı başarıyor.

Mubi Türkiye’de izlediğim The Small Back Room – Küçük Arka Oda, fiziksel olarak tahrip olmuş aynı zamanda da ruhsal olarak ta aynı tahribatı yaşamış bir adamın, her şeye rağmen sorumluluk alarak işini yaptığı ve sevginin iyileştiriciliğine inanmamızı sağladığı basit ama güçlü hikâyesi ve oyunculuğu ile izlenesi bir film. Zaman zaman fazlaca kasvetli ilerlese de asla yabana atılacak bir film değil.

Barış, Eylül 2022

The Kid | Yumurcak (1921) – Charles Chaplin

The Kid bizde ki ismi ile Yumurcak, Şarlo kısaltması ile tanıdığımız Charles Chaplin’in 1921 yapımı siyah beyaz ve sessiz filmidir. Charles Chaplin, filmin senaryosunu yazmış, yönetmenliğini yapmış ve başrolünü oynamıştır. Tramp – Serseri) karakterini canlandırılan Chaplin’e, Jackie Coogan (The Child), Carl Miller (The Man) ve Edna Purviance (The Women) eşlik eder. Edna Purviance için artı bir parantez açarsak 20 Şarlo filminde oynamış bir kadın karakter olduğunu da belirtmemiz lazım.

Charles Chaplin’in yönettiği ilk uzun metrajlı film olma özelliği ile de önemli bir film olan The Kid, Yumurcak filminin konusu kısaca şöyle; bir kadın yeni doğum yapmıştır fakirdir ve eşi tarafından terk edilmiş durumdadır. Zengin bir ailenin evininin önünden geçerken bebeğini park etmiş olan otomobilin arka koltuğuna bir not yazarak bırakır. Kaderin cilvesi olarak, tam bir işsiz güçsüz olan Tramp çocuğu bulur ve onu büyütmeye başlar. Bu süreçte çocuk için fakir ama sevgi dolu bir yaşam oluşmuştur. Tabi araya bazı velayet sorunları girecektir.

The Kid, Yumurcak dövüş sahnesi

Chaplin’in sinema dünyasını değiştiren “serseri” karakteri ki biz “Şarlo” diyoruz; sempatik, sakar ve sevimlidir. The kid, Yumurcak filminde de bu karakterin tüm yönleri ile hakkını verir.

“Hayat yakın planda trajedi, geniş açıda komedidir.” Chaplin

Özellikle Türkiye’de çok sevilen bir oyuncu olan Şarlo, samimiyet ve bizden biriymiş gibi duran imajı ile Keman Sunal’ın Şaban karakterini andırır bize. Chaplin, sinemanın başka bir unsuru olmayı başarmış bir yönetmen ve oyuncudur. 1900’lu yıllarda sert biçimde oluşmaya başlamış olan sanayi toplumu ve kapitalizmin acımasız ayak seslerinin çok önceleri görüp eleştirmeye başlamış birisidir. Fakir halkının yaşantısını sessiz sinemanın tüm olanaksızlığına rağmen net ve gerçekçi bir biçimde aktarmayı başarmıştır. Şarlo, komiktir, fakir ve serseridir ama boyun eğmez güldürür ve aklını kullanmayı başarır. Seyirci onunla hem güler hem de etrafında olup bitenden haberdar olur.

The Kid, Yumurcak – Pankek sahnesi

Oyuncuların tek bir kelime etmeden sevgiyi, hüznü, komediyi, çaresizlik ve çareyi, isyanı bu derece başarılı bir şekilde anlata bildiği film sayısı kaçtır bilemiyorum. Şarlo’nun da en sevilen filmlerinden biri olan bu film tüm duyguları bakışlarla ve oyuncularının vücut diliyle vermeyi başardığı nefis filmlerden biri.

“Konuşursam beni sadece İngilizce bilenler anlayacak ama sessiz bir filmi herkes anlayabilir. Dünya Amerika’dan ibaret değil.” – Chaplin

The Kid, Yumurcak; “Gülümseyen ve belki de gözü yaşlı bir film” yazısıyla başlayan, dramı mizahla örtüp bize sunan, Chaplin’in filmolojisi içinde de özel bir yere sahip bir film. Mutlaka izlenmesi gereken yapımlardan biri.

Barış, Ağustos 2022

Leon Morin, Pretre | Rahip Leon Morin (1961) – Jean-Pierre Melville

Rahip Leon Morin; geçen yıl aramızdan ayrılan 1933 doğumlu ünlü Fransız oyuncu Jean-Paul Belmondo’nun Leon Morin rolü ile muhteşem oyunculuk gösterdiği ve ona eşlik eden Barny rolündeki Emmanuelle Riva’nın da Belmando’dan aşağı kalmadığı tam bir sinemasal şölen olarak, Fransız yönetmen Jean Pierre Melville’nin, Béatrix Beck’in ödüllü romanından sinemaya hakkı ile uyarladığı bir film.

Barny, Nazilerin Fransa’yı işgali sırasında kocası öldürülmüş olan dul bir annedir . Barny din konusunda alaycıdır, inançsızdır ve aynı zamanda komünist görüşlere sahiptir. Sırf dalga geçmek için girdiği günah çıkartma kabininde genç rahip Léon Morin’e konuşur, katolikliği eleştirir, dini hicvederek rahibi kışkırtmaya çalışsa da Léon onu dinle ilgili entelektüel bir tartışmaya sokar.

İkili arasında başlayan bu konuşma sekasnsları dini bir film izleyeceğimiz izlenimi verse de oluşan cinsel gerilim ortamı ve ikilinin birbirlerine olan yaklaşımları bir anda dram ve psikolojik bir boyut oluşturur. Arka planda savaş devam eder, askerler köye girer, Barny’in etrafındaki insanların tutumları gösterilir ve her şey o derece olağan ve tartışmalar, içsel konuşmalar öylesine ustalıkla verilir ki izlediğimiz şeyin büyüsü bir anda bizi sarar.

Jean-Pierre Grumbach adıyla , 1917’de dünayay gelen Fransız yönetmen kendi hayat bakışı ve siyasi tutumu ile de enteresan biridir. Melville takma ismi ile Özgür Fransız güçlerine katılarak, Nazilere karşı savaştıktan sonra bu soyadını bırakmamış. 1959’da Jean -Luc Godard ve François Truffaut’un aralarında olduğu bir kaç sıra dışı yönetmen olarak “Yeni Dalga” diye isimlendirilen dönemin başlatıcılarından biri oldu. Melville kurallara göre oynamayı reddeden biri olarak her zaman yenilikçi olmayı deneyen bir yönetmendi.

Yeni Dalga serüveninden ayrılan Melville’in bu dönem için ilk filmi Rahip Leon Marin’dir. Melville için Fransız Yeni Dalgasının Vaftiz Babası denir ama onun etki alanı sadece bu kadar değil. Martin Scorsese, Quentin Tarantino, Jim Jarmusch, Michael Mann, Johnnie To, John Woo, Takeshi Kitano, Hossein Amini ve Aki Kaurismäki gibi günümüzün büyük olarak adlandırılan yönetmenlerinin favori yönetmenidir ve etkileyicisidir aynı zamanda.

“Şu an uzakta olan savaşın güçlüklerini hatırlatan tek şey sansürdü.”

Dini referanslar ile ilerler görünen filmin asıl etki alanı bu bölümden ziyade, kadın ve erkek arasında ki o cinsel dürtünün, dini inançlar ve ahlaki ikilemler ile sunulması. Senaryo dini ilgiyi kendisine bir çıkış noktası alarak almış durumda fakat din kadar aşk ve cinsellik de hikâyenin tam göbeğinde. Kaçınılmaz bir yaklaşım olarak izlediğimiz şey hayatlarımızı belirleyen olgulardan ziyade insan olarak başka bir insanla kurduğumuz ilişkinin, hayat ve toplum olguları ile çatışması. Yakışıklı ve karizması ile rahip Morin sadece Barny’yi değil kasabadaki pek çok kadını cezbeder halde. Rahip kimliğinin ağırlığı ve sağlam bir ahlaki duruş sergilemesine rağmen bu yönelim değişmediği gibi daha da artar gözüküyor.

Rahip Leon Morin, izleyici olarak bir bakıma bizi ters köşe yapmayı da başarıyor diyebiliriz. Savaşın ayak seslerini duyumsuyoruz, yoksulluk, çaresizlik, tükenmişlik bunları anlayabiliyor ve savaş gibi bir acımasızlığın içinde filizlenen aşk ve cinselliğin, zaman ve mekândan bağımsız olarak ortaya çıkışı ilk bakışta yadsınacakmış gibi görünse de, filmin en büyük başarısını tam bu noktada buluyoruz. Din ve cinsellik gibi bambaşka yerlerde duran iki kavramı – hem de bu ortam içinde – çok naif, zorlama ve rahatsız edici bir unsur oluşturmadan bir araya getirip sunmayı başarması filmin iyi bir film boyutuna gelmesinde ki en büyük etken.

“Gece düşündüm. Tanrı inancı, evreni cennete uzanan bir merdivene dönüştürüyor…”

Ateist bir insan ile bir din adamının konuşması aslında kendi hayatlarımız içinde de başlı başına enteresan ve ilgi çekici bir konu değil midir? Burada ki başarı filmin içinde çok önemli bir yer tutan bu sohbet kısımlarının diyaloglarının etkili, net ve akıllıca yazılmış, ondan da ziyade oynanmış olmasından kaynaklanıyor. Jean-Pierre Melville’in hakkını tam bu noktatada özellikle teslim etmemiz gerekiyor. Sadeliğin bir başarı olduğunu bize net bir biçimde kanıtlıyor. Sinemasal dilinin herhangi bir teknik gösterişe yönelmeden olayların ve anlık durumların ruhuna uygun bir yönetim göstermiş olması. Filmin etkisini çok daha çarpıcı bir hale getirmiş.

“Ruhum bir geneleve dönüşmüştü”

Uzun yılların tartışmasıdır. Çok kışkırtıcı bir cümle olarak ta, günah çıkarma kabinine girer girmez Barny’in ilk söz “Din halkın afyonudur” demesi, bir rahibin buna göstereceği tepkiden emin olması ama aldığı yanıtlarla din ve inanmak konusunda kendi katılığını da sorgulamaya başlaması filmin vermek istediği mesajında kısa bir özeti durumunda. Film bir din veya komünizm propagandası yapmıyor, din adamı olarak rahibin temsil ettiği – aslında burada var olandan ziyade idealden bahsetmek lazım – dinin söylemleri ile kadının komünist inançlarının örtüşme anlarını vurgu olarak vermeden, gösteriyor seyirciye.

“-Din insanların afyonudur.

-Pek sayılmaz.

-Burjuvazi tarafından kendi çıkarları doğrultusunda sulandırıldı.

-Kilisenin işçi sınıfını kaybettiği doğru. Ama geri kazanmak için savaşıyoruz. Haksızlık bir Hristiyan’ın kalbini korku ile doldurur.

-Din saf haliyle kalmış olsa bile, bu onun doğru olduğunu ispatlamaz.

-Elbette ispatlamaz. İyi ki geldiniz.

-Bir düşman olarak geldim.

-Sanmam. İnsanın hatalarını kabul etmesinin kolay olmadığını biliyorum.

-Tanrıya inanmadığım için bu bir sorun değil.

– Gururlusunuz, değil mi?

– Evet.

– Yalan konuşur musunuz?

– Evet.

– Bir şey çaldınız mı?

– Evet.

– Ne çaldınız?

– Yiyecek.

– Öfkelendiğiniz olur mu?

– Evet.

-İffetsizlik ediyor musunuz?

-Bilmem.

-Başkaları için kendinizden ödün verir misiniz?

-Sadece kızım için.

– Yeteneklerinizi tam olarak kullandığınızı düşünüyor musunuz?

– Hayır.

-Aziz Paul “Sen olsaydın, dünya daha güzel olurdu” demiş. Güzelce günah çıkardınız. Şimdi af dileyin.

-Kimden?

-Bilinmeyenden.

-Buradan çıkıp Taş zeminde diz çökün. Dizleriniz acıyacak. Orada istediğiniz duayı edin.

-İyi de inançlı biri değilim ki. Yalandan dua etmek gülünç olur.

-Dua edenler her zaman gülünçtür. Dua ettikleri kişiyle aralarında bir tür boşluk bulunur.

-Hıristiyan ahlakına uygun olarak yaşamayı seçmiş olsam tövbe edebilirdim.”

Film felsefi olarakta tarafsızlığını koruyor. Mutlak iyi ve kötü için bizi yönlendirmeyi seçmiyor. Özellikle savaşın taraflarını karşılıklı bir ön yargısızlık ile gösteriyor. Bu izleyici için bir açılım, ufuk açıklığı. Kimin iyi kimin kötü olduğu birey olarak bizim netleşemeyeceğimiz bir konu. Örnek; Nazilerin sert tutumları gösterilirken Alman subayın küçük bir kıza babacan davranışı da gösteriliyor. Amerikan askerlerinin kadını taciz etmesi de veriliyor. İyi ve kötü kavramlarının bilinen dşınıda bir sorgusu bu…

Rahip Leon Morin filmi için özellikle değinmeden yazımızı bitiremeyeceğimiz bir şey daha var. İki başrol oyuncusunun olağan üstü performansları: Emmanuelle Riva’nın savaşın ve bastırdığı duyguların karmaşıklığı ile yaşayan ama öte taraftan güçlü bir kadın karakteri izleyici olarak bizler üstünde derin bir iz bırakacak türden. Belmondo’nun fiziksel çekicilik ve karizmatik tavrının, dinsel kimlik birleşiminden ortaya çıkan çelişki ve ahlaki bir sadelik ile vurguladığı üstün insan modeli bizi de etkisi altına alıyor. Onun söylemleri, yol göstericiliği ve fikirleri bizim kendi hayat hikayemiz içinde sorgulayıcı bir taraf kazandırıyor. Bu öyle kolay bir durum değil, anında antipati yaratması olası bir kalkışmanın Belmondo gibi bir oyuncunun olaya hakimiyeti ile açıklanabilir belki belki de yönetmenin ondan istediği şeyi kusursuzca ortaya koyması ile…

Sinema tarihinin en iyi filmlerinden birini izlediğimiz muhakkak. Savaş, din, cinsel arzuların bu derece estetik ve sadelikle verildiği başka bir yapım zor izlenir.

Barış, Ağustos 2022

Vizontele (2001)

Vizontele, Senaryosunu Yılmaz Erdoğan’ın yazdığı ve Ömer Faruk Sorak ile birlikte yönettiği film. Çok geniş bir oyuncu kadrosu var. Yılmaz Erdoğan, Demet Akbağ, Altan Erkekli, Cem Yılmaz, Tolga Çevik, Cezmi Baskın, Zeynep Tokuş, Erdal Tosun, Şafak Sezer, Erkan Can liste uzayıp gidiyor.

“Yok benim dedem şöyle büyük ağaymış da, yok benim dedemin katırları kimsede yokmuş da. Beni methetme kardeşim bana para ver.”

Vizontele, kaba konu olarak 1974’de Van‘ın Gevaş ilçesine televizyon gelmesini anlatıyor. O vakitler televizyonun ne olduğu hakkında kimsenin bir bilgisi yok, her şeyin en son ulaştığı doğuda, TRT bir ekip ile televizyon gönderir, ekip televizyonu bırakıp gider. Belediye Başkanı Nazmi (Altan Erkekli) televizyonun kurulması işini Deli Emin’e (Yılmaz Erdoğan) verir. Belediye Başkanının eşi olan Siti Ana (Demet Akbağ), imam Mela Hüseyin (Erkan Can) ile bu işe karşı çıkar.

“-Bu alet, radyonun resimlisidir.

-Nasıl yani?

-Ya güzel kardeşim! Şimdi radyoda Zeki Müren şarkı söylemiyor mu?

-Söylüyor.

-İşte onu söylerken hem dinleyip hem göreceksiniz, aynı anda.

-Peki Zeki Müren de bizi görecek mi?

-Vallahi orasını ben de bilmiyorum.

-E görürse iyi değil. Ev halidir kardeşim, insan icabında donla geziyor. Koskoca Zeki Müren’e karşı olur mu?”

Aslında Yılmaz Erdoğan’ın kendi çocukluğuna ait bir anısının filmleştirilmiş halidir, Vizontele. Konusundan ziyade süreçle ve anlık diyaloglarla ilgili bir filmdir. Karakterler ve diyaloglar öylesine benimsenmiştir ki, günlük hayatınızın içinde belki de farkına varmadan kullanır olmuşsunuzdur. Misal “Zeki Müren’de bizi görecek mi?”

Filmin asıl başarısı işte bu yukarıda belirttiğim durumdur. Çok fazla samimiyet ve iyi niyet taşır, kötü karakter diye bir şey yoktur. En kötüsü Sinemacı Latif’tir. (Cezmi Baskın) varın gerisini siz düşünün.

“O zamanlar kaymakamın bir kızı vardı ya, Leman. Saçları taa buralarında. Rüzgarda yürüdü mü sanki pelerin sahibi bir balerin gibi oluyordu. O gün de maça gelmiş. Ben devamlı terliyorum, daha maç başlamadan ha. Neyse maç başladı, hemen bir korner oldu, korneri bizim Rıfat atmıştı. Yükseldim topa, ikinci dakikada köşeye taktım. Alkış kıyamet, bir döndüm bizim Leman ayağa kalkmış alkışlıyor.

-Kaç sene kalmıştı o kız burada?

-2 sene. Giderken bana bir mektup bırakmıştı, İzmir’e gelirsen ara diye. Ben de 5 sene sonra gittim.

-Ee bulabildin mi?

-Buldum, hatta bir de çay içtik. Ben, o, bir de kocası. O ara golü yemişiz haberimiz yok anlayacağın. Burası için en güzel lafı Sadık Hoca söylemişti.

-Hangi Sadık Hoca?

-Lisede edebiyat öğretmeni yok muydu Afyonlu? Hayal kırıklığının başkenti demişti.

Komedi ve dramı hem oyunculuk hem de diyalogları ile bu derece başarılı verebilen çok az film vardır. Oyuncuların özelliklede Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz ve Şafak Sezer’in başarıları, karakterlerine bürünmeleri, diyaloglarını kendilerinden hale getirmeleri, filmi de başka bir seviyeye çıkartmayı başarmıştır.

“İnsan memleketini niye sever ? Başka çaresi yoktur da ondan. Ama biz biliriz ki bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen burası dünyanın en güzel yeridir. Dünyanın en güzel yerini sevmezsen orası dünyanın en güzel yeri değildir.”

Vizontele, sinema izleyici için karmaşık bir durum yaratır. Bir filmi iyi yapan nedir? Sinema klasiği haline gelen bir film neden klasik olur? Evrensel olmak durumunda mıdır? Aslında başlı başına bir kavram daha var iyi film demek yada bir filmi beğenmek için, bu kavram yeri geldiği zaman tüm sinemasal jargonun, tüm sinemasal değerlerin önüne geçer. “Duygu” izlerken size nasıl hissettirdiği ile ilgili bir durumdur bu, başka hiçbir şeyin önemi kalmaz. Sıcak, samimi geldiği zaman sizin için iyi bir film olur çıkar.

Deli Emin – Çeşmi Siyahım

“Anamın en sevdiği türküdür bu. Bazen radyoda çalıyorlar, ben de dinletmek için koşuyorum fakat bir türlü yetişemiyorum. Ya türkü çok kısadır, ya mezarı çok uzağa yapmışım. Bir seferinde, geçen sene, ben buradan geçerken çalmaya başladı. Tam koştum anamın yanına geldim, bu sefer de pil bitti. Gerçi ben sonra bitmeyen bir pil yaptım ama.”

Filmin müzikleri belki de filmden daha da iyidir. Kardeş Türküler tarafından albüm olarak da çıkan müzikler, her türlü duyguyu derinleştirmede çok başarılı bir iş görmüştür.

Kardeş Türküler – Vizontele – Pawanekani

“Baba akü yok. Baba akü komple yok, çalmışlar. Kaputu açmışlar bir de aküyü çalmışlar. Kaputu açtınız bari aküyü çalmayın. Aküyü çalmamış olsalar hani…”

Müziği ile, oyunculuklar ile, diyalogları ile, komedi ve duygusallığı birleştirmeyi çok iyi başarmış olması ile izlemenizi tavsiye ettiğim bir film, Vizontele. Hala izlemmişseniz tabii…

Barış, Temmuz 2022

The Great Train Robbery | Büyük Tren Soygunu (1903)

The Great Train Robbery, Büyük Tren Soygunu; yaşamı boyunca 313 film yönetmiş olan Edwin S. Porter (1870–1941), 1903 yılında büyük bir devrime neden olan, o dönem için çok uzun bir film sayabileceğimiz 11 dakikalık bu filmi çekmiştir.

Porter hem makinist hem de tamirci olarak çalışmıştır. Daha sonra Edison Manufacturing Company için yönetmen ve kameraman oldu. Porter, Nikelodeonların popülaritesinden doğan yeni endüstriyel sisteme direnmek, hem de haftada 85 dolardan fazla kazanamadığı için 1909’da Edison’dan ayrıldı ve 1912’de Ünlü Oyuncular Film Şirketi’ni kurdu. Kendisini milyoner edecek olan Simplex film projektörünün geliştiricisidir.

The Great Train Robbery, Büyük Tren Soygunu filminin; A.C. Abadie, Gilbert M. ‘Broncho Billy’ Anderson, George Barnes, Justus D. Barnes, Walter Cameron, John Manus Dougherty Sr., Donald Gallaher, Frank Hanaway, Adam Charles Hayman ve Morgan Jones oyuncu kadrosunu oluşturur.

Tarihin ilk Western’i

The Great Train Robbery – Büyük Tren Soygunu, Edwin S. Porter’in 1896 yılında oynanan “Scott Marble” oyunundan esinlenerek çektiği 11 dakikalık bu film, o günün nitelikleriyle bir devrim özelliği taşır. Sessiz film olmasına rağmen son sahnede ki seyircilere doğru ateş etme finali dönemin insanlarını hayli ürküttüğü bilinir.

Büyük Tren Soygunu

Bugünün şartları ile değerlendirildiğinde komedi türüne girse de, 1903 olarak düşündüğünüzde başarılı bir westerdir. Sinemanın ilk westerni olarak kabul edilir. Garda ki telgraf istasyonundan başlayıp, hırsızlardan birinin elinde 44 Magnum model bir tabancayla seyircilere ateş etmesi ile biter. Aslında 11 dakika günümüz standartlarında kısa film olarak değerlendirilse de o günün koşullarında bildiğiniz uzun metraj sinema filmidir.

1928 yılında yapılan The Jazz Singer filmine kadar sinema sessizdi. Ara sayfalar eklenerek yazı olarak konuşmaların verildiği filmler yapılmıştı. 1895 tarihli “Bir Trenin La Ciotat Garına Gelişi” adlı film, tarihin ilk sinema filmi olarak kabul ediliyor. Paris’te yayınlanan bu gösteri trenin salona gireceğini düşünen seyirciyi dehşete düşürmüştür. Aynı durum The Great Train Robbery, Büyük Tren Soygunu filminin son sahnesi içinde geçerli olan keyifli bir anekdottur.

Film, paralel düzenleme, küçük kamera hareketi, yer çekimi ve daha az sahneye bağlı kamera yerleştirme dahil olmak üzere çoğu kez ilk defa uygulanan bir dizi yenilikçi teknik kullanmıştır. Sinemanın serüveninin nereden nereye olduğunu görmek açısından izlemesi çok keyifli bir filimdir.

Barış, Temmuz 2022

Mr. Klein | Kaderi Arayan Adam (1976) – Joseph Losey

Mr. Klein, bizde ki ismi ile Kaderini Arayan Adam, ABD’li yönetmen Joseph Losey’nin Nazi karşıtı filmidir. Baş rollerde Alain Delon, Jeanne Moreau ve Francine Bergé oynamıştır.

II. Dünya Savaşı yıllarında Nazi işgaline uğramış Fransa’da Yahudilerin ellerindeki değerli eşyaları alıp satan Klein’in hikayesidir.

İnsanların çaresizliğinden istifade ederek zenginleşen ve bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın felsefesi ile yaşayan Klein için işler kendi istediği gibi gitmeyeceği bir an gelir. Ne vicdani ne de ahlaki yönü gelişmemiş, fırsatçı bir pislik olan karakterimizin hayat bir isim benzerliği – kaderin garip bir cilvesi- sonucu tamamen değişime uğrar.

Yönetmen Joseph Losey, felsefe mezunudur ve tiyatro ile de hayli ilgilenmiş biridir. Almanya’da Bertolt Brecht ile çalışma fırsatı bulmuştur. Tam bu noktada Brecht etkilerinin filmin her alanında göründüğünü belirtmekte fayda var. Bertol Brecht, dramatik tiyatronun antitezinin yaratıcısıdır. Özellikle yabancılaştırma ve anlatıma dayalı bir tiyatro türünün kurucusu kabul edilir. Losey üzerinde ki etkisini açıkça görebileceğimiz bir filmdir, Kaderini arayan adam.

Franz Kafka’nın Dava kitabını okuyanlar filmle daha rahat ilişki kurabileceklerdir. Hatta, Bay K, belki de Mr. Klein’in kendisi olabilir. Klein’in artan dozda ve giderek bir tutkuya dönüştürdüğü merakı ve bu merakın peşinden sürüklediği hayatı biz izleyiciler içinde bir cevap arama gizemine dönüşüyor.

Savaş yıllarının acımasız ortamı, insani duyguların yitimi sanırım 2. Dünya savaşını konu alan her film için bir arka plan olmak durumunda, bu arka plan zaman zaman ön plana dönüşür, zaman zaman yaşanılan trajedinin yarattığı diyaloglar ile, zaman zaman gözlere yansıyan dramın izleri ile kendini gösterir. İzleyicisine dönemi aksettirir.

Mr. Klein’in film başındaki insanlıktan çıkmış hali ile sonlara yaklaştığımızdaki durumu ne kadarda farklıdır. Klein’in etrafında örülen gizem, izleyici olarak durumun Klein ile farkına varmamızı sağlayan bir durum haline de dönüşür. Bizde Klein ile birlikte insani değerlere erişir, acıyı ve dramı hissetmeye başlarız. Hala çözülmesi gereke konular vardır ama artık bunların bir önemi kalmamış durumdadır. Özellikle Alain Delon’un ustalıklı oyunculuğu, anlatılmak isteneni, duruşu, bakışı, gözleri, elleri, yani vücut dili ile vermeyi başarışı çokça örneğini gördüğümüz nazi dönem filmleri içinden, filmi ayrıştıran önemli bir unsur haline gelmiş gibi duruyor. Böylesi bir ustalığı izlemek başlı başına keyif.

Mr. Klein – Trailer

Losey, yarın sen, ben olabilirsin teması ile empati kurmamızı da ister. Salt kötülüğün Klein etrafında karşılıksız kalmayacağını özellikle vurgularken, geçmişten alınacak bir ders olması gerektiğini de belirtir.

Kimliklerimiz konusunda aslında elimizdeki değerler, minicik tesadüfler sonucu oluşmuş durumda. Kendi konfor alanındaki insan bunun sorgusunu yapmayı istemez. Başka hayatlar ile empati kurmak konfor alanından çıkmak ve acı bir yüzleşmeye girmek demektir. Ya hayat! Bazen istemeden yapmak durumunda kaldığımız bu sorgulama, kendi kimliğimizi kaybetme ve başka bir kimliğe geçiş bizi yeni bir insan yapmaz mı? Mr. Klein içinde nefret edilen adamdan, sempati duyacağımız bir hale değişimi, yaptıklarının bedelini ödemek istemesi ve bu bedeli zorla değil kendi insani duygularını keşfetmesi ile ödemek istemesi aslında ilham vericidir.

Kaderini arayan adam, karakterlerinin birbirleri ile olan temaslarını anlamak açısında zorlayıcı bir film olsa da, bireyin kendi özgür iradesi ile değiştiği nokta açısından çok iyi bir film. Kafanız karışabilir ama duygularınız sizi sonuna götürecektir. İzlenmesi gereken bir film notu ile paylaşıyorum. 8/10

Barış, Temmuz 2022

Buh-Ning | Burning |Şüphe (2018) – Lee Chang-dong

Buh-Ning (Beoning) Korece, Burning İngilizce ve bizdeki ismi ile Şüphe; Haruki Murakami’nin 1992’deyazdığı kısa hikâyesinden sinemaya uyarlanmış bir film. 1954 Güney Kore doğumlu yönetmen Chang-dong Lee’nin 6. uzun metraj filmi.

“Murakami’nin bu kısa öyküsünde büyük bir gizem gördüm ve bunun bir dizi gizeme dönüşebileceğine inandım.” diyen yönetmen son filminden sekiz yıl sonra çektiği bu filmi ile Cannes’da sinema yazarlarının ödülüne sahip olmuş.

Burning’in temel anlatısı, hamallık yaparken ilk romanı üzerine çalışan yazar adayı Lee (Yoo Ah-in) var. Çocukluk aşkı diyebileceğimiz Haemi (Jeon Jong-seo)’yle karşılaşıyor ve Afrika’ya seyahat edeceğini öğreniyor. O seyahatte iken kedisine bakmayı kabul ediyor. Haemi Afrika’dan zengin bir erkek olan Ben (Steven Yeun)’le dönünce işler karmaşık bir hal almaya başlıyor. Artık film bu üç karakter arasındaki ilişkileri gösteriyor bize. William Faulkner hayranı olan Lee, kendisinde eksik olan ne varsa Ben’de buluyor bu eksikleri. Buna rağmen film boyunca genç yazar adayımızın anlamlandırmadığı şeyler olduğunu anlıyoruz, zengin bir adamın fakir bir kızı neden yanında tuttuğu gibi, yemeğini vermekle görevli olduğu kediyi evde hiç bir zaman görememek gibi. Bu şüpheci ortam, bizim izleme hissiyatımızın içine de sirayet etmekte gecikmez.

“Film, sosyal, kültürel, ekonomik yönleri ele alıyor. Sanat, sinema filmin içine gizlenmiş, gizlenmiş birçok şey daha var ve her şeyi açıklamak istemedim. Ben sadece olayları çok sinematografik bir tarzda göstermek istedim. Seyircinin filme basit bir gerilim filmi gibi bakmasını istiyorum.” diyor yönetmenimiz Chang-dong Lee. Fakat sinema kendi filmini bile açıklasa böyle işleyen bir olgu değil. Aynı şeyi diğer sanat dalları içinde rahatlıkla söyleyebiliriz. Eseri yapan ne yapmak istediğini anlatsa bile eser, sizin anladığınız ve anlamlandırmak istediğiniz şey olur.

Filmin asıl başarısı yarattığı huzursuzluk duygusu. İki saati geçen film boyunca aslında her şey normal ve sıradanmış gibi görünmesine rağmen sürekli bir tedirginlik durumu var. Yarattığı bu hissiyat öylesine bizi sarıyor ve geriyor ki, bir noktadan sonra filmden de yaşadığınız o andan da çıkmak istiyorsunuz. Fakat bilirsiniz insanın başına ne gelirse meraktan gelir derler, bu huzursuzluk ve gerilim merakımızı daha da körükledikçe hem andan çıkamıyoruz hem de filmi bırakamıyoruz.

Filmin şüphesiz en vurucu sahnesi üç karakter arasında geçen konuşmanın yapıldığı, kadının soyunarak yaptığı dans ile ağlaması, sessizlik anı, kameranın Kuzey Kore’ye doğru bakışı ile yaratılan hüzün. Lee burada sadece, babasını ve çocukluğunu da Ben’e anlatması ile Ben hobisini açıklaması ve sonrasında Lee’nin kontrolünü tamamen kaybetmesi. Üç oyuncunun (Ah-In Yoo, Steven Yeun ve Jong-seo Jun) bu sahnedeki muhteşem performansları ile yönetmenin kamerasının dönüşü, müthiş bir sinema keyfi yaşamamızı sağlıyor.

“Kendini bir şeyin var olduğuna ikna ettikten sonra, var olmadığına inanmak artık zordur”

Gerçek var olan hayatlarımız için bile açıklanması zor bir unsurken, zira duyu ile algıladıklarımızın tam anlamı ile gerçek olduğu kabulü yaygın bir kabuldür ama hayat bağlamında, beklentilerimiz, korkularımız, isteklerimiz, özlemlerimiz duyduklarımızın belirlediği gerçeklikle uyuşmadığı da aşikardır. Burning, Şüphe filminde kadının Lee ile ortak geçmişleri için anlattıkları ile Lee’nin bu anlatılanları hatırlayamaması, bir kedinin bile olup olmadığı kargaşası, seranın gerçekten yakılıp yakılmadığı gibi olaylar, Lee gibi bizi de ikileme düşüren unsurlar.

Burning trailer

Durup üzerinde uzun uzadıya düşünmediğimiz duygularımızın bir hikâyesi belki de film, değindiği alt sınıf, üst sınıf kavramları ile sosyolojik olarak ta bir sistem eleştirisi koyuyor ortaya. Yaratmayı başardığı gerilim ki asıl başarısı bu iddia ile ortaya çıkmıyor oluşunda, seyirciyi yavaş yavaş ele geçirme de ustalık, yönetmeninin de bir yazar oluşundan belki de. Bir yazarı çok iyi anlamış başka bir yazar tarafından yönetilmiş bir film.

İzlemenizi tavsiye ediyorum. 8/10 verdiğim yapım, hem sorgulamayı sevenleri hem de gerilim sevenleri memnun edecektir.

Barış, Temmuz 2022

Autumn Sonata | Höstsonaten |Güz Sonatı (1978) – Ingmar Bergman

Autumn Sonata bizde ki adıyla Güz Sonatı özellikle baş rol oyuncuları Liv Ullman ve İngrid Bergman’ın olağanüstü performansları ile ön plana çıkan bir Ingmar Bergman filmi.

Bir anne ve kızının yüzleşmesinin filmi olan Güz Sonatı, tek bir odada geçen ve sözlerin duygularla birleşmesini seyirciye en iyi aktaran filmlerden biridir. Ünlü bir piyanist olan anne Charlotte (Ingrid Bergman), mesleği ve aşırı mükemmelliyetci yapısı sebebi ile çocuklarıyla hiç ilgilenmemiş, yedi yıldır görmediği kızı Eva (Liv Ullmann)’nın ve kocası rahip Victor (Halvar Björk)’un daveti üzerine ziyaretlerine gider. Başlangıçta bir sorun yokmuşçasına bir ana kız hasret giderme durumu varmış gibi görünür ama gerilimi hissetmemiz kaçınılmazdır. Tam bu noktada Bergman’ın filmlerinde yaratmayı başardığı bu gerileme hayran olduğumu belirtmem lazım. Charlotte ve Eva’ın fırtına öncesi sessizlikten sonra asıl film başlar, hayat başlar, sorgu başlar ve baş döndürücü bir hızda bizi soluksuz bırakacak bir şekilde ilerler. Bir kız bir anne oluruz.

Tüm duygularımızı harekete geçiren anne kızın bir gecelik bu sevgi daha doğrusu sevgisizlik üstüne savaşı, öylesine muazzam bir oyunculukla bize sunulur ki, film gerçek, bizim hayatlarımız oturduğumuz yerden film haline dönüşür. Bu derece çarpıcı bir duygusal savaş az izlemişsinizdir.

Oda müziği konserlerine gitmiş olanlarınız bilir, az enstrümanla çok daha yoğun ve etkileyici bir zaman gerçekleşir. Kemanı, piyanoyu, viyolonseli çok daha net duyar ve hissini daha yoğun yaşarsınız. Bergman’ın yaptığı bu oda diyaloğu da tam bu kabilden bir durum sunar bize.

“İnsan yaşamayı öğrenmeli. Ben her gün buna çalışıyorum. En büyük sorun kim olduğumu bilmemem. Karanlıkta el yordamı ile ilerliyorum. Beni olduğum gibi sevecek biri olsa en azından kim olduğumu bulmaya çalışabilirdim. Ama buna pek ihtimal vermiyorum”.

Sevgisizliğin diyalogu

Evde annenin yıllardır görmediği diğer kızı Helena (Lena Nyman) da vardır. Başta dört karakter üstünden (anne, iki kızı ve kızlardan birinin kocası) ile bir anlatım gelişse de özellikle Ingrid Bergman ve Liv Ullmann’ın canlandırdığı anne ve kız karakterleri iki oyuncunun da olağanüstü performansları ile filmi sadece bu ikisi üstünden izlememize neden olur.

Oyuncuların gerçek üstü performansları konuşmalarında ki her bir acı diyaloğu hissederek ve hissettirerek oynayışları, filmden daha mükemmel daha etkileyici bir hal alıyor. Piyano başında anne kızın Chopin’in La Minör 2 numaralı prelüd’ünü çaldığı sahne sinemanın büyüleyiciliği konusunda ders olarak gösterilebilir.

Bu sahnede ki kızının performansını beğenmeyen annenin, nasıl çalınması gerektiğini profesyonelce anlatması, kızı çalarken annenin yüz ifadeleri, anne çalarken ve anlatırken kızının ifadeleri ile birlikte yüzüne, gözlerine yansımaya başlayan içindeki çatışma filmin özeti aslında.

İzlemek isteyenler için Youtube linkini bırakıyorum.

Filmi izlerken uzun diyaloglar ve yoğun bir duygu durumu sizi yorabilir. Aslında yaşadığınız bu sevgi sevgisizlik anne kız çatışma durumu kendi içimizde de bir yerlerde saklı kalan bir ruh halini işaret ediyor olabilir. Bizim toplumumuz da bu tarz bireysel çatışma durumları genelde yaşanmaz, her şey güllük gülistanlıkmış gibi işler. Avrupa bu anlamda daha bireyci, kişilerin ruh halleri ikili ilişkileri toplumla olan yaşamalarından daha değerli. Haliyle tam bu nokta da alışık olmayan zihin ve dil yorucu bir film izledim durumu yaşayabilir.

Filmi izlemeye karar verdiyseniz zaten bu çatışmayı kabullenmişsiniz demektir. Toplumdan ayrı, birey olma durumunu deneyimlemek istiyorsunuz demektir. Bu anlamda da daha iyi bir oyunculuk, diyalog, hikaye izleyemezsiniz.

Bir aile yüzleşmesi filmi olarak yönetmenin bir taraf olmaması benim ayrıca hoşuma giden bir unsur oldu. Burada kazanan kaybeden durumundan bahsetmek yerine hikayenin kendisini bize anlatmayı, bu acı, sevgisiz ortamın hissiyatını bize geçirmeyi ve karar vermemizi değil, duyguyu yaşamamızı isteyen bir yönetmenlik var. Çok başarılı, çok ustaca. Saygı duyulacak durumda. Oyuncular yönetmeni, yönetmende oyuncuları büyütmüş.

10 / 10 verdiğim filmi kesinlikle izle notu ile paylaşıyorum.

Barış, Haziran 2022

The Lobster (2015) | Yorgos Lanthimos

The Lobester, yakın dönemin etkileyici yönetmenlerinden Yorgos Lanthimos tarafından yönetilen distopik bir film. Oyuncu kadrosunda başta Colin Farrell olmak üzere; Jessica Barden, John C. Reilly, Rachel Weisz ve Léa Seydoux gibi isimler var.

Hangi hayvan olmak isterdiniz?

Bekar olmamın yasak olduğu bir dünyada insanlar eşleşmeleri için bir otele yerleştirilir. 45 gün içinde eş bulmak zorunludur. Eğer bu süre boyunca eş bulamazsanız seçtiğiniz bir hayvana dönüştürülüyorsunuz.

Açılış olarak otel bölümü var. Giriş – gelişme- sonuç dersek giriş bölümü burası. Sonrasında orman ve şehir bölümleri geliyor. Otel katı kurallar içeren bir yer cezalar var, oyunlar düzenleniyor kazananlar ek süre alıyor. Tam anlamıyla bir kabusun içine giriş yapmış oluyorsunuz. Burada entersan olan öylesine doğal bir anlatım ve oyunculuk var ki, kara mizah ve distopik durum olağanlaşmaya başlıyor. Sanki hayatın doğal akışı buymuş gibi bir hissiyat oluşuyor.

İnsanın, insan tarafından bu denli sert ve net bir şekilde eleştirilmesi pek olağan değildir. Dozaj kaçarsa izleyici taraf olmaya başlar, en basit bir olayı bile kabullenmez falan. Burada katı bir eleştiri var ama dozaj mükemmel ayarlanmış. Oyunculukların temizliği ile de bu dozaj korunmuş. Mizahi unsurlar ara ara gelip bizi rahatlatıyor. Tamam ya bu hayal dünyası kıvamına geliyoruz.

Otelden, ormana avlanmaya gidilişi ve herkesin birbirini en ufak bir şey için bile satmaya hazır oluşu tam anlamıyla yaşadığımız kapitalist düzenin kısa özeti. Ne demişti Romalı şair Plautus; “homo homini lupus” yani “insan insanın kurdudur.” ( İngiliz filozofu Thomas Hobbes’a atfedilir ama ilk kullanan Plautus’tur.)

Moder insan nedir? Arzu ettiği hayat nedir? İlişkileri nasıldır? İlişkileri nasıl görünür? Gerçek nedir? sorular çoğalabilir, tartışmalar uzayabilir, cevaplar çoğaldıkça yeni sorulara neden olur, yeni sorularda yeni cevaplara. The Lobester’da karakterlerin üzerindeki donukluk, hissizlik ve duygu yoksunluğu hem vermek istediği dünyanın bir yansıması hem de modern insanın iç dünyası. İşte film tam bu noktada başlıyor bence. İç dünyamızın karanlık ve duygusuzluğunun, örülmüş olan duvarların, bir anda bir temas ile yıkılması ile. Bu noktadan sonra bir aşk filmi izliyoruz. Öylesine iyi kotarılmış bir geçiş ki bu takdir etmek lazım. Aşkı anlatma şeklini de takdir etmek lazım.

“Hissettiklerini hissediyormuş gibi yapmak, hissettiklerini hissetmiyormuş gibi yapmaktan daha zordur.”

Filmi izlerken konusunun çıkış noktasına ben pek takılmadım nedense. Bu evlilik meselesi bana ana olaymış gibi gelmedi. Bunun üzerinden yaşadığımız dünyaya yapılan gönderme kabul edilebilir olmakla birlikte, asıl meselenin, böyle bir dünyada bile seçimlerimizin, tercihlerimizin bizi ne yaptığı üzerine olduğunu düşünüyorum. Zaten filmin son sahnesinin vuruculuğu da bu tercihten geliyor.

Toplumun insana dayattığı tüm her şey ve insanın buna karşı kendini arayışı, aşkı yorumlaması, bir tercih olarak seçmesi ve kaçış. Toplumun içinden kendin olmaya kaçış, tam anlamı ile filmin temel meselesi.

Film, kült film tanımı neyse ona tam uyuyor kanımca. Böyle bir kült filmde de kült bir şarkı olması kaçınılmaz tabi ki…

Nick Cave & The Bad Seeds “Where The Wild Roses Grow”

Kesinlikle izle notu ile bitiriyorum.

Barış, Haziran 2022

Göster
Gizle