Cihat Aşkın’ın Kemanında ki Bülbül

Kadim dönemlerden gelen bir gelenek ile belli yıllarda özel bir çocuk doğar. Bu özel çocuğa daha doğmadan evvel özel bir yetenek verilir ve çocuk o yeteneği ile büyür. Yolu çizilmiştir. Her şey o yolda gider, zaman o yolda akar, gerekirse durur. Faniler bilmez, onlar sadece yaşar ve ölür.

Kadim geleneğin çocukları her daim ölümsüzdür. Bu ölümsüzlük öyle bedensel bir şey değil tabi ki. Yetenekleri ile isimleri bütünleşir. Onu dinleyenler, okuyanlar, izleyenler artık unutamaz. Nesilden nesile aktarılarak yaşamaya devam ederler.

68 yılı içinde İstanbul da sabah ezanları okunurken, müjdeciler de şehrin çeşitli yerlerinde yeni çocuğun bilgisi için ateşler yakmış, iyilikler yapmış, müzikler çalmış ve söylemiştir. Bu dili bilenlerin ve kalbi açık olanların,hissedenlerin gözleri dolmuş, yüreklerini sıcacık bir duygu kaplamıştır.

Sesinin güzelliği ile başka dinden olanları ürküten, kendi dininden olanları şükrettiren, Hafız Sami’ye oğlunun müjdesi verildiğinde, kutsal kitabından başını kaldırarak şöyle bir bakınmıştır boşluğa. Bir bülbülün sesini duyuyor, gözleri sisli bir İstanbul sabahının ışıklı parlaklığı ile parlıyor, kalbi anlamadığı bir duygu ile çarpıyordu.

Remziye Hanım gözlerini açarken bir bülbül şakıyordu, dışarıda bir yerlerde. Oğlunun sesi ile birlikte duyuyordu bunu ama gerçekte var mıydı bu ses. Ama oğlunun ağlama sesi Dünya’da ki en güzel ses değil miydi?

Gözlerimi açamıyorum. Süreyya Operası’nın içinde sahneden gelen kemanın kusursuz sesi, Dünya ile olan bağlantımı tamamen koparmış durumda. Başımın ucunda, çiçekler açıyor, çiçekler dökülüyor, yağmur başlıyor, fırtına çıkıyor, atlar geçiyor sahnenin önünden, savaş çığlıkları atıyor kahramanlar. Çocuklar koşturuyor, bir köpek yürüyor, bir dal rüzgarda hafifçe esniyor. Bir yaprak önce sonbahar oluyor, sonra düşüyor. Yaprak düşüyor zaman duruyor. Zamanın durması ile izliyorum yaprağın düşüşünü…

Sessizlik…

Gözlerim kapalı bir sağa bir sola bakıyorum. Ürküyorum, çok derinlerden bir keman sesi geliyor. Kusursuz, ter temiz bir ses. Her nota tam hakkı ile duyuluyor. İçim rahatlıyor. Olduğum yeri biliyorum. Konserdeyim. Kadıköy’de, Süreya Operası’ndayım. Rahatlıyorum. Bu sesi tanıyorum. Kusursuz bir “si” duyuyorum. ve arka arkaya akıyor notalar. Bu melodiyi tanıyorum. Kültürel olarak bu melodi dilimden içime işliyor. Konuştuğum lisan bu melodiye beni yakınlaştırıyor.

“si la sol bemol la do re do si do mi fa mi re bemol mi
si la sol bemol la si la sol bemol la do la si sol la
si la sol la sol la si la sol la sol la si la sol
fa bemol mi (do mi ) (re fa) (mi sol mi sol) la sol fa mi re
si la sol bemol la do re do si do mi fa mi re bemol mi
si la sol bemol la si la sol bemol la do la si sol la
si la sol la sol la si la sol la sol la si la sol
fa bemol mi (do mi ) (re fa) (mi sol mi sol) la sol fa mi re
(la do) (si re )(do mi do mi) fa mi re do si”

Evet sahnede Cihat Aşkın var. Biliyorum. Gözlerim onun “bis”inde doluyor. Cihat Aşkın çalıyor, çalıyor. Nasıl diyorum. Nasıl böylesine duru, böylesine sessiz, böylesine yakın, böylesine hüzünlü, böylesine….

Duyuyorum. “Bis” yapıyor. içinden geldiği gibi çalıyor. Gözlerimi açamıyorum ama duyuyorum, sanki kapalı gözlerim kulaklarım oldu, açsam gözlerimi her şey kaybolacak. Bir bülbül ötüyor. Süreyya Operası’nın duvarlarında yankılanıyor bülbül sesi. Kapalı gözlerimle arıyorum bülbülü. Öksürükler, ayak vurmalar, kağıt hışırtıları şaşırtamıyor beni. Tanıyorum, okudum evet okudum. Ben bu bülbülü okudum…

Duyuyorum bülbülü, gözlerimi kaçırmıyorum. Tüm duvarları tarıyorum. Yaklaşıyorum sese, biliyorum. Sahnede Cihat Aşkın var. Çalıyor. Kusursuz bir “fa” ve bülbül sesi, kusursuz bir “re” ve bülbül sesi. Git gide yaklaşıyorum sese, git gide büyüyor gözbebeklerim, yaklaşıyorum, Cihat Aşkın çalıyor. Kemanını görüyorum. Kusursuz bir “sol” ve bülbül sesi. Görüyorum sesi görüyorum, yardım dilenir gibi bakıyorum kemana. Git gide yükseliyor ses, git gide büyüyor Cihat Aşkın.

Görüyorum…

Kemanın içinden bir bülbül bana göz kırpıyor.

Alkış kopuyor.

Açıyorum gözümü, Cihat Aşkın bana bakıyor, gülümsüyor. Gülümsüyorum.

Sahafların en üst rafında Harper Lee’nin Bülbülü Ödürmek kitabını gördüğümde içimden geçiyor cümle “Saksağanı vur vurabildiğin kadar, ama unutma bülbülü öldürmek günahtır.” Yanında ki kitaba takılıyor gözüm. İstanbul’un Gizemli Bülbülü. Rast gele bir sayfa açıyorum. Sözcükler ile birlikte odanın içinden çıkıyorum.

“İstanbul derler adına, gizemlerin şehri güzeli,içinde yaşar kıymetli, seçilmiş doğar sabah ezanı, bir bülbül öter. Bir bülbül, kıskanır sesi, gizlenir ve duyulmaz olur sesi.”

Merakla yöneliyorum kasaya, oğlum çıkıyor yan taraftan gülümsüyor bana “yakala” diyor ve hop atıyor elindeki beresini. Kasada elimde Harper Lee, diğer kitap nerede diyorum. Sahafa soruyorum. “Sanırım yanılıyorsunuz böyle bir kitap bende yok maalesef” diyor. Müzik setinden bir ses geliyor, içim parçalanıyor. Gözlerim dolu dolu soruyorum bu çalan ne? “Erkan Oğur ve Cihat Aşkın” diyor adam, “bülbülüm altın kafeste”

Barış Tolga Çoruh / Aralık 2018 – Kadıköy

Göster
Gizle