Blind | Körlük (2014)

Blind, Körlük, asıl işi senaryo yazarlığı olan Norveçli senarist Eskil Vogt’un ilk yönetmenlik denemesi olarak karşımızda. Ellen Dorrit Petersen’in Ingrid rolü ile başarılı bir performans sergilediği filmde Henrik Rafaelsen, Vera Vitali ve Marius Kolbenstvedt ana kadroyu oluşturuyor.

Sitemi takip edenlerin daha önce okuduğu The Worst Person In The World |Dünyanın En Kötü İnsanı (2021) filminin senaryosu da Eskil Vogt’a ait. Yani yakın dönem iskandinav sinemasının başarılı insanlarından biri ile karşı karşıyayız.

Blind, Körlük filminin daha başında Norveç hakkında filmin renklerinden dolayı bir algımız oluşmaya başlıyor. Soğuk ama güzel bir ülke. Ingrid görme yetisini kaybetmiş biri olarak öğretmenlik mesleğini artık yapamamakta ve güvenli liman olarak gördüğü evinde akşama gelecek olan kocasını beklemektedir. Bu bekleyişin içinde Ingrid’in artık kendine has bir dünyası oluşmaktadır.

Doğuştan görme yetisi olmayan biri ile sonradan bu yetiyi kaybeden biri arasında ciddi farklar oluştuğunu, filmi izlediğimiz zaman çok net görüyoruz. Filmi enteresan kılan olay Ingrid’in bir kitap yazmaya başlamış olması ile birlikte bu yazarlık çalışması esnasında kocasının onu izlediğini düşünmesi. Bu düşüncenin aktarıldığı sahnelerde ki gerilim düzeyi oldukça iyi verilmiş diyebilirim.

Bir yönetmenin kendi filmi için olabilecek en iyi durumlardan biri, filmin belli sahnelerinin ikonikleşmesidir sanırım. Burada da cam önünde oturan Ingrid’in görmeden dışarıyı seyrediyor olması, radyosu ve çayı ile bu başarı yaklanmış gibi duruyor.

Blind, körlük ile ilgili en olumlu düşüncem, hayal gücünün zihni yavaş yavaş ele geçirdiği anların, görenler olarak bizim zihnimizi zorlamaya başlamasındaki kaçınılmazlık oldu.

“Yalnızlığı sevenlere güvensizlik artıyor. “

Ingrid’in yazmaya başladığı roman ve bu romanın kahramanları, Ingrid’in yaşadığı hayat ve bu gerçek hayatın bireyleri bir noktadan sonra tamamen iç içe girmeye başlıyor. Bizlerde karakterle birlikte hareket ederken “gerçek hangi taraf?” bunun bilgisinden uzaklaşıyoruz.

Körlük ismi aslında başlı başına ürkütücü bir isim. Filmin açılış da bu korkumuzu haklı çıkartacakmış izlenimi veriyor, veriyor vermesine ama ilerleyişi ağır bir dram filmi şeklinde değil. Vogt, için aslında kafasında ki kurgu ve hikayeyi çok iyi bize aktarmış demek isterdim fakat bunu o kadar iyi başardığını söylemek film için fazlaca pozitif bir yaklaşım sergilemek olur. Bu coğrafyanın soğuk ve gri ikliminden midir bilinmez ama mizahi bir yaklaşım içine girme çabası bizimde bakış açımızı olumsuz bir şeklide etkiliyor. Zira o coğrafyanın mizah anlayışı ile bizimki pek uyuşuyor gibi değil. Mizahi olmaktan çok acımasız bir yaklaşım varmış gibi duruyor. Politik bir iki gönderme de yine dünyanın en az politize olmuş bu toplumunun insanının üzerinde eğreti duruyor.

“Kimse sorunları olan biri ile olmak istemez.”

Blind, Körlük ile daha önce yine bu sitede yazmış olduğum Körlük | Jose Saramago nun bir ilgisi yok, fakat şunu belirtmem gerek, kitabın çok güçlü bir etkisi varken film de ara ara bu etkiyi sunmayı başarıyor.

Blind, Körlük filminin asıl meselesi fiziki olarak görme yetisinin kaybedilmesi ile oluşan zorluk değil, zihnin bu olay karşısında takındığı tavır. Tabi buradaki zihin bir yazarın zihni olunca, hayal gücünün çarpıcılığı, yarattığı karakterleri dışardan izlerken birden onlara hükmetmeye başlaması çok iyi detaylar.

Film için son söz olarak; müstehcen hatta pornografik sahnelere sahip bir film izleyeceğinizi bilmeniz lazım. Böylesi detaylara gerek yok izlenimi ile bitirdim filmi. Kendi içinde farklı ve etkileyici bir konu varken yönetmenin akışa müdahaleleri, kafası karışık ve çok şey yapmak isteyen bir insanın düzgün işleyen bir mekanizmayı bozması gibi olmuş.

Bu kısa sürede kafamdakilerin hepsini aktarmalıyım çabası, yer yer anlaşılması zor, bütünden kopuk bir hal alıyor. Oyuncuların iyi performansları durumu kotarır gibi dursa da çok daha iyi bir film izleme şansımızı bu acelecilik elimizden almış gibi .

Film bittiğinde aklıma nedense Özcan Alper’in Aşıklar Bayramı (2022) | Özcan Alper filmi geldi. Kendimizden olan bir şeyi eleştirmeyi ve yerden yere vurmayı nasıl bu derece başardığımızı anlamakta zorlanıyor insan. Blind’in aldığı ödüller ve sinefiller tarafından yüceltilmesi iki filmi arka arkaya izleyen beni hayli şaşırttı. Özcan Alper sevişme ve çıplaklık kullanmadığı için kötü film yapmış, Eskil Vogt, yaratıcı ve çarpıcı bir konuyu pornografi ve çıplaklıkla süslediği için iyi bir film yapmış durumu oluşmuş.

Son söz; ailecek oturup izlenecek bir film değil ama izlenebilir bir film. Çok daha iyi olabilirmiş. 7/10

Barış Ekim 2022

Le Doulos | Unutulmazlar (1962) – Jean-Pierre Melville

Le Doulos, Türkçe çevrimi Unutulmazlar; Jean-Paul Belmondo, Serge Reggiani, Jean Desailly’in başrollerini paylaştığı, 1973 yılında kalp krizi sebebi ile dünyadan ayrılan ünlü Fransız yönetmen Jean-Pierre Melville’in kalsikleşmiş filmlerinden biridir.

Jean-Pierre Melville hakkında daha önce Leon Morin, Pretre | Rahip Leon Morin (1961) – Jean-Pierre Melville yazımızda bahsetmiştim, tekrara gerek yok.

Le Doulos, argo olarak şapka demek ama polis muhbirlerine verilen bir isim. Filmin konusu zaten bu göndermeye yakın. Hırsızlıktan hapis yatan Maurice (Serge Reggiani) hapisten çıkar ve çalıntı malların aracısı bir adamı öldürerek yeni soygunu için kaynak elde eder. Soygun için diğer ekipmanları arkadaşı Silien (Jean-Paul Belmondo), sağlayacaktır. Silien’in polis muhbiri olması işlerin karışması için yeterli bir nedendir.

Jean-Pierre Melville’in haklı ünü polisiye filmlerden gelmektedir. Bu filmde de bu ününün hakkını verdiğini söylemeliyiz. Polisiye film dediğimiz zaman aklınıza klasik Amerikan filmleri geliyorsa, tam bu noktada yanılırsınız. Melville, polisiyelerinde, ön plana çıkan suç ve gerilim olgusudur. Aksiyon durumu yoktur. Karanlık karakterler, diyaloglar, sahne sahne tırmanan gerilim, suç olgusu gibi kavramların deşilmesi.

Le Doulos, Unutulmazlar filmi Pierre Lesou’nun romanından sinemaya uyarlanan bir film. Senaryo Melville’e ait. Dediğimiz gibi gerilim düzeyinin yoğunluğunu aksiyondan değil, karakterlerinden ve atmosferinden alan filmlerin ustası bir yönetmen Melville.

“Siz hödükler iyi bir iş bulamıyor musunuz? – Polis kuvvetlerine katılacağız ama önce emekli parasına ihtiyacımız var.”

Serge Reggiani gibi iyi bir oyuncunun yanına başka bir iyi oyuncu ekleniyor; Jean-Paul Belmondo. Hem genç hem de sempatik Belmando yeri geldiğinde takındığı sert tutum ile bizi şaşırtmayı başarıyor.

“Başka bir yerde yaşayacağım, henüz neresi olduğunu bilmiyorum. Polis ve kabadayıların olmadığı bir yer varsa orası olacak.”

Reggiani, zaten usta bir oyuncu olarak, ihanete uğramış ve yorgun bir adamı başarı ile canlandırıyor. Melville’in bir tercihi mi olduğunu bilemediğimiz bir şekilde film çarpıcı bir muhbir ile ihanete uğrayan mücadelesi göstermiyor. Oyuncuların karakterlerini hikayeleştirme başarısından ayrı bir durum bu.

Fransız yeni dalgasının vaftiz babası deniyor demiştik daha önce ki yazımızda Melville için. Bu filmde de başarılı bir örnek olarak karşımızda bu durum. İşlenen cinayetler ve bu sahnelerde ki ışık kullanımı hayli çarpıcı. Özellikle siyah – beyazın fonun kendi doğası gereği estetik olma durumu, farklı kamera açılarından seyirciye sunulunca daha da çarpıcı oluyor.

Günümüz Amerikan sinemasına alışmış izleyiciler için çok durağan ve vasat gelebilir film. Fakat sinemanın etkileyici ve duygulara direk işleyen yanını benimsemiş izleyici kitlesi için tam anlamı ile bir cevher. İzlediğimiz şey, anlamsız bir aksiyon değil nihayetinde, duygu ve karakter taşıyan gerçek insanlarla yapılmış gerçekçi bir suç filmi.

Polis memurunun Belmando’yu sorguya çektiği sahneyi ele alalım. Kameranın hareketi ile sorgu odasının içinde olma duygusunu yaşarız direk. Belmando ile konuşan biz olabilir miyiz?

“Bu meslekte sonun ya aylaklık olur ya da mermi manyaklığı”

Le Doulos, Unutulmazlar dediğimiz zaman, gerçek ve karakterlerin amaçları konusunda izleyiciler olarak bizi ardı ardına aldatmayı başaran bir filmden söz ediyoruz. Belki tüm dönüşler aman sende durumu yaratabilir izleyicide fakat oyunculuklarda ki net diyaloglar, yönetmenin kısa ve etkileyici geçişleri bu durumu bertaraf ediyor. Usta işi ve zekice yapılmış bir suç filmi çıkıyor ortaya.

Trençkotlar, sigaralar, ihanetler, silahlarlar ve kötü adamları ile tüm klişelerin kullanımı, bırakın anti patik bir durum oluşturmayı, bu filmle bunlar başlamış izlenimi veriyor.

Melville kadınlar konusunda çok eleştirilmiş bir yönetmen, zira filmlerinde çok sert davranışlar görülüyor. Bu hakikatten çok dikkat çekici bir durum. Fransız yönetmenin “ben değil, filmlerimde ki karakterler sert davranıyor” diyor. Bakıldığında kötü adamların, sert erkeklerin hatta duygusuz adamların filmleri bunlar, suçlular ve bu davranışları anormal değil. Fakat bildiğim kadarı ile de hiçbir filminde bir özür sahnesi yok, gerçi kötü adamların yerine o niye özür dilesin.

Ben iyi bir film izledim. 1962 Paris atmosferinde duru ve gerçekçi bir gösteri. İlerleyişi, sahneleri, diyalog ve oyunculuğu ile etkileyici bir film. Bir klasik.

Barış, Eylül 2022

İşe Yarar Bir Şey (2017) | Pelin Esmer

İşe yarar bir şey, Başak Köklükaya, Öykü Karayel ve Yiğit Özşener’in baş rolleri paylaştığı Pelin Esmer filmidir. 11’e 10 Kala ve Gözetleme Kulesi filmlerinden 5 yıl sonra çektiği bu film ile başarı grafiğini yukarı yönlü olarak sürdürmeyi başarmış yönetmen.

Film, Başak Köklükaya’nın 24. Adana Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünün yanında yine Adana Film Festivali’nde senaryo ödülünü de aldı. Senaryosunda Barış Bıçakçı ve Pelin Esmer birlikte yazdı. Şair bir kadın hakkında bir film diyerek özetleyebileceğimiz bir yapım.

“Baktım rüzgarsın sen / baktım çamaşır ipini zorluyorsun / hepimizin derdi güzel yaşlanmak sevgilim / baktım bir kitabın sayfasını çeviriyorsun/ ayağına terlik giy / bildiğimiz şeylerin taşında yalınayak geziyorsun”

Şair Leyla ile genç hemşire Canan’ın yolculukta kurdukları diyalog ile başlayan film, Boynundan aşağısı felç olan Yavuz’un hayatına son vermek istemesi ve bu isteği Canan’ın gerçekleştirmek üzere yola çıkmış olması, Yavuz’un yanına Leyla’nın da gelmesi şeklinde ilerliyor.

İşe yarar bir şey filmi için yönetmeni Pelin Esmer; “Şiirin üzerimizde bıraktığı o tanımlaması zor etkiyi sinemadan çıkan insanın üzerinde deneme arzusu biraz.” diyor. Nispeten başarılı olduğunu düşünüyorum. Edebiyat severler için çok güçlü bir film mi bilemiyorum ama denenmesi bile güzel.

Filmin şiir, edebiyat gibi olgulardan bağımsız birde ötenazi hakkı için geliştirdiği bir söylem var. Kanaatimce çok katı bir red veya savunma algılamadım. Hayat her şeye rağmen güzel gibi bir basitliğe de inmemiş belki de filmi başarılı kılan unsurlardan biri burası, izleyiciye bırakmış olması. Tamamlanmamış öyküler konusunda Türk izleyicisinin biraz katı olduğunu düşünüyorum, hazır kalıpları, giriş gelişme ve sonuçları sever bizim izleyicimiz. İşe yarar bir şey ise şiirden yola çıkan bir film olduğu için hem sahnelerde hem de diyaloglarda tamamlanması gereken alanlar bırakarak bitiyor.

“başka evlerin kadınları erkekleri tam bir kahraman / tül perdeler uçuşurken başka evlerin pencerelerinde / bizi bir kitabın sayfaları arasında kurutuyor zaman / ama baktım sen rüzgarsın sevgilim / kitapları bir başından bir sonundan okuyorsun / başucunda bir bardak su / beni başucumda bir bardak su gibi avutuyorsun”

Alejandro Amenábar’ın 2004 yapımı “İçimdeki Deniz” filmini izlemiş olanlar bilir. Ötenazi konusunda yapılmış en etkileyici filmlerden biridir. Özellikle “Javier Bardem” in temiz oyunculuğu ile çok daha etkileyici filmdi. Tabi bu film de bütün mesele hayat kime aittir ve bize aitse buna son verme isteği de bize mi aittir” dogmasıydı. Pelin Esmer’in filmi bu konuda yardımcı konu gibi kalmış. Zira Leyla karakteri ve Canan karakterinin ilerleyişleri sanki daha önemli bir işleyiş haline gelmiş.

Leyla, özgür ve güçlü kadın karakterken, Canan tam tersi hem genç olgunlaşmamış hem de Anadolu’da baskı altında büyümüş biridir. Leyla karakteri kendini gerçekleştiren insan desturuna yakındır. Canan karakterinin bu noktadan çok daha uzakta temel ihtiyaçları giderme adımında olduğu söylene bilir. Filmin güçlü yönü iki kadının yolculuğu ve erkekle bağdaşlaştırılma eğilimi içinde bulunulan edebiyat durumunun Leyla ile sunulmasıdır.

Yolda olmak durumu filmin asıl meselesi. Trenin penceresinden akan şehirler, sokaklar, insanlar. Bir şairin gözlerinden izlememiz, iyi kurgulanmış ve gösterilmiş. Geriden gelen iç ses, bize hem yolda olmanın hissiyatını hem de hayatta ki gibi düşüncelerimizin kafamızın içinde dolanma hissiyatını veriyor. Şiirlere yakış bir akış içindeyiz.

Şahsi fikrim olarak oyunculuklar konusu beni pek etkilemedi diyebilirim. Genel akış ve görüntü olarak filmi bütün olarak beğenmiş olsam da oyunculuklar için filmi başka bir yere taşımış diyemiyorum. Aşağı ve yukarı bir etki sağlamadıklarını düşünüyorum.

Genel anlamda sıkılmadan izlediğim iyi bir Türk yapımı diyebilirim. Mubi’de izlediğim filmi, izle notu ile paylaşıyorum.

Barış, Eylül 2022

Aşıklar Bayramı (2022) | Özcan Alper

Aşıklar Bayramı, kendi adıma en iyi filmlerden biri saydığım “Sonbahar (2008)”ın yönetmeni Özcan Alper’in son filmi. Yönetmenin kimliği düşünüldüğünde şaşırtıcı bir biçimde Netflix’de yayınlandı.

Kemal Varol’un aynı isimli romanından senaryolaştırılan film. “Sonbahar” sonrası “Gelecek Uzun Sürer (2011)” ve “Rüzgarın Hatırları (2015)” filmleri ile kendine hayli sağlam bir izleyici kitlesi edinmiş ve yakın dönemin en başarılı bulduğum yönetmenlerinden biri olan Özcan Alper için sanırım bir miktar ekonomik olarak refaha kavuşma filmi.

Özcan Alper konusunu kapatmadan önce yollarımızın Artvin ve İstanbul Üniversitesi’nden dolayı kesişiyor olması (her ne kadar Kadıköy’de küçük bir karşılaşma dışında tanışmış olmasak da) ona karşı bakış açımın olumsuz bir taraf içeremeyeceğini belirtmem gerekiyor. Zaten “Sonbahar” gibi hem ideolojik zeminde hem de coğrafi zeminde çok iyi iş çıkartmış ve her iki tarafın da hissiyatını yakalamayı başarmış bir yönetmene ne denilebilir ki.

Efendim, daha önce Gönül(2022) film eleştirimizde ne demiştik, Netflix bozuk saat misali günde iki kez doğruyu gösteriyor. Bu eleştirimizi çoğunlukla platformda yayınlanan Türk yapımlarının niteliksizliğinden dolayı yapmıştık. Aşıklar Bayramı işi o doğru gösterdiği zaman dilimine denk gelen bir yapım.

“Ben o yatılı okullarda her hafta sonu seni bekledim!”

Aşıklar Bayramı, kaba konu olarak, 25 yıl sonra ölmek üzere olan bir babanın oğlunun yanına gelmesi ve ikisinin 3-4 günlük bir yolculuğa çıkmasını anlatıyor. Başrollerini Kıvanç Tatlıtuğ (Yusuf) ve Settar Tanrıöğen’in (Aşık Heves Ali) paylaştığı film de yan karakterlerin çok bir rolü yok, ara ara sahneye giriyorlar ve başrollere işi bırakıp devam ediyorlar. Tam bir dram filmi olarak yolda devam eden film bir taraftan Jim Jarmusha’da selam yolluyor gibi. Bu yolculuk esnasında Özcan Alper’in olağan üstü fotoğraflama yeteneklerini konuşturduğuna da bolca şahit oluyoruz. Nuri Bilge Ceylan bu konuda ne der bilemiyorum ama kendisine bu anlamda iyi bir rakip bulmuş gibi.

İki oyuncu da vasat üstü bir performans ile arzı endam ederken, Kıvanç Tatlıtuğ, “Kelebeğin Rüyası” filminde de böyle bir rol üstlenmişti. Acaba Tarık Akan gibi bir dönüşüm içinde midir bilemiyorum fakat sinema adına doğru yolda olduğunu belirtmek lazım. İçi boş yakışıklı rollerindense böylesi çok daha iyi duruyor üstünde.

“Baba dediğin zaten yarım kalmış bir kelimedir. Babalar hep yarım kalır.”

Aşıklar Bayramı, Kırşehir’den başlayıp Kars’taki Âşıklar Bayramı’nda noktalanan bir güzergah filmi. Bu güzergah içinde Kemal Varol’un uydurduğu Arkanya’da yer alır. Filmde ki 84 Plakalı araç buraya aittir. Mitolaojide ki Pan’ın yaşadığı Arkadia ile bir bağlantısı var mıdır bilemem ama Arkanya’da türküler ve bu türküleri yakan aşıklar yaşıyor. Kırşehir’den başlayıp, Kayseri, Malatya, Elazığ, Erzurum üzerinden Kars’a ulaşan film, bu duraklarda Anadolu’nun aşıklarına ve bu topraklarda yaşayan kültürlerine selam ediyor.

Aşıklar Bayramı için kopukluklar var diyenler oldu, aslında bir kopukluk falan yok. Film asıl konu üzerinde ilerlerken hayat gibi, yandan müdahil olan olayları teferruatlandırma ihtiyacı duymadan akıyor. Sadece benim dikkatimi kameranın sallanma hareketi çekti. Sürekli olmayan ama yer yer sallanan ekran için Özcan Alper’e sormak lazım, bilinçli bir tercih mi(ki ben öyle olduğu kanaatindeyim) yoksa bir hata mı?

Aşıklar Bayramı filmi size çok güçlü bir hikaye vadetmiyor bunu bilerek izleyin. Hikaye güçlü değil ama hayattan ve etkileyici. Aşık Heves Ali’nin son günlerin de kefenini valizine koyup yola çıkışı ve her şehirdeki arkadaşlarına, sevgililerine uğrayarak helalleşmesi, oğlunun da çocukluğunda yaşayamadığı baba-oğul ilişkisini üzücü bir şekilde yaşaması, Anadolu coğrafyasının etkileyiciliği ile birleşerek, türküler ve danslarla süslenerek çok iyi verilmiş.

Özcan Alper filmle ilgili bir röportajda diyor ki “Sinemada yol filmleri her zaman özel bir yerde duruyor. Daha önceki çektiğim filmlerden biri “Gelecek Uzun Sürer” de bir yol filmiydi. Diğer filmlerim içinde de bir yolculuk ya da çıkılmayan yolculuklar bir şekilde oluyordu hep. Hatta filmlerdeki karakterlerimin uzun yolculuğa çıkma istekleri çok belirgindir. Sevdiğim yol filmlerini sıralamam gerekirse, Wim Wenders’ın “Paris, Texas”ı, Zvayagintsev’nin “Dönüş” filmi, Walter Salles’in “Motosiklet Günlüğü” bence çok başarılı ve çok özel yol filmleri. Solans’ın “Yolculuk” filmi de çok sevdiğim ve başarılı yol filmleri arasında diyebilirim.

Yönetmen zaten gerekli açıklamayı yapmış. Hayat bir yolculuk ve sinema bu yolculuktan kesitler sunan bir sahne, içinde ki hikayeler misal “Sonbahar” filmi gibi kendinizden çok şey bulduğunuz bir hal alabiliyor, bazen kendinizden hiçbir şey bulmasanız da yolculuğun kendisi sizi etkileyebiliyor. Bu film de kendinizden çok şey bulabileceğiniz bir hikaye sunabilir, sunmayabilir de, fakat filmi iyi bir film yapan kendi yolculuğunun bizim yolculuğumuzla olan, hikayesel ve görsel teması.

Filmde hem Neşet Ertaş’a hem Aşık Veysel’e selam veriliyor. Zaten Aşık Heves Ali’nin bu yolculuğunda bu toprakların en güçlü ozanlarına selam verilmemesi düşünülemez. Son sahnede Pir Sultan Abdal’ın “Sultan Suyu” türküsü çalınıyor. Şöyle mükemmel bir yorumunu bırakayım da dinleyin.

Sultan Suyu

Neyse, yazımı burada bitiriyorum. Herkes tam anlamıyla tamamlanan, bütün boşlukları doldurulmuş, öyle acayip diyalogları olan bir şeyler izlemek istiyor olabilir. Hayatınıza dönün bir bakın, bir iki dakika düşünün, muhteşem diyalogları olan, tüm boşlukları anlamlandırılmış, geçmişe dönük boğazınızı düğümleyen, çaresizlikle kabullendiğiniz şeyleri düşünün bu film işte bu, kamerasının sallanması da belki bundan, kusursuz olan bir dünya da değiliz ki, kusursuz ilişkilerimiz, hayatlarımız mevcut değil. Babamızla, annemizle bile kurduğumuz ilişkiler, duygusallıklarımız, içimizin ezilmeleri. Ben iyi anladığımı düşündüğüm bir film izledim. Evet bir “Sonbahar” izlemedim ama o doğduğum coğrafya ile beni şekillendiren hissiyatın filmiydi, bu var olduğum daha geniş ailemin filmi. Belki ortam Netflix olmasa çok daha iyi bir iş çıkardı ama bu kadarı bile başarılı ve izlenesi.

Barış, Eylül 2022

The Small Back Room | Küçük Arka Oda (1949)

The Small Back Room – Küçük Arka Oda, Nigel Balchin’in romanından Michael Powell ve Emeric Pressburger’in senaryolaştırıp aynı zamanda yönettikleri İngiliz yapımı filmdir.

David Farrar, Jack Hawkins, Kathleen Byron, Michael Gough gibi oyuncuların başrolde yer aldıkları film, Powell-Pressburger ekibinin önceki filmleri kadar büyük bir gişe yapamasa da yıllar içinde oluşan genel kanı bu ikilinin en iyi ve en olgun filmleri olduğudur.

The Small Back Room

The Small Back Room – Küçük Arka Oda, ingiltere’de çekilen bir film olsa da Fransızların deyimi ile “film noir” yani Kara film örneklerinden biri olarak kabul görmüştür. Kısaca; kahramanlarını çürümüş ve itici bir dünyanın içine yerleştiren ve anti kahraman tanımını karşılayan karakterlerin var olduğu bir sinemadan bahsediyoruz. Hollywood için kabaca 1940’ların başından 1950’lerin sonuna kadar ki bir süreç içinde suç filmlerini tanımlamak için kullanılması yaygındır. Az ışık, siyah beyaz çekimler ilk dikkat çeken taraflarını oluşturur. İlk kez 1946 yılında Fransız eleştirmen Nino Frank tarafından Hollywood filmleri için kullanılan kara film terimi, zamanında bir türü özellikle yapmak adına yapılmamış, hali hazırda yapılmış olan filmlere sonradan verilen bir isim olmuştur.

“Hayatta yaşamaya değer bir dolu şey varken, sen kendine acımaya devam et!”

Sinemada ki gişe başarısızlığının savaştan sadece 4 yıl sonra, 2. Dünya Savaşı sırasında geçmesine bağlanan filmin konusu kısaca şöyle; Almanlar, İngiltere’ye bubi tuzaklı bombalar atmıştır ve bu bombaların patlaması ile insanlar ölmektedir. Bu bombaları imha görevini üstlenmiş olan Sammy Rice (David Farrar) bir bilim insanıdır ama savaşta kaybettiği bacağının travması sürekli olarak yanında gezmektedir. Alkol problemi ağrılarının acısını dindirmese de unutmasını sağlamaktadır. Bu bombaları imha bakanlığında ki sekreteri Susan (Kathleen Byron) aynı zamanda Sammy’nin sevgilisidir ve onun terapistide olmuş durumdadır.

Başroldeki David Farrar’ın başarılı oyunculuğu film için ilk öne çıkan unsurdur. “Zor, sinir bozucu ama birçok harika an ve hatırayla. Yıldız olmayı yalnız bir iş olarak buldum. Arkadaşım yok. Bu üzücü değil mi?” diyerek kendinden bahseden oyuncu belki de hayata yaklaşım tarzını çok iyi yansıttığı bir rol oynamış durumda. David Farrar’ın performansı filmde ki karakterin kişisel hikâyesini hem daha ilginç hem de daha güçlü hale getiriyor. Kaybettiği bacağının travmasını atlatamayan bir adam olarak ilişkileri de sıkıntılı ve aslına bakarsanız yalnız. Alkol ciddi bir sığınak noktası ve filmde ki bu vurgu, bizim bir eleştiri yapmamıza olanak tanımaz derecede. Öylesine hem oyuncunun oyunculuğu ile hem de yönetmenlerin sahne vurgusu ile net bir şekilde verilmiş ki, evet öyle olması gerektiğine iknayız.

Bu karakterimize rağmen işini yapmaya çalışan bir bilim insanı aynı zamanda. Tehlikeli, ölümle burun buruna gelinen görevlere gitmekten asla terettüt etmiyor. Filmin bir gerilim filmi olarak asıl başarısı işte bu sahnelerde bize yaşatmayı başardığı hissiyat. Bizde karakterle birlikte ölümle burun buruna geliyor ve terliyoruz.

2.Dünya Savaşı ortamı içinde ki Politik ve bürokratik çekişmeler ve iktidar kavgaları ve bu işini yapmaya çalışan bilim adamı veya adamları öyle açık ve net anlatılmış ki, bu insanlarla birlikte bizde aynı duyguları ve çabayı gösteriyoruz.

Farrar’ın oyunculuğu içinde sevdiği kadına verdiği acı ve duyumsadığı vicdan azabı, bununla birlikte hayatta ki çaresizliği bizim içinde aynı duyguları yaşadığımız bir yer oluyor adeta.

Filmin, sonlardaki gerilimi yüksek bölümü özellikle klasikler arasında gösterilebilecek bir sahne. Bubi tuzağının çalışma mantığını keşfetme ve patlayıcıyı etkisiz hâle getirmeye çalışma bölümü sağlam bir gerilim yaratmayı başarıyor.

Mubi Türkiye’de izlediğim The Small Back Room – Küçük Arka Oda, fiziksel olarak tahrip olmuş aynı zamanda da ruhsal olarak ta aynı tahribatı yaşamış bir adamın, her şeye rağmen sorumluluk alarak işini yaptığı ve sevginin iyileştiriciliğine inanmamızı sağladığı basit ama güçlü hikâyesi ve oyunculuğu ile izlenesi bir film. Zaman zaman fazlaca kasvetli ilerlese de asla yabana atılacak bir film değil.

Barış, Eylül 2022

Gönül |Heartsong (2022)

Gönül filmi, Soner Caner tarafından yazıp yönetilen, başrollerinde Erkan Kolçak Köstendil, Hazar Ergüçlü, Bülent Emin Yarar, Ali Seçkiner Alici, Selim Bayraktar’ın oynadığı Netflix’in taze filmi.

Evet, sonda söyleyeceğimizi başta söylüyorum; Netflix, bozuk saat gibi günde iki kere doğruyu gösterebiliyor. Bu kadar niteliksiz içeriğin yanında ilaç gibi gelecek olan bir film izlemeye hazır olun. Bir komedi filmi olarak lanse edilse bile, komik unsurlar barındıran bir dram filmi.

Filmle ilgili İlk bilmemiz gereken, filmin hemen başında bahsi geçen “Dom”ların kimler olduğudur. Çok kaba olarak “Çingene” topluluğudur diyebiliriz. Dom çingeneleri Hindistan’dan göçüp gelen bir etnik grup. İran üzerinden Orta Doğu’ya yayılmışlar. Göçebe olarak yaşıyorlar, bulundukları ülkelerde el işleri, demircilik, sokak müzisyenliği gibi işler yaparak para kazanıyorlar. Çingene topluluğu dendiğinde müzik zaten en başa yazılması gereken meslek. Bizim coğrafyamız içinde Kürtler arasında yaşayan çingene topluluğu olarak “Dom”lardan bahsediliyor. Hatta kürt çingenelerin bir ismi gibi anlaşılıyor.

Youtube’a bakındığımda gördüğüm şu belgesel belki ilginizi çekebilir.

Dom Belgeseli

“Hay Nikina, hay nikina, niki niki nanna niki nanna…”

Gelelim, Gönül filmine; Domlardan iki kardeş olan Piroz (Erkan Kolçak Köstendil) ve ağabeyi Hogir (Ali Seçkiner Alıcı) müzik yapmaları için bir köy düğüne giderler. Piroz burada gelin Sümbül’ün sesini duyar ve istemeden gelin olan Sümbül’e ilk görüşte aşık olur. İkisi de karakter olarak delidoludur, (belki de delilerdir) birbirlerine kavuşma hikayelerin yanında, Piroz ve Hogir’in babaları olan Mirze’nin (Bülent Emin Yarar) aşk hikayesi olan Dilo’ya aşkı da diğer bir alt konu olarak devam eder.

Hikayelerin, hangisi ön plandadır, hangisi arka plandadır, çoğunlukla birbirine karışırken, bir taraftan Emir Kustarika vari bir görsellik ve konu akışı izleriz, bir yandan da Theo Angelopoulos gibi bir final bizi büyüler.

“Tanrı insanları yarattı, baktı çok mutsuzlar, onlara Domları gönderdi”

Filmin etkileyici bir çok yeri var. Kıyafetleri, dekoru, şarkıları ve iki aşk hikayesinin de naifliği, en saf haliyle sevgiyi elle tutulur gözle görülür hale büründürülmüş olması, klasik anlatımın dışında bir masal havası da verilen film öylesine keyifli ve ilgi çekici hale geliyor ki, işte tekrar tekrar izlemelik bir yapım diyorsunuz.

Gönül Film Fragmanı

Gönül filminin hele bir sahnesi var ki bence ilerde klasikler arasında yerini alacak; kız isteme sahnesi. Muhteşem, sözcüklerin anlaşılmaması ile oluşan durum komedisi, müzikler ile birleşen enfes bir hal alıyor.

Gönül filminin aynı zamanda kültürel bir eleştirisi de mevcut. Sümbül’ün düğün günü “kız çıkmadı bu” diye ailesine geri verilmesi ve Kürt Ağası babasının bir Dom’a kız vermektense onu öldürmek istemesi ayrıca bir ayrımcılığın da eleştirisi.

İki karakterin saf aşkı ve baba Mirze’nin kavuşamadığı Dilo’ya olan aşkının da şiirselliğe bürünen masalsılığı filmi bam başka bir boyuta çıkartmış durumda.

Kardeş Türküler grubundan Vedat Yıldırım’ın da filmde küçük bir rolünün olması ayrıca mutluluk verici. Bahsettiğim kız isteme sahnesinde rolünün hakkını vermiş.

Ayrıca müzik konusunda öyle etkileyici ve vurucu seçimler yapılmış ki hayret ediyor insan. Örnek son sahnede Hazar Ergüçlü’nün seslendirdiği “Seyran”. Müzik ayrı güzel, sahne başlı başına muhteşem…

Gönül Film Seyran Şarkısı

Gönül, ki ingilizcesi ile yürek şarkısı, ülkemiz halkının bir bölümünün ötekileştirildiği, töre – namus kavramlarının yabaniliğinin bize bir kez daha anımsatıldığı, diğer taraftan da şiirsel, masalsı ve saf aşkın anlatıldığı son dönemin en iyi filmlerinden biri.

Barış, Eylül 2022

Vizontele (2001)

Vizontele, Senaryosunu Yılmaz Erdoğan’ın yazdığı ve Ömer Faruk Sorak ile birlikte yönettiği film. Çok geniş bir oyuncu kadrosu var. Yılmaz Erdoğan, Demet Akbağ, Altan Erkekli, Cem Yılmaz, Tolga Çevik, Cezmi Baskın, Zeynep Tokuş, Erdal Tosun, Şafak Sezer, Erkan Can liste uzayıp gidiyor.

“Yok benim dedem şöyle büyük ağaymış da, yok benim dedemin katırları kimsede yokmuş da. Beni methetme kardeşim bana para ver.”

Vizontele, kaba konu olarak 1974’de Van‘ın Gevaş ilçesine televizyon gelmesini anlatıyor. O vakitler televizyonun ne olduğu hakkında kimsenin bir bilgisi yok, her şeyin en son ulaştığı doğuda, TRT bir ekip ile televizyon gönderir, ekip televizyonu bırakıp gider. Belediye Başkanı Nazmi (Altan Erkekli) televizyonun kurulması işini Deli Emin’e (Yılmaz Erdoğan) verir. Belediye Başkanının eşi olan Siti Ana (Demet Akbağ), imam Mela Hüseyin (Erkan Can) ile bu işe karşı çıkar.

“-Bu alet, radyonun resimlisidir.

-Nasıl yani?

-Ya güzel kardeşim! Şimdi radyoda Zeki Müren şarkı söylemiyor mu?

-Söylüyor.

-İşte onu söylerken hem dinleyip hem göreceksiniz, aynı anda.

-Peki Zeki Müren de bizi görecek mi?

-Vallahi orasını ben de bilmiyorum.

-E görürse iyi değil. Ev halidir kardeşim, insan icabında donla geziyor. Koskoca Zeki Müren’e karşı olur mu?”

Aslında Yılmaz Erdoğan’ın kendi çocukluğuna ait bir anısının filmleştirilmiş halidir, Vizontele. Konusundan ziyade süreçle ve anlık diyaloglarla ilgili bir filmdir. Karakterler ve diyaloglar öylesine benimsenmiştir ki, günlük hayatınızın içinde belki de farkına varmadan kullanır olmuşsunuzdur. Misal “Zeki Müren’de bizi görecek mi?”

Filmin asıl başarısı işte bu yukarıda belirttiğim durumdur. Çok fazla samimiyet ve iyi niyet taşır, kötü karakter diye bir şey yoktur. En kötüsü Sinemacı Latif’tir. (Cezmi Baskın) varın gerisini siz düşünün.

“O zamanlar kaymakamın bir kızı vardı ya, Leman. Saçları taa buralarında. Rüzgarda yürüdü mü sanki pelerin sahibi bir balerin gibi oluyordu. O gün de maça gelmiş. Ben devamlı terliyorum, daha maç başlamadan ha. Neyse maç başladı, hemen bir korner oldu, korneri bizim Rıfat atmıştı. Yükseldim topa, ikinci dakikada köşeye taktım. Alkış kıyamet, bir döndüm bizim Leman ayağa kalkmış alkışlıyor.

-Kaç sene kalmıştı o kız burada?

-2 sene. Giderken bana bir mektup bırakmıştı, İzmir’e gelirsen ara diye. Ben de 5 sene sonra gittim.

-Ee bulabildin mi?

-Buldum, hatta bir de çay içtik. Ben, o, bir de kocası. O ara golü yemişiz haberimiz yok anlayacağın. Burası için en güzel lafı Sadık Hoca söylemişti.

-Hangi Sadık Hoca?

-Lisede edebiyat öğretmeni yok muydu Afyonlu? Hayal kırıklığının başkenti demişti.

Komedi ve dramı hem oyunculuk hem de diyalogları ile bu derece başarılı verebilen çok az film vardır. Oyuncuların özelliklede Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz ve Şafak Sezer’in başarıları, karakterlerine bürünmeleri, diyaloglarını kendilerinden hale getirmeleri, filmi de başka bir seviyeye çıkartmayı başarmıştır.

“İnsan memleketini niye sever ? Başka çaresi yoktur da ondan. Ama biz biliriz ki bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen burası dünyanın en güzel yeridir. Dünyanın en güzel yerini sevmezsen orası dünyanın en güzel yeri değildir.”

Vizontele, sinema izleyici için karmaşık bir durum yaratır. Bir filmi iyi yapan nedir? Sinema klasiği haline gelen bir film neden klasik olur? Evrensel olmak durumunda mıdır? Aslında başlı başına bir kavram daha var iyi film demek yada bir filmi beğenmek için, bu kavram yeri geldiği zaman tüm sinemasal jargonun, tüm sinemasal değerlerin önüne geçer. “Duygu” izlerken size nasıl hissettirdiği ile ilgili bir durumdur bu, başka hiçbir şeyin önemi kalmaz. Sıcak, samimi geldiği zaman sizin için iyi bir film olur çıkar.

Deli Emin – Çeşmi Siyahım

“Anamın en sevdiği türküdür bu. Bazen radyoda çalıyorlar, ben de dinletmek için koşuyorum fakat bir türlü yetişemiyorum. Ya türkü çok kısadır, ya mezarı çok uzağa yapmışım. Bir seferinde, geçen sene, ben buradan geçerken çalmaya başladı. Tam koştum anamın yanına geldim, bu sefer de pil bitti. Gerçi ben sonra bitmeyen bir pil yaptım ama.”

Filmin müzikleri belki de filmden daha da iyidir. Kardeş Türküler tarafından albüm olarak da çıkan müzikler, her türlü duyguyu derinleştirmede çok başarılı bir iş görmüştür.

Kardeş Türküler – Vizontele – Pawanekani

“Baba akü yok. Baba akü komple yok, çalmışlar. Kaputu açmışlar bir de aküyü çalmışlar. Kaputu açtınız bari aküyü çalmayın. Aküyü çalmamış olsalar hani…”

Müziği ile, oyunculuklar ile, diyalogları ile, komedi ve duygusallığı birleştirmeyi çok iyi başarmış olması ile izlemenizi tavsiye ettiğim bir film, Vizontele. Hala izlemmişseniz tabii…

Barış, Temmuz 2022

Mavi Boncuk (1974) – Ertem Eğilmez

Mavi Boncuk, Ertem Eğilmez’in yönettiği senaryosunu çoğunlukla birlikte çalıştığı Sadık Şendil ve filmde oyuncu olarak ta yer alan Zeki Alasya’nın yazdığı bir film.

Oyuncu kadrosu için Türk Sinemasının ey iyilerinin buluşması desek abartmış olmayız sanırım. Tarık Akan, Münir Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Adile Naşit, Emel Sayın ve küçük bir rolle Perran Kutman’ın yer aldığı film hem komedi hem de duygusal anlamda başarılı yapımlardan biri.

Emel Sayın – MAvi Boncuk orjinal Kayıt

Sinemalarda gösterildiği dönemde ki izleyiciden bizi ayıran çok ciddi bir durum var. Oyuncu kadrosunun Emel Sayın ve Metin Akpınar dışında artık aramızda olmayışı zamane izleyici olan bizler için çok daha duygusal bir anlamı var. Belki o dönem izleyicileri salt gülmek için izledikleri filmi biz birazda acı bir tebessümle izlemek durumunda kalıyoruz.

ıslık, ıslık

Modern zamanlar olarak tanımladığımız günümüz sosyoloji ve psikolojisi ile yorumlamaya kalksak Stockholm Sendromu ile ilgili vasat bir film diyebiliriz. 1974 yıllarının atmosferi içinde böylesi bir sendrom ile ilgili bir şey değil film. Evet kaçırılan zengin kız, kendini kaçıranları sevmeye hatta aralarından birine aşık olma hikayesidir, doğrudur bu bir sendrom fakat zamanesinde Türk Sineması için çokça işlenen işin aslında daha çok gırgırına yönelik bir durumdur bu.

-Köre bir sadaka köre sadaka…
-Cafer?
-Sen misin yakışıklı?
-Karanfilli herif geçti mi?
-Nasıl göriyim ben körüm
-Ulan sahici kör değilsin ya, kör taklidi yapıyorsun.
-Ama ben sahici olsun diye gözlerimi kapatıyorum.
-Allah cezanı versin…

Emel Sayın’ı dinleyerek felekten bir gece çalmak isteyen altı kafadarımız, fiks menü olarak kişi başı 100 TL ile gazinoya giderler, yer içer eğlenirler ama gelen hesap çok yüksek olunca itiraz ederler, gazino çalışanları tarafından dayak yiyen altı kafadarımız intikam ve gazinoyu batırma planı olarak Emel Sayın’ı kaçırmaya karar verirler. Kaçırılan Emel Sayın, onların arasında kaldığı günlerde öylesine bağlanır ki bu altı arkadaşa geri gitmek istemez. Yakışıklı Necmi’ye (Tarık Akan) de aşık olunca, altılı çareyi kaçırdıkları gibi Emel’i geri götürmekte bulur.

Ertem Eğilmez, aslında farklı bir yönetmendir. Daha önce yaptığı Canım Kardeşim filmi ile sert gerçekçi bir sinema dili ortaya koyarak toplum içinde ki zengin fakir ayrımını muhteşem bir şekilde anlatmayı başarmıştır. Fakat sinemada başarısız olan film, başarılı olabilecek konulara geri dönüş yapmasına neden olmuştur.

Özellikle Kemal Sunal’ın henüz daha Kemal Sunal olmadığı bir dönemdir bu. Filmin ilk izleyicileri için onun yarattığı saf, şapşal karakteri çok yenidir. Filmin komedi bölümün başını o çeker, kör dilenci rolü efsanedir. Altınıza işetebilecek bir durum komedisidir. Çok başarılıdır.

Film çekildiğinde Tarık Akan 25, Emel Sayın 29, Kemal Sunal 30, Halit Akçatepe 36, Metin Akpınar 33, Zeki Alasya 31, Münir Özkul 49, Adile Naşit ise 44 yaşındaydı. Filmi belki de bu derece kıymetli kılan hem birbirleri ile olan ilişkilerinin iyi olması hem de filmde ki Tarık Akan, Emel Sayın aşkının gerçekte de var olmasıdır. “Çok güzel, hoş bir duygusal ilişkiydi. Yaşanması gereken bir duyguydu bence, yaşandı, bitti. Yaşadığım için hiç pişman değilim. Bu ilişkiyi de ben çok masum görüyorum.” diyor daha sonraki yıllarda Emel Sayın. Tarık Akan’a bakarak söylediği “Yalnız benim için bak yeşil yeşil” şarkısını gerçek bir aşkla söylediği aşikardır zaten, başka türlü izleyiciye böylesine saf bir duyguyu geçirmek mümkün müdür?

Mavi Boncuk filmi ister istemez bizi duygusallaştıran bir yapımdır. Haliyle onun eksik yanlarından ziyade güzel taraflarını yakalıyor olmamız çok doğaldır. Sıcak ve samimi olması, duygusal kurgusunun oyuncuların birbiri ile olan ilişkilerinden, birbirlerine olan sevgilerinden bize de aynı hissiyatla geçirmeyi başarmaları, eksik tarafları için körleşmemize neden oluyor. Bu, bu topraklarda yaşayan bizim anlayacağımız bir film, bizim hislerimize, bizim duygularımıza, bizim komedimize hitap eden bir olgu.

Hayatımızın içine iyi ki girmiş, iyi ki var olmuşlar diyeceğimiz o kadar çok oyuncu bir aradadır ki, sevmemek diye bir olay mümkün olmaz. Adile Naşit için zaten bir yazı yazmıştım. Diğerleri de bu kategori içinde ki oyuncular.

“Yoksulluk – suç ilişkisi başlı başına çok devasa bir konu” demiştim bir önce ki Canım Kardeşim filmi için yazdığım yazıda. Mavi Boncuk filmini komedi unsurundan dolayı bu çerçeveden incelemeyi doğru bulmuyorum. Tartışılabilir ama özellikle oyuncularla kurduğumuz duygusal bağ verimli bir sonuç vermez.

Emel Sayın’ın Kemal Sunal ile olan bir anekdotunu aktarayım da biraz gözleriniz dolsun; “Mavi Boncuk filmini çekiyoruz. O zamanlar Keman Sunal, tığ gibi delikanlı, cepte para çok. Bir gün setten çıktık, eve gidiyoruz. Kemal benden önce çıktı. Herkes yevmiyesini almış. Taksiyle, kendi arabasıyla giden gitti. Baktım Kemal yürüyerek gidiyor, üç kilometre var gideceği yere. Her gün yürüyerek gidip geliyor, merak ettim nereye gidiyor bu adam böyle diye. Uzun süre yürüdü, sonra bir bankta yatan adamı kaldırdı… Bir şeyler konuştular, sonra cebinden para çıkarıp verdi. Şaşırmıştım, ardından biraz daha ilerde bir lokantaya girdi, bir şey yemeden çıktı, oraya da para verdiğini görmüştüm… Bıraktım takibi, banktaki adama yaklaştım, ‘Tanıyor musunuz o az önce size para veren adamı?’ dedim. ‘Adını bilmem, sormam da, her gün para verir bana…’ dedi. Teşekkür ettim, az ilerdeki lokantaya gittim, ‘Az önce gelen beyin borcu mu var size?’ dedim, tanımadılar beni… ‘Kemal abi’nin mi, yok hayır bize her gün evsizler uğrar, yemek yediririz. O da sağolsun, onların yemek masrafını öder’ dedi. Ertesi gün Kemal’in yanına gittim, ‘Sen ne güzel bir adamsın ya…’ dedim, ne olduğunu anlayamadı, sarıldım ağladım. ‘Ölme sen benden önce’ dedim, dinletemedim.”

Şimdi bu insanlar yok, hatta bu anlatılan inandırıcı bile gelmiyor olabilir size. Fakat gerçektir. Şimdiki gibi kopuk bir sanatçı tayfası yoktu o zamanlar, bir arada yaşıyordu herkes, temas etmek kolaydı, duygular saf ve gerçekti. 2000 yılında kaybettiğimiz Keman Sunal’da gerçekti. Bu kadar boşuna sevmedik. Rol sadece sinemada yaptığı şeydi.

“Bıraksak ta ecelleri ile mi ölseler acaba”

Şimdi, bu filmi izlemden kaç yaşına gelmiş olabilirsiniz bilmiyorum ama bu yazıyı okuyup hala izlememişseniz zaten geç kalmışsınız. Eter koklayan Zeki ve Metin’i görmemişseniz, Cilli bom bom diyen Adile abla ile temas kurmamışsanız, Baba Münir ile hala tanışmamışsanız, Mıstık Halit sizi henüz güldürmemişse, Kaymakam Cafer- Kemal abinin “adam geldi mi? Bilmem ben körüm, oğlum gerçek kör değilsin ya” sahnesinde altınıza işemediyseniz, Yakışıklı- damat Tarık Abi’yi aşk ile bakarken izlemişseniz zaten eksiksiniz. Neyle tamamlamış olabilirsiniz ki geçmiş hayatınızı…

Mavi Boncuk – Emel Sayın Kaçırılması

Bırakın dokunsun Mavi Boncuk duygularınıza. Gülün, ağlayın, hüzünlenin… İnsan olmak duyguları hissetmektir. En büyük başarısı budur Mavi Boncuk filminin size duygularınızı hatırlatır, hissettirir.

Barış, Temmuz 2022

Canım Kardeşim (1973) – Ertem Eğilmez

Canım Kardeşim, Ertem Eğilmez tarafından yönetilen, senaryosunu Sadık Şendil’in yazdığı, baş rollerinde Tarık Akan, Halit Akçatepe ve Kahraman Kıral’ın oynadığı, Türk sinemasının en özel filmlerinden biridir.

Kahraman (Kahraman Kıral), abisi Murat (Tarık Akan) ve dostları Halit(Halit Akçatepe)

Küçük Kahraman’ın yanında abisi Murat ve dostları Halit’in minimal öyküsüdür film. yaşadıkları evde çıkan bir yangın ile babalarını kaybederler. İşsiz güçsüz abi bir anda küçük kardeşi ile baş başa kalır. Murat’In dostu Halit’te evden kovulunca üçü birlikte yaşamaya başlar. Kahraman’ın en büyük hayali televizyon alınmasıdır. Yoksulluk içinde ki hayatta hiçbir şey kolay değildir. Kahraman’ın okuldan sürek temizlik konusunda şikayet gelmektedir. Fakat anlarız ki bu dertlerin en basitidir. Kahraman’ın halsizliği üzerine gittikleri doktorda öğreniriz ki Kahraman kanserdir. Artık onun mutlu olması için ellerinden geleni yapmaya başlayacaklardır.

Filmin işlenişi, ortam, oyunculuklarla öylesine duygusal bir yorumlama ortaya konulmuş durumdadır ki, sinemamızda ajitasyona düşmeden bu derece sarsıcı bir örneği çok azdır sanırım.

Yoksulluğun çaresizliğe bir başkaldırıya dönüşümünü izleriz, hem de her zerremizde bu trajedinin duygusunu yaşayarak.

Metin Akpınar, Adile Naşit, Kemal Sunal gibi oyuncularında kısa rollerle göründüğü filmin enteresan bir tarafı da budur, her daim bizi güldüren bu insanların böylesi bir dramayı bize çok başarılı bir şekilde sunmaları.

“bu televizyon şehirde bir bende var, bir de birkaç kişide. Ne bakıyonuz lan, babanızın televizyonu yok mu? Neymiş kancı, faizci.. kanıma dokunuyor canııımm”

Yeşilçam için 70’ler dendiği zaman hayat toz pembedir. Zengin kız fakir oğlan veya zengin şımarık oğlan fakir kız filmleri furyası vardır. Yakışıklıdırlar, güzeldirler, fakir olan değişir ve mutlu son gerçekleşir. Toplum bunları izler, yaşadıkları yavan hayat içinde kendi olanaksızlığını unutur, bir şeylerin değişebileceği umuduna sarılarak devam eder hayatına. Aslında Ertem Eğilmez’de bu gelenek içinden gelir, Tarık Akan sinemamızın jönüdür, Halit Akçatepe komedimizin baş karakterlerindendir. Canın Kardeşim’de ki su sert gerçekçiliği besleyen unsurlardan biri seyircinin alışık olmadığı bu ters köşe durumudur. Beklediği mutlu sona da ulaşamaz, zaten filmi bu derece çarpıcı kılan şeylerden biri de budur.

Yoksulluk – suç ilişkisi başlı başına çok devasa bir konu. Bu durum üzerine bir çok araştırma geçmişten günümüze devam edip duruyor. “Sebep-sonuç ilişkilerine göre ele alındığında, yoksulluk ile suç arasında bir ilişkinin var olduğu görülmektedir. Suçla ilgili literatürde bu durum sıkça dile getirilmekte ve genellikle yoksulluğun suçun en önemli nedeni olduğu belirtilmektedir.” diyor bir çok analiz. Böylesi filmler söz konusu olduğunda bizi ters köşeye yatırıyor. Zira insan olarak burada suçluya empati geliştirme durumu oluşuyor. Herhangi bir hırsızlık olayını doğru karşılamamız mümkün değil, sadece biliyoruz ki izlediğimiz filmlerde bu durum asıl konumuz değil, burayı araştırması, irdelemesi ve sonuç çıkartıp, toplum yararına bunun ortaya konulması için kurumlar var ve onlar işlerini yapması lazım. Baklava çalan çocuk durumunda olduğu gibi insan olarak biz, çaresizin yanında yer almaya programlanmış durumdayız. Suç kavramını bir çok açıdan irdelememiz, haklı ve haksızı ayırmamız, suçu neyin belirlediğini ve neyin suç diye adlandırıldığını belki de tekrar ortaya koymalıyız.

Film toplumsal yapı içinde ki fakirlik ile yoksulluk arasındaki ayrımı çok iyi aksettirmiştir. Sosyal devlet olamamış bir organizmanın içindeki unsurların durumunu öylesine çarpıcı vermiştir ki, Tarık Akan için de bir dönüm noktası olarak kabul edilir.

-Bana bak, sana bir şey söyliyim mi?
-Söyle
-Kimseye söylemek yok ama!
-İyi ya söylemem.
-Yemin et bakiyim.
-Valla billa söylemem.
-Ben ölücekmişim.
-Ne var oğlum bunda yemin ettiricek?

Bu dönemde anlamlandırma da çok zorlanılabilecek bir evde televizyon olmaması durumu, 70’ler için büyük bir sosyal ayrım konusudur. Zengin ve fakir arasındaki bu ayrımı televizyon üstünden işlemiş olan film aynı zamanda yaşanılan tüm olayları ile yoksulluk, yoksunluk, çaresizlik gibi kavramlar içinde ağır bir eleştiri yapmayı başarmış durumdadır.

Böylesine sert bir gerçekçilik içinde, yaşadığımız toplumun hissiyatı filmi rahatlıkla anlamanızı bu çağda bile sağlayacaktır. Taş olsanız yine de gözyaşlarınızı tutmanız mümkün olmayacaktır. Aynı zamanda yalılardan, boğaz kenarından çıkarak çamurlu sokakları ile gerçek bir mahalleyi ve buranın yoksul insanlarını görmek sizi sarsacaktır. Çaresizliğin nasıl bir duygu olduğunu daha iyi anlatan az film vardır. Hoşunuza gitmeyecek olan bu duyguyu yaşattığı için filme olan saygınız mutlaka daha da artacaktır.

Türk sineması açısından çok çarpıcı bazı sahnelerde film içinde mevcut. Halit’in mastürbasyon sahnesi şok edicidir. Yönetmenin yapmak istediği tüm çıplaklığı ile insanın varlığını ortaya koyma çabasıdır. Sonu vurucudur. Yoksulluk ve suç unsurların bir araya gelişi hem sosyolojik hem de psikolojik olarak incelenmesi gereken bir durumdur. Burada suçun tanımının da tekrar ele alınması gerektiği aşikardır.

Film’de Adile Naşit dışında kadın karakter yoktur. Kadın bir anlamda üreten, yaratan bir varlıktır. Olmaması başlı başına yoksunluktur. Öğretmenin temizlikle ilgili abiye sitemleri aslında bir kadının yaşama etkisini de belirtir. Bunun dışında modern toplum, eşittir. Kadın olmadan bir eşitlik söz konusu değildir. Bilinçli bir tercih olarak kadın karakterlerin olmadığını düşündüğüm film için, anlatısını daha çarpıcı hale getirme durumu olarak yorumluyorum.

Filmin müzikleri Cahit Oben tarafından yapılmıştır. Film kadar etkili melodisi, çok başarılı bir bütünleşmedir. Daha müzik çalar çalmaz, kanımız çekilmeye, gözlerimiz dolmaya başlar.

Türk sinemasının yüz akı olan film için 10 üzerinden 10 olarak değerlendirme yapıyorum. Kesinlikle izlenmesi gerektiği kanaatindeyim.

Barış, Temmuz 2022

Mr. Klein | Kaderi Arayan Adam (1976) – Joseph Losey

Mr. Klein, bizde ki ismi ile Kaderini Arayan Adam, ABD’li yönetmen Joseph Losey’nin Nazi karşıtı filmidir. Baş rollerde Alain Delon, Jeanne Moreau ve Francine Bergé oynamıştır.

II. Dünya Savaşı yıllarında Nazi işgaline uğramış Fransa’da Yahudilerin ellerindeki değerli eşyaları alıp satan Klein’in hikayesidir.

İnsanların çaresizliğinden istifade ederek zenginleşen ve bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın felsefesi ile yaşayan Klein için işler kendi istediği gibi gitmeyeceği bir an gelir. Ne vicdani ne de ahlaki yönü gelişmemiş, fırsatçı bir pislik olan karakterimizin hayat bir isim benzerliği – kaderin garip bir cilvesi- sonucu tamamen değişime uğrar.

Yönetmen Joseph Losey, felsefe mezunudur ve tiyatro ile de hayli ilgilenmiş biridir. Almanya’da Bertolt Brecht ile çalışma fırsatı bulmuştur. Tam bu noktada Brecht etkilerinin filmin her alanında göründüğünü belirtmekte fayda var. Bertol Brecht, dramatik tiyatronun antitezinin yaratıcısıdır. Özellikle yabancılaştırma ve anlatıma dayalı bir tiyatro türünün kurucusu kabul edilir. Losey üzerinde ki etkisini açıkça görebileceğimiz bir filmdir, Kaderini arayan adam.

Franz Kafka’nın Dava kitabını okuyanlar filmle daha rahat ilişki kurabileceklerdir. Hatta, Bay K, belki de Mr. Klein’in kendisi olabilir. Klein’in artan dozda ve giderek bir tutkuya dönüştürdüğü merakı ve bu merakın peşinden sürüklediği hayatı biz izleyiciler içinde bir cevap arama gizemine dönüşüyor.

Savaş yıllarının acımasız ortamı, insani duyguların yitimi sanırım 2. Dünya savaşını konu alan her film için bir arka plan olmak durumunda, bu arka plan zaman zaman ön plana dönüşür, zaman zaman yaşanılan trajedinin yarattığı diyaloglar ile, zaman zaman gözlere yansıyan dramın izleri ile kendini gösterir. İzleyicisine dönemi aksettirir.

Mr. Klein’in film başındaki insanlıktan çıkmış hali ile sonlara yaklaştığımızdaki durumu ne kadarda farklıdır. Klein’in etrafında örülen gizem, izleyici olarak durumun Klein ile farkına varmamızı sağlayan bir durum haline de dönüşür. Bizde Klein ile birlikte insani değerlere erişir, acıyı ve dramı hissetmeye başlarız. Hala çözülmesi gereke konular vardır ama artık bunların bir önemi kalmamış durumdadır. Özellikle Alain Delon’un ustalıklı oyunculuğu, anlatılmak isteneni, duruşu, bakışı, gözleri, elleri, yani vücut dili ile vermeyi başarışı çokça örneğini gördüğümüz nazi dönem filmleri içinden, filmi ayrıştıran önemli bir unsur haline gelmiş gibi duruyor. Böylesi bir ustalığı izlemek başlı başına keyif.

Mr. Klein – Trailer

Losey, yarın sen, ben olabilirsin teması ile empati kurmamızı da ister. Salt kötülüğün Klein etrafında karşılıksız kalmayacağını özellikle vurgularken, geçmişten alınacak bir ders olması gerektiğini de belirtir.

Kimliklerimiz konusunda aslında elimizdeki değerler, minicik tesadüfler sonucu oluşmuş durumda. Kendi konfor alanındaki insan bunun sorgusunu yapmayı istemez. Başka hayatlar ile empati kurmak konfor alanından çıkmak ve acı bir yüzleşmeye girmek demektir. Ya hayat! Bazen istemeden yapmak durumunda kaldığımız bu sorgulama, kendi kimliğimizi kaybetme ve başka bir kimliğe geçiş bizi yeni bir insan yapmaz mı? Mr. Klein içinde nefret edilen adamdan, sempati duyacağımız bir hale değişimi, yaptıklarının bedelini ödemek istemesi ve bu bedeli zorla değil kendi insani duygularını keşfetmesi ile ödemek istemesi aslında ilham vericidir.

Kaderini arayan adam, karakterlerinin birbirleri ile olan temaslarını anlamak açısında zorlayıcı bir film olsa da, bireyin kendi özgür iradesi ile değiştiği nokta açısından çok iyi bir film. Kafanız karışabilir ama duygularınız sizi sonuna götürecektir. İzlenmesi gereken bir film notu ile paylaşıyorum. 8/10

Barış, Temmuz 2022

Göster
Gizle