Gönül |Heartsong (2022)

Gönül filmi, Soner Caner tarafından yazıp yönetilen, başrollerinde Erkan Kolçak Köstendil, Hazar Ergüçlü, Bülent Emin Yarar, Ali Seçkiner Alici, Selim Bayraktar’ın oynadığı Netflix’in taze filmi.

Evet, sonda söyleyeceğimizi başta söylüyorum; Netflix, bozuk saat gibi günde iki kere doğruyu gösterebiliyor. Bu kadar niteliksiz içeriğin yanında ilaç gibi gelecek olan bir film izlemeye hazır olun. Bir komedi filmi olarak lanse edilse bile, komik unsurlar barındıran bir dram filmi.

Filmle ilgili İlk bilmemiz gereken, filmin hemen başında bahsi geçen “Dom”ların kimler olduğudur. Çok kaba olarak “Çingene” topluluğudur diyebiliriz. Dom çingeneleri Hindistan’dan göçüp gelen bir etnik grup. İran üzerinden Orta Doğu’ya yayılmışlar. Göçebe olarak yaşıyorlar, bulundukları ülkelerde el işleri, demircilik, sokak müzisyenliği gibi işler yaparak para kazanıyorlar. Çingene topluluğu dendiğinde müzik zaten en başa yazılması gereken meslek. Bizim coğrafyamız içinde Kürtler arasında yaşayan çingene topluluğu olarak “Dom”lardan bahsediliyor. Hatta kürt çingenelerin bir ismi gibi anlaşılıyor.

Youtube’a bakındığımda gördüğüm şu belgesel belki ilginizi çekebilir.

Dom Belgeseli

“Hay Nikina, hay nikina, niki niki nanna niki nanna…”

Gelelim, Gönül filmine; Domlardan iki kardeş olan Piroz (Erkan Kolçak Köstendil) ve ağabeyi Hogir (Ali Seçkiner Alıcı) müzik yapmaları için bir köy düğüne giderler. Piroz burada gelin Sümbül’ün sesini duyar ve istemeden gelin olan Sümbül’e ilk görüşte aşık olur. İkisi de karakter olarak delidoludur, (belki de delilerdir) birbirlerine kavuşma hikayelerin yanında, Piroz ve Hogir’in babaları olan Mirze’nin (Bülent Emin Yarar) aşk hikayesi olan Dilo’ya aşkı da diğer bir alt konu olarak devam eder.

Hikayelerin, hangisi ön plandadır, hangisi arka plandadır, çoğunlukla birbirine karışırken, bir taraftan Emir Kustarika vari bir görsellik ve konu akışı izleriz, bir yandan da Theo Angelopoulos gibi bir final bizi büyüler.

“Tanrı insanları yarattı, baktı çok mutsuzlar, onlara Domları gönderdi”

Filmin etkileyici bir çok yeri var. Kıyafetleri, dekoru, şarkıları ve iki aşk hikayesinin de naifliği, en saf haliyle sevgiyi elle tutulur gözle görülür hale büründürülmüş olması, klasik anlatımın dışında bir masal havası da verilen film öylesine keyifli ve ilgi çekici hale geliyor ki, işte tekrar tekrar izlemelik bir yapım diyorsunuz.

Gönül Film Fragmanı

Gönül filminin hele bir sahnesi var ki bence ilerde klasikler arasında yerini alacak; kız isteme sahnesi. Muhteşem, sözcüklerin anlaşılmaması ile oluşan durum komedisi, müzikler ile birleşen enfes bir hal alıyor.

Gönül filminin aynı zamanda kültürel bir eleştirisi de mevcut. Sümbül’ün düğün günü “kız çıkmadı bu” diye ailesine geri verilmesi ve Kürt Ağası babasının bir Dom’a kız vermektense onu öldürmek istemesi ayrıca bir ayrımcılığın da eleştirisi.

İki karakterin saf aşkı ve baba Mirze’nin kavuşamadığı Dilo’ya olan aşkının da şiirselliğe bürünen masalsılığı filmi bam başka bir boyuta çıkartmış durumda.

Kardeş Türküler grubundan Vedat Yıldırım’ın da filmde küçük bir rolünün olması ayrıca mutluluk verici. Bahsettiğim kız isteme sahnesinde rolünün hakkını vermiş.

Ayrıca müzik konusunda öyle etkileyici ve vurucu seçimler yapılmış ki hayret ediyor insan. Örnek son sahnede Hazar Ergüçlü’nün seslendirdiği “Seyran”. Müzik ayrı güzel, sahne başlı başına muhteşem…

Gönül Film Seyran Şarkısı

Gönül, ki ingilizcesi ile yürek şarkısı, ülkemiz halkının bir bölümünün ötekileştirildiği, töre – namus kavramlarının yabaniliğinin bize bir kez daha anımsatıldığı, diğer taraftan da şiirsel, masalsı ve saf aşkın anlatıldığı son dönemin en iyi filmlerinden biri.

Barış, Eylül 2022

Babam ve Oğlum (2005)

Babam ve Oğlum, Çağan Irmak tarafından yazılıp yönetilmiş, Türk sinemasının kalbur üstü filmlerinden biridir.

“Ona bir oda ver baba, bir evi olsun, ama zaman zaman da çıkıp gidebileceği bir ev.”

Filmin çok başarılı bir oyuncu kadrosu var. Çetin Tekindor (Baba- Hüseyin), Fikret Kuşkan (Sadık), Hümeyra (Anne – Nuran), Ege Tanman (Deniz), Yetkin Dikinciler (Salim), Şerif Sezer (Gülbeyaz) ve diğerleri…

“Baba! Yüreğim yangın yeri gibi biliyor musun? Gözü arkada kalmak böyle bir şey galiba..”

Şimdiden Türk sineması için kült filmlerden biri olmuş durumda olan film; Küçük Deniz, annesini doğumda kaybetmiş, bir gazetede yazar olarak çalışan babası tarafından yetiştirilen bir çocukken. Bir gün babası onu, dedesinin yanına götürür. Köye vardıklarında Babası Sadık, küs olduğu babasını ilk kez görecek ve ondan Denize bakmasını isteyecektir.

Filmin şüphesiz ki en başarılı tarafı yaratmış olduğu dramdır. Fakat bu derece başarılı bir dramatik kurgu bile böylesi bir film ortaya çıkartmaya yetmez. Haliyle başka unsurlarında devreye girmesi gerekir. Alt planda verilen 12 Eylül dönemimin bireysel yıkımı hem kişilerin kişilik gelişiminde çok başarılı bir etki göstermiş hem de filme derinlik katmış.

“Burda dureydim böyle, tam burda, böyle gollarımı açeydim iki yana. Tuteydim onu, tuteydim onu ben, getme diyeydim… Getme Sadık”

Oyuncuların çok iyi performansı, filme olan empati duygumuzu öylesine geliştirici ve bağ kurdurucu ki, Çetin Tekindor özelinde hepsi rolünün hakkını fazlası ile veriyor. Tekindor çok başarılı bir oyuncu, bugün dünyanın başka bir yerinde doğmuş ve oyunculuk yapmış olsa büyük ihtimalle el üstünde tutulurdu.

Hümeyra’nın, Şerif Sezer’in, Binnur Kaya’nın, Fikret Kuşkan’ın performansları da hayli yerinde. Özel not olarak Yetkin Dikinciler’e değinmek lazım, canlandırdığı karakteri tam kıvamında tutmayı başarmış, biraz abartsa dram duygusunu yok edecek komedi haline gelecekken, biraz daha azaltsa bu seferde gerçekçiliğini yitirecek bir karakteri başarı ile canlandırmış.

“Hayat devam edecek birileri yeni kitaplar yazacak okuyamayacaksın, yeni filmler çekilecek izleyemeyeceksin, sevdiğin bir şarkıyı bir daha dinlemek isterken dinleyemeyeceksin. Bunlar kolay alışır insan; ama onu büyürken izleyememek, yanında olamamak, ilk kız arkadaşını göremeyecek olmak…”

Film senaryosunun hakkını da ayrıca vermek lazım. Bugün bile Babam ve Oğlum filminde geçen diyaloglar hafızalardadır ve günlük yaşamda da kullanılır. Bu durumun benzerinden Vizontele’yi anlatırken bahsetmiştim. Diyaloglarda plansız ve alelade konuşma havası vardır. Hayattan normal bir konuşma durumu yaratır. Bu durum filmin içselleştirilmesini, karakter ile duygusal bağ kurulmasını kolaylaştırır.

“İnsan büyüyünce hayalleri küçülür mü?”

Filmi bu kadar etkileyici yapan en önemli unsur, yukarıda da kısaca değindiğim, Çetin Tekindor’un muhteşem oyunculuğu ile oluşmuş olan baba figürüdür. Çok sert ve anlayışsız tavırları altında yatan hassasiyeti evlat ve torun sevgisi, bu topraklarda ki baba figürüne benzerdir.

Babam ve Oğlum filminin yönetmenliğini yapan Çağan Irmak, aynı zamanda bir çok dizinin de yönetmenliği yapmış biri. Genel izleyicinin nabzını tutmayı bilen, yönetmen, en etkili filmi olan Babam ve Oğlum’da da bu yeteneğini sergiliyor. Özellikle Fikret Kuşkan ve Çetin Tekindor’un konuşma sahnesinde ki kamera kullanımı ve müzik, etkiyi doruğa çıkartıyor, Sadık ile devrilen kamera bizim de gözyaşlarımızı tutamamamıza neden oluyor.

Çağan Irmak, hem önceki yapımlarında hem de bundan sonrakilerde de müzik konusunda başarılı seçimler yapmış bir yönetmen. Dönem müziklerini çok iyi kullanıyor ve kıyıda köşede kalmış parçaları tutup çıkartmayı iyi beceriyor. Issız Adam filmi de buna iyi bir örnek.

Son söz olarak, hala izlemediyseniz eğer, bir kutu mendil alarak izlemenizi öneririm. Rahat rahat ağlamak isterseniz, tek başınıza izleyin derim.

Barış, Eylül 2022

The Gray Man| Gri Adam (2022)

The Gray Man, Anthony ve Joe Russo’nun birlikte yönettiği Ryan Gosling, Chris Evans, Ana de Armas’ın başrollerinde oynadığı Netflix’in yeni filmi.

Konusu tanıdık gelebilir, zira benzer bir konu ile izlediğimiz The Bourne serisinin başarısız bir kopyası gibi duruyor. Matt Damon’ın Jason Bourne karakterini oynadığı serinin ilk üç filmi 007’ye güçlü bir alternatif oluştururken, The Gray Man, bol aksiyonuna rağmen vasatı aşamayan bir film olarak Netflix’te yayına girdi.

The Gary Man’in konusuna gelirsek, Florida eyalet hapishanesinde cinayetten yatan Courtland Gentry (Ryan Gosling) tam bir Amerikalı olarak kötü babasını öldürmüş durumda olan masum bir adamdır ama uzun yıllar hapis yatması kaçınılmazdır. Ünlü CIA’in Sierra 4 programı dahilinde serbest bırakılıp, devlet için öldürmeye başlayan başka bir katile dönüştürülür. Devletlerin gizli örgütleri için birilerini öldürdüğünüzde kahraman olduğunuz gerçeği çerçevesinde tam bir ölüm makinesi olan “Six” (007’nin çakması) CIA içinde ki kötü adamlar tarafından kandırıldığını anlar ve onlara karşı büyük bir savaş verir.

Daha önce de dediğim gibi konunun çok iyi bir sürümü olarak Matt Damon’lı Jason Bourne varken hatta Tom Cruise’lu Mission: Impossible filminin 7 bölümden bir çoğu, bu filmden çok daha iyi iken neden bu vasat filmi izleyeyim diyor insan ama gene de izliyor efendim. Neden izliyor; 1 – Ryan Gosling iyi bir oyuncu, izlemesi keyifli, 2 – Ana de Armas güzel bir abla, onu da izlemesi keyifli, 3 – Chris Evans belki bu sefer bir şeyler yapmıştır merakı var, 4 – Aksiyon aksiyondur, kafanız rahat, patlamış mısır, çay-kahve-gazoz yapabilirsiniz. Alaska Frigo misali boş gözlerle akar gider sahneler. 5 – Bizden bir yerde koyarak bizimde ağzımıza bir parmak bal çalmışlar. (Kapadokya’ya gelirler.)

Netflix ile ilgili yakın zamanda ki söylemler belli artık nitelikli dizi ve filmler yapılmadığı, farklı alternatifler sebebi ile ciddi üye kaybı yaşadığı falan söyleniyor. Büyük bir reklam ile çıktığı bu film yine yeni yeniden tam anlamı ile hayal kırıklığı. Bangkok, Monaco, Londra, Hong Kong, Viyana, Berlin, Kapadokya, Prag derken 20 ülke dolaşıyor film ama bir Prag sahnesi var ki aksiyondan ziyade gülmekten altınıza işetebilir. Prag’ın ortasında ortalık birbirine giriyor, girsin girmesine de azcık mantık be kardeşim…

Tamam anladık CIA’sin sen tüm dünya da elin ayağın var, her yere hükmediyorsun da, mesele kendi iç meselenken bile neden şehirleri yakıp yıkıyor adamların, hem de ne yakma yıkma, diğer ülke teşkilatlarını bu kadarda aptal yerine film de olsa koyma be kardeşim, o kadar da değil, azcık mantık, azcık…

The Gray Man, öylesine saçma öylesine mantıksız bir zeminde seyrediyor ki, CIA içinde ki durumdan tutun, gözünü kırpmadan onlarca adamı öldüren tiplerin bir çocuk için kuzuya dönmeleri, benim babam gibi denilen adamların dakkasında satış yapmaları, psikopat katilimizin, bir adamı öldürmeyi bir türlü başaramaması falan derken, aman tanrım ben ne izliyorum böyle duygusu kuşatıyor içinizi.

Netflix 200 milyon dolar harcanmış bu filme. Neresine harcadığını ben izlerken anlayamadım.

THE GRAY MAN | Official Trailer | Netflix

Russo Kardeşler’in filmografisine bakıldığında Avengers: Infinity War, Captain America: The Winter Soldier ve Avenger: Endgame gibi Marvel filmleri olduğunu görüyoruz. Marvel gibi hayali bir dünyanın aksiyonunu buraya taşımaları filmin tüm gerçekcilik duygusunu öldürmüş. Marvel filmlerinde bu anlaşılır bir durum zira orda ki karakterler zaten gerçek değil, uçmaları kaçmaları, yeri göğü parçalamaları mantıklı da bu filmde mantıklı değil.

The Gray Man için sözü fazla da uzatmaya gerek yok, bol aksiyonlu, iyi oyuncu kadrolu, büyük bütçeli vasat bir film olarak izlenip vedalaşılacak bir daha da yüzüne bakılmayacak bir yapım olarak Netflix’te izlenebilir. Her ne kadar izle tavsiyesi olmasa bile…

Barış, Ağustos 2022

Vizontele Tuuba (2003) | Yılmaz Erdoğan

Vizontele Tuuba, Yılmaz Erdoğan tarafından yazılan ve yönetilen komedi, dram tarzı filmdir. Vizontele filminin devam filmidir.

Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele filminde olduğu gibi “Deli Emin”, Altan Erkekli’nin yine “Başkan Nazmi”,Demet Akbağ’ın yine “Sıti Ana”, Tolga Çevik’in yine “Nazif”, Salih Kalyon’un yine “Casım”, Erdal Tosun’un yine “Manav Şehmus” ve Cezmi Baskın’ın yine “Latif” olarak karşımıza çıktığı filmde, başrollere, Tarık Akan “Güner Sernikli”, Tuba Ünsal “Tuba Sernikli” ve İdil Fırat “Aysel Sernikli” olarak ekleniyor. İlk filmin kült karakteri olan Cem Yılmaz’ın canlandırdığı “Fikri” maalesef burada yok.

İlk film olan Vizontele’de 1974 yılında televizyonla olan tanışma hikayesi anlatılıyordu. Güneydoğu’nun yoksul ve uzak kasabasında bu sefer 12 Eylül 1980 öncesine gidiyoruz. Artık televizyon var, akşamları televizyonu olan evlerde insanlar toplanıyor, diziler, haberler seyrediliyor. Bu sırada kasabaya Kütüphaneci olarak Güner Sernikli (Tarık Akan) atanıyor, eşi ve kızı ile birlikte kasabaya geliyor. Dönem itibari ile siyaset kasabanın her noktasına sirayet etmiş durumda, bir yandan Adalet Partisi, diğer yandan sol franksiyonların kendi aralarında sevimli çatışmaları devam ediyor. Güner Sernikli atanıyor atanmasına ama ortada bir sorun var kasabada kütüphane yok. Yeni kütüphanenin kurulması süreci yeni bir macera olarak karşımıza çıkıyor.

Vizontele Tuuba için, hiç başka bir şey söylemeden direk müziklerinden başlamak istiyorum. Yine Kardeş Türküler tarafından yapılan filmin müzikleri ilk filminki kadar hatta belki daha bile iyi.

Hala bile kırılamamış bir olgu üzerine inşa edilmiş bir film Vizontele Tuuba, bu olgu devletin sürgün yeri olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine çalışanlarını göndermesi durumu. Burada çalışmayı bir ceza olarak memuruna vermesi ve bu yaftanın yıllar içinde değişmemiş olması bu toprakların “laneti” gibi.

-hocam, Güner abiyi buraya sürmüşler
-tayinimiz çıktı efendim, buraya atadılar
-he işte, atmışlar, atalamışlar, sürerken ata…

İlk filmin çok daha gerçekci bir atmosferi vardı. Kabul etmek gerekir ki bu filmde oluşturulmuş olan set, bazı sahnelerde çok göze batar durumdadır. Belki de tek eksik yönü olarak yazılabilir bu durum.

Vizontele Tuuba, bizden bir film olarak ilk filmde ki samimiyet duygusunu aktarma konusunda bir sıkıntı yaşamaz. Hatta özellikle Tarık Akan ile birlikte dramatik yönü çok daha güçlenmiştir. Salt komedi unsuru olmaktan çıkmış, eleştirel yönü ağırlık kazanmıştır.

-demek bir de kütüphanemiz olsa, işte bitti
-yok mu?
-maalesef, daha ilk defa bir muhabbette adı geçiyor

Temel konunun etrafında dolanan üç dört konu ile hem komedi anlayışının yerleştirildiği, romantizmin serpiştirildiği, dramın dozajının ayarlandığı ve siyasi ortamı aslında olması gerektiği gibi “ti”ye alınarak sunulduğu bir film izliyoruz. Bu ti ye alma konusu bir eleştiri konusu olabilir pek tabi. Zira bu ülkede özellikle 80 öncesinde bir sürü genç sadece fikirlerinden dolayı idam edilmiş, sokaklarda vurulmuş, büyük acılar yaşanmıştır. Fakat bu filmde gösterilmek istenen toplumsal siyasi bir eleştiriden ziyade üstü kapalı bir kara mizahın bize izletilmesidir. Ağır bir siyasal film olarak yapacağı gişe malum, Yılmaz Erdoğan zaten yapı olarak da yıllar içinde göstermiştir ki, derdi hiç bir zaman aşırı bir muhalif olmak değildir.

-yazarım sana.

-yazma. o zaman.. o zaman bekliyor insan. ve buraya çok az insan geliyor, çok insan gidiyor. e kalan da bekliyor, ama bazen çok uzun bekliyor. yani, hani, mesela zannediyosun ki bi yoldan birisi gelecek; boş, uzun bir yol. devamlı ona bakıyosun.. sonra kimse gelmiyor. yazma boşver.

Filmin yine en çarpıcı diyaloğu Altan Erkekli’nin canlandırdığı karaktere aittir. Zaten bir siyasinin olması gereken kişidir kendisi, partiler üstü tutumu ve halkçı tarafı ile her iki filmde de örnek kişidir.

“Bir misafir aile geldi bize bu yaz, adamı kütüphane müdürü olarak göndermişler kütüphanesiz bir yere oraya ilk iş bir kütüphane kurmuş, demek ki gönder hastanesi olmayan bir yere böyle doktor hemen sana bir hastane yapsın.”

Özellikle ilk film olan Vizontele filminden keyif aldıysanız bu filmi de seveceksinizdir. Tarık Akan gibi bir ustayı izlemek de başlı başına bir keyif. 2 saatlik güzel vakit geçirmek için ideal.

Barış, Ağustos 2022

The Kid | Yumurcak (1921) – Charles Chaplin

The Kid bizde ki ismi ile Yumurcak, Şarlo kısaltması ile tanıdığımız Charles Chaplin’in 1921 yapımı siyah beyaz ve sessiz filmidir. Charles Chaplin, filmin senaryosunu yazmış, yönetmenliğini yapmış ve başrolünü oynamıştır. Tramp – Serseri) karakterini canlandırılan Chaplin’e, Jackie Coogan (The Child), Carl Miller (The Man) ve Edna Purviance (The Women) eşlik eder. Edna Purviance için artı bir parantez açarsak 20 Şarlo filminde oynamış bir kadın karakter olduğunu da belirtmemiz lazım.

Charles Chaplin’in yönettiği ilk uzun metrajlı film olma özelliği ile de önemli bir film olan The Kid, Yumurcak filminin konusu kısaca şöyle; bir kadın yeni doğum yapmıştır fakirdir ve eşi tarafından terk edilmiş durumdadır. Zengin bir ailenin evininin önünden geçerken bebeğini park etmiş olan otomobilin arka koltuğuna bir not yazarak bırakır. Kaderin cilvesi olarak, tam bir işsiz güçsüz olan Tramp çocuğu bulur ve onu büyütmeye başlar. Bu süreçte çocuk için fakir ama sevgi dolu bir yaşam oluşmuştur. Tabi araya bazı velayet sorunları girecektir.

The Kid, Yumurcak dövüş sahnesi

Chaplin’in sinema dünyasını değiştiren “serseri” karakteri ki biz “Şarlo” diyoruz; sempatik, sakar ve sevimlidir. The kid, Yumurcak filminde de bu karakterin tüm yönleri ile hakkını verir.

“Hayat yakın planda trajedi, geniş açıda komedidir.” Chaplin

Özellikle Türkiye’de çok sevilen bir oyuncu olan Şarlo, samimiyet ve bizden biriymiş gibi duran imajı ile Keman Sunal’ın Şaban karakterini andırır bize. Chaplin, sinemanın başka bir unsuru olmayı başarmış bir yönetmen ve oyuncudur. 1900’lu yıllarda sert biçimde oluşmaya başlamış olan sanayi toplumu ve kapitalizmin acımasız ayak seslerinin çok önceleri görüp eleştirmeye başlamış birisidir. Fakir halkının yaşantısını sessiz sinemanın tüm olanaksızlığına rağmen net ve gerçekçi bir biçimde aktarmayı başarmıştır. Şarlo, komiktir, fakir ve serseridir ama boyun eğmez güldürür ve aklını kullanmayı başarır. Seyirci onunla hem güler hem de etrafında olup bitenden haberdar olur.

The Kid, Yumurcak – Pankek sahnesi

Oyuncuların tek bir kelime etmeden sevgiyi, hüznü, komediyi, çaresizlik ve çareyi, isyanı bu derece başarılı bir şekilde anlata bildiği film sayısı kaçtır bilemiyorum. Şarlo’nun da en sevilen filmlerinden biri olan bu film tüm duyguları bakışlarla ve oyuncularının vücut diliyle vermeyi başardığı nefis filmlerden biri.

“Konuşursam beni sadece İngilizce bilenler anlayacak ama sessiz bir filmi herkes anlayabilir. Dünya Amerika’dan ibaret değil.” – Chaplin

The Kid, Yumurcak; “Gülümseyen ve belki de gözü yaşlı bir film” yazısıyla başlayan, dramı mizahla örtüp bize sunan, Chaplin’in filmolojisi içinde de özel bir yere sahip bir film. Mutlaka izlenmesi gereken yapımlardan biri.

Barış, Ağustos 2022

The Guilty | Suçlu (2021)

The Guilty, suçlu filmi Amerikalı yönetmen Antoine Fuqua’nın yeni filmi. Antoine Fuqua’nın asıl başarısı 2001 yapımı başrol oyuncusu Denzel Washington’ın Oscar kazandığı Training Day, İlk gün filmidir. 2004’te yönettiği King Arthur, Kral Arthur filmi de nispeten izlenir filmlerinden biridir. Denzel Washington ile yaptığı aksiyon, suç, polisiye filmleri patlamış mısır sinema ikilisi sevenler için orta üst seviye pop-Amerikan filmler olarak karşımıza çıkıyor.

The Guilty, Suçlu filmi de önceki filmlerinden izler taşısa da diğerleri gibi aksiyonu bol filmlerden değil. Burada tek mekan çekim ile izleyiciyi hayli zorlayan bir film ortaya çıkartmış. Çok başarılı bir kapalı mekan filmi olduğunu söylemek zor.

Jake Gyllenhaal’ın tek başına oynadığı film, oyuncu üzerinden çok büyük bir beklenti ile hareket ediyor diyebilirim. Netflix izleyicisini memnun edebilir ama sağlam bir sinema izleyicisi için vasat altı bir yapım olduğunu belirtmem gerek.

Yönetmenin filmlerinde ana karakterler geçmişlerini gizler ve sert erkeklerdir. Çoğu polistir veya eski polistir. Bir şekilde suça bulaşmıştır ve geçmişleri ile hesaplaşma peşindedirler, bununla birlikte bu suça bulaşmış karakterlere sempati geliştirmemiz için masum bir çocuk olur, kedi olur, köpek olur, şiddet gören bir kadın olur, karakterin bunu kurtarması üzerine de film ilerler.

The Guilty, Suçlu filmi de temeline yukarıdaki paragrafta yazdıklarımı alıyor sadece öncekilerden farklı olarak, burada aksiyon ve gerilim telefon görüşmesi üzerinden tek mekanda sunuluyor ya da sunulmaya çalışılıyor denebilir. Böyle olunca da çok sıkılabileceğinizi belirteyim.

Jake Gyllenhaal’ın canlandırdığı Joe Baylor bir suça bulaşmış polistir ve davası devam ederken 911 hattına verilir. Buraya gelen bir telefonda kadın kocası tarafından kaçırılmış görünmektedir. Ailenin iki çocuğu da evde yalnızdır. Joe bu kadını telefonda kurtarmaya çalışırken bir yanda da kendi geçmişi ile hesaplaşmaya başlar. Sonlarına doğru seyirciyi ters köşe yapma gayreti ile film ilerler.

Filmin orjinali 2018 yapımı Danimarka yapımı Gustav Möller tarafında yönetilen “Den skyldige” filmi. Aslının vasat bir Amerikan versiyonu olmaktan zerre öteye gidemeyen bir film.

Jake Gyllenhaal’a çok iş düşen filmde, muhteşem bir oyunculuk performansı ile diğer bütün kusurlar ortadan kalkıyor diyebilmek isterdim ama diyemiyorum. Hiçbir beklentiye girmeden sadece vakit geçsin diye izlerseniz, eh işte belki ilginizi çeker ama oyunculuk vasat, özellikle ABD’de polisin suça bu denli bulaştığı yakın zamanda bir polis güzellemesine girişen film tam zaman kaybı gibi duruyor. Ben kaybettim siz kaybetmeyin, açın Matrix’i 27. kez izleyin derim.

Barış, Ağustos 2022

Leon Morin, Pretre | Rahip Leon Morin (1961) – Jean-Pierre Melville

Rahip Leon Morin; geçen yıl aramızdan ayrılan 1933 doğumlu ünlü Fransız oyuncu Jean-Paul Belmondo’nun Leon Morin rolü ile muhteşem oyunculuk gösterdiği ve ona eşlik eden Barny rolündeki Emmanuelle Riva’nın da Belmando’dan aşağı kalmadığı tam bir sinemasal şölen olarak, Fransız yönetmen Jean Pierre Melville’nin, Béatrix Beck’in ödüllü romanından sinemaya hakkı ile uyarladığı bir film.

Barny, Nazilerin Fransa’yı işgali sırasında kocası öldürülmüş olan dul bir annedir . Barny din konusunda alaycıdır, inançsızdır ve aynı zamanda komünist görüşlere sahiptir. Sırf dalga geçmek için girdiği günah çıkartma kabininde genç rahip Léon Morin’e konuşur, katolikliği eleştirir, dini hicvederek rahibi kışkırtmaya çalışsa da Léon onu dinle ilgili entelektüel bir tartışmaya sokar.

İkili arasında başlayan bu konuşma sekasnsları dini bir film izleyeceğimiz izlenimi verse de oluşan cinsel gerilim ortamı ve ikilinin birbirlerine olan yaklaşımları bir anda dram ve psikolojik bir boyut oluşturur. Arka planda savaş devam eder, askerler köye girer, Barny’in etrafındaki insanların tutumları gösterilir ve her şey o derece olağan ve tartışmalar, içsel konuşmalar öylesine ustalıkla verilir ki izlediğimiz şeyin büyüsü bir anda bizi sarar.

Jean-Pierre Grumbach adıyla , 1917’de dünayay gelen Fransız yönetmen kendi hayat bakışı ve siyasi tutumu ile de enteresan biridir. Melville takma ismi ile Özgür Fransız güçlerine katılarak, Nazilere karşı savaştıktan sonra bu soyadını bırakmamış. 1959’da Jean -Luc Godard ve François Truffaut’un aralarında olduğu bir kaç sıra dışı yönetmen olarak “Yeni Dalga” diye isimlendirilen dönemin başlatıcılarından biri oldu. Melville kurallara göre oynamayı reddeden biri olarak her zaman yenilikçi olmayı deneyen bir yönetmendi.

Yeni Dalga serüveninden ayrılan Melville’in bu dönem için ilk filmi Rahip Leon Marin’dir. Melville için Fransız Yeni Dalgasının Vaftiz Babası denir ama onun etki alanı sadece bu kadar değil. Martin Scorsese, Quentin Tarantino, Jim Jarmusch, Michael Mann, Johnnie To, John Woo, Takeshi Kitano, Hossein Amini ve Aki Kaurismäki gibi günümüzün büyük olarak adlandırılan yönetmenlerinin favori yönetmenidir ve etkileyicisidir aynı zamanda.

“Şu an uzakta olan savaşın güçlüklerini hatırlatan tek şey sansürdü.”

Dini referanslar ile ilerler görünen filmin asıl etki alanı bu bölümden ziyade, kadın ve erkek arasında ki o cinsel dürtünün, dini inançlar ve ahlaki ikilemler ile sunulması. Senaryo dini ilgiyi kendisine bir çıkış noktası alarak almış durumda fakat din kadar aşk ve cinsellik de hikâyenin tam göbeğinde. Kaçınılmaz bir yaklaşım olarak izlediğimiz şey hayatlarımızı belirleyen olgulardan ziyade insan olarak başka bir insanla kurduğumuz ilişkinin, hayat ve toplum olguları ile çatışması. Yakışıklı ve karizması ile rahip Morin sadece Barny’yi değil kasabadaki pek çok kadını cezbeder halde. Rahip kimliğinin ağırlığı ve sağlam bir ahlaki duruş sergilemesine rağmen bu yönelim değişmediği gibi daha da artar gözüküyor.

Rahip Leon Morin, izleyici olarak bir bakıma bizi ters köşe yapmayı da başarıyor diyebiliriz. Savaşın ayak seslerini duyumsuyoruz, yoksulluk, çaresizlik, tükenmişlik bunları anlayabiliyor ve savaş gibi bir acımasızlığın içinde filizlenen aşk ve cinselliğin, zaman ve mekândan bağımsız olarak ortaya çıkışı ilk bakışta yadsınacakmış gibi görünse de, filmin en büyük başarısını tam bu noktada buluyoruz. Din ve cinsellik gibi bambaşka yerlerde duran iki kavramı – hem de bu ortam içinde – çok naif, zorlama ve rahatsız edici bir unsur oluşturmadan bir araya getirip sunmayı başarması filmin iyi bir film boyutuna gelmesinde ki en büyük etken.

“Gece düşündüm. Tanrı inancı, evreni cennete uzanan bir merdivene dönüştürüyor…”

Ateist bir insan ile bir din adamının konuşması aslında kendi hayatlarımız içinde de başlı başına enteresan ve ilgi çekici bir konu değil midir? Burada ki başarı filmin içinde çok önemli bir yer tutan bu sohbet kısımlarının diyaloglarının etkili, net ve akıllıca yazılmış, ondan da ziyade oynanmış olmasından kaynaklanıyor. Jean-Pierre Melville’in hakkını tam bu noktatada özellikle teslim etmemiz gerekiyor. Sadeliğin bir başarı olduğunu bize net bir biçimde kanıtlıyor. Sinemasal dilinin herhangi bir teknik gösterişe yönelmeden olayların ve anlık durumların ruhuna uygun bir yönetim göstermiş olması. Filmin etkisini çok daha çarpıcı bir hale getirmiş.

“Ruhum bir geneleve dönüşmüştü”

Uzun yılların tartışmasıdır. Çok kışkırtıcı bir cümle olarak ta, günah çıkarma kabinine girer girmez Barny’in ilk söz “Din halkın afyonudur” demesi, bir rahibin buna göstereceği tepkiden emin olması ama aldığı yanıtlarla din ve inanmak konusunda kendi katılığını da sorgulamaya başlaması filmin vermek istediği mesajında kısa bir özeti durumunda. Film bir din veya komünizm propagandası yapmıyor, din adamı olarak rahibin temsil ettiği – aslında burada var olandan ziyade idealden bahsetmek lazım – dinin söylemleri ile kadının komünist inançlarının örtüşme anlarını vurgu olarak vermeden, gösteriyor seyirciye.

“-Din insanların afyonudur.

-Pek sayılmaz.

-Burjuvazi tarafından kendi çıkarları doğrultusunda sulandırıldı.

-Kilisenin işçi sınıfını kaybettiği doğru. Ama geri kazanmak için savaşıyoruz. Haksızlık bir Hristiyan’ın kalbini korku ile doldurur.

-Din saf haliyle kalmış olsa bile, bu onun doğru olduğunu ispatlamaz.

-Elbette ispatlamaz. İyi ki geldiniz.

-Bir düşman olarak geldim.

-Sanmam. İnsanın hatalarını kabul etmesinin kolay olmadığını biliyorum.

-Tanrıya inanmadığım için bu bir sorun değil.

– Gururlusunuz, değil mi?

– Evet.

– Yalan konuşur musunuz?

– Evet.

– Bir şey çaldınız mı?

– Evet.

– Ne çaldınız?

– Yiyecek.

– Öfkelendiğiniz olur mu?

– Evet.

-İffetsizlik ediyor musunuz?

-Bilmem.

-Başkaları için kendinizden ödün verir misiniz?

-Sadece kızım için.

– Yeteneklerinizi tam olarak kullandığınızı düşünüyor musunuz?

– Hayır.

-Aziz Paul “Sen olsaydın, dünya daha güzel olurdu” demiş. Güzelce günah çıkardınız. Şimdi af dileyin.

-Kimden?

-Bilinmeyenden.

-Buradan çıkıp Taş zeminde diz çökün. Dizleriniz acıyacak. Orada istediğiniz duayı edin.

-İyi de inançlı biri değilim ki. Yalandan dua etmek gülünç olur.

-Dua edenler her zaman gülünçtür. Dua ettikleri kişiyle aralarında bir tür boşluk bulunur.

-Hıristiyan ahlakına uygun olarak yaşamayı seçmiş olsam tövbe edebilirdim.”

Film felsefi olarakta tarafsızlığını koruyor. Mutlak iyi ve kötü için bizi yönlendirmeyi seçmiyor. Özellikle savaşın taraflarını karşılıklı bir ön yargısızlık ile gösteriyor. Bu izleyici için bir açılım, ufuk açıklığı. Kimin iyi kimin kötü olduğu birey olarak bizim netleşemeyeceğimiz bir konu. Örnek; Nazilerin sert tutumları gösterilirken Alman subayın küçük bir kıza babacan davranışı da gösteriliyor. Amerikan askerlerinin kadını taciz etmesi de veriliyor. İyi ve kötü kavramlarının bilinen dşınıda bir sorgusu bu…

Rahip Leon Morin filmi için özellikle değinmeden yazımızı bitiremeyeceğimiz bir şey daha var. İki başrol oyuncusunun olağan üstü performansları: Emmanuelle Riva’nın savaşın ve bastırdığı duyguların karmaşıklığı ile yaşayan ama öte taraftan güçlü bir kadın karakteri izleyici olarak bizler üstünde derin bir iz bırakacak türden. Belmondo’nun fiziksel çekicilik ve karizmatik tavrının, dinsel kimlik birleşiminden ortaya çıkan çelişki ve ahlaki bir sadelik ile vurguladığı üstün insan modeli bizi de etkisi altına alıyor. Onun söylemleri, yol göstericiliği ve fikirleri bizim kendi hayat hikayemiz içinde sorgulayıcı bir taraf kazandırıyor. Bu öyle kolay bir durum değil, anında antipati yaratması olası bir kalkışmanın Belmondo gibi bir oyuncunun olaya hakimiyeti ile açıklanabilir belki belki de yönetmenin ondan istediği şeyi kusursuzca ortaya koyması ile…

Sinema tarihinin en iyi filmlerinden birini izlediğimiz muhakkak. Savaş, din, cinsel arzuların bu derece estetik ve sadelikle verildiği başka bir yapım zor izlenir.

Barış, Ağustos 2022

Vizontele (2001)

Vizontele, Senaryosunu Yılmaz Erdoğan’ın yazdığı ve Ömer Faruk Sorak ile birlikte yönettiği film. Çok geniş bir oyuncu kadrosu var. Yılmaz Erdoğan, Demet Akbağ, Altan Erkekli, Cem Yılmaz, Tolga Çevik, Cezmi Baskın, Zeynep Tokuş, Erdal Tosun, Şafak Sezer, Erkan Can liste uzayıp gidiyor.

“Yok benim dedem şöyle büyük ağaymış da, yok benim dedemin katırları kimsede yokmuş da. Beni methetme kardeşim bana para ver.”

Vizontele, kaba konu olarak 1974’de Van‘ın Gevaş ilçesine televizyon gelmesini anlatıyor. O vakitler televizyonun ne olduğu hakkında kimsenin bir bilgisi yok, her şeyin en son ulaştığı doğuda, TRT bir ekip ile televizyon gönderir, ekip televizyonu bırakıp gider. Belediye Başkanı Nazmi (Altan Erkekli) televizyonun kurulması işini Deli Emin’e (Yılmaz Erdoğan) verir. Belediye Başkanının eşi olan Siti Ana (Demet Akbağ), imam Mela Hüseyin (Erkan Can) ile bu işe karşı çıkar.

“-Bu alet, radyonun resimlisidir.

-Nasıl yani?

-Ya güzel kardeşim! Şimdi radyoda Zeki Müren şarkı söylemiyor mu?

-Söylüyor.

-İşte onu söylerken hem dinleyip hem göreceksiniz, aynı anda.

-Peki Zeki Müren de bizi görecek mi?

-Vallahi orasını ben de bilmiyorum.

-E görürse iyi değil. Ev halidir kardeşim, insan icabında donla geziyor. Koskoca Zeki Müren’e karşı olur mu?”

Aslında Yılmaz Erdoğan’ın kendi çocukluğuna ait bir anısının filmleştirilmiş halidir, Vizontele. Konusundan ziyade süreçle ve anlık diyaloglarla ilgili bir filmdir. Karakterler ve diyaloglar öylesine benimsenmiştir ki, günlük hayatınızın içinde belki de farkına varmadan kullanır olmuşsunuzdur. Misal “Zeki Müren’de bizi görecek mi?”

Filmin asıl başarısı işte bu yukarıda belirttiğim durumdur. Çok fazla samimiyet ve iyi niyet taşır, kötü karakter diye bir şey yoktur. En kötüsü Sinemacı Latif’tir. (Cezmi Baskın) varın gerisini siz düşünün.

“O zamanlar kaymakamın bir kızı vardı ya, Leman. Saçları taa buralarında. Rüzgarda yürüdü mü sanki pelerin sahibi bir balerin gibi oluyordu. O gün de maça gelmiş. Ben devamlı terliyorum, daha maç başlamadan ha. Neyse maç başladı, hemen bir korner oldu, korneri bizim Rıfat atmıştı. Yükseldim topa, ikinci dakikada köşeye taktım. Alkış kıyamet, bir döndüm bizim Leman ayağa kalkmış alkışlıyor.

-Kaç sene kalmıştı o kız burada?

-2 sene. Giderken bana bir mektup bırakmıştı, İzmir’e gelirsen ara diye. Ben de 5 sene sonra gittim.

-Ee bulabildin mi?

-Buldum, hatta bir de çay içtik. Ben, o, bir de kocası. O ara golü yemişiz haberimiz yok anlayacağın. Burası için en güzel lafı Sadık Hoca söylemişti.

-Hangi Sadık Hoca?

-Lisede edebiyat öğretmeni yok muydu Afyonlu? Hayal kırıklığının başkenti demişti.

Komedi ve dramı hem oyunculuk hem de diyalogları ile bu derece başarılı verebilen çok az film vardır. Oyuncuların özelliklede Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz ve Şafak Sezer’in başarıları, karakterlerine bürünmeleri, diyaloglarını kendilerinden hale getirmeleri, filmi de başka bir seviyeye çıkartmayı başarmıştır.

“İnsan memleketini niye sever ? Başka çaresi yoktur da ondan. Ama biz biliriz ki bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen burası dünyanın en güzel yeridir. Dünyanın en güzel yerini sevmezsen orası dünyanın en güzel yeri değildir.”

Vizontele, sinema izleyici için karmaşık bir durum yaratır. Bir filmi iyi yapan nedir? Sinema klasiği haline gelen bir film neden klasik olur? Evrensel olmak durumunda mıdır? Aslında başlı başına bir kavram daha var iyi film demek yada bir filmi beğenmek için, bu kavram yeri geldiği zaman tüm sinemasal jargonun, tüm sinemasal değerlerin önüne geçer. “Duygu” izlerken size nasıl hissettirdiği ile ilgili bir durumdur bu, başka hiçbir şeyin önemi kalmaz. Sıcak, samimi geldiği zaman sizin için iyi bir film olur çıkar.

Deli Emin – Çeşmi Siyahım

“Anamın en sevdiği türküdür bu. Bazen radyoda çalıyorlar, ben de dinletmek için koşuyorum fakat bir türlü yetişemiyorum. Ya türkü çok kısadır, ya mezarı çok uzağa yapmışım. Bir seferinde, geçen sene, ben buradan geçerken çalmaya başladı. Tam koştum anamın yanına geldim, bu sefer de pil bitti. Gerçi ben sonra bitmeyen bir pil yaptım ama.”

Filmin müzikleri belki de filmden daha da iyidir. Kardeş Türküler tarafından albüm olarak da çıkan müzikler, her türlü duyguyu derinleştirmede çok başarılı bir iş görmüştür.

Kardeş Türküler – Vizontele – Pawanekani

“Baba akü yok. Baba akü komple yok, çalmışlar. Kaputu açmışlar bir de aküyü çalmışlar. Kaputu açtınız bari aküyü çalmayın. Aküyü çalmamış olsalar hani…”

Müziği ile, oyunculuklar ile, diyalogları ile, komedi ve duygusallığı birleştirmeyi çok iyi başarmış olması ile izlemenizi tavsiye ettiğim bir film, Vizontele. Hala izlemmişseniz tabii…

Barış, Temmuz 2022

Mavi Boncuk (1974) – Ertem Eğilmez

Mavi Boncuk, Ertem Eğilmez’in yönettiği senaryosunu çoğunlukla birlikte çalıştığı Sadık Şendil ve filmde oyuncu olarak ta yer alan Zeki Alasya’nın yazdığı bir film.

Oyuncu kadrosu için Türk Sinemasının ey iyilerinin buluşması desek abartmış olmayız sanırım. Tarık Akan, Münir Özkul, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Adile Naşit, Emel Sayın ve küçük bir rolle Perran Kutman’ın yer aldığı film hem komedi hem de duygusal anlamda başarılı yapımlardan biri.

Emel Sayın – MAvi Boncuk orjinal Kayıt

Sinemalarda gösterildiği dönemde ki izleyiciden bizi ayıran çok ciddi bir durum var. Oyuncu kadrosunun Emel Sayın ve Metin Akpınar dışında artık aramızda olmayışı zamane izleyici olan bizler için çok daha duygusal bir anlamı var. Belki o dönem izleyicileri salt gülmek için izledikleri filmi biz birazda acı bir tebessümle izlemek durumunda kalıyoruz.

ıslık, ıslık

Modern zamanlar olarak tanımladığımız günümüz sosyoloji ve psikolojisi ile yorumlamaya kalksak Stockholm Sendromu ile ilgili vasat bir film diyebiliriz. 1974 yıllarının atmosferi içinde böylesi bir sendrom ile ilgili bir şey değil film. Evet kaçırılan zengin kız, kendini kaçıranları sevmeye hatta aralarından birine aşık olma hikayesidir, doğrudur bu bir sendrom fakat zamanesinde Türk Sineması için çokça işlenen işin aslında daha çok gırgırına yönelik bir durumdur bu.

-Köre bir sadaka köre sadaka…
-Cafer?
-Sen misin yakışıklı?
-Karanfilli herif geçti mi?
-Nasıl göriyim ben körüm
-Ulan sahici kör değilsin ya, kör taklidi yapıyorsun.
-Ama ben sahici olsun diye gözlerimi kapatıyorum.
-Allah cezanı versin…

Emel Sayın’ı dinleyerek felekten bir gece çalmak isteyen altı kafadarımız, fiks menü olarak kişi başı 100 TL ile gazinoya giderler, yer içer eğlenirler ama gelen hesap çok yüksek olunca itiraz ederler, gazino çalışanları tarafından dayak yiyen altı kafadarımız intikam ve gazinoyu batırma planı olarak Emel Sayın’ı kaçırmaya karar verirler. Kaçırılan Emel Sayın, onların arasında kaldığı günlerde öylesine bağlanır ki bu altı arkadaşa geri gitmek istemez. Yakışıklı Necmi’ye (Tarık Akan) de aşık olunca, altılı çareyi kaçırdıkları gibi Emel’i geri götürmekte bulur.

Ertem Eğilmez, aslında farklı bir yönetmendir. Daha önce yaptığı Canım Kardeşim filmi ile sert gerçekçi bir sinema dili ortaya koyarak toplum içinde ki zengin fakir ayrımını muhteşem bir şekilde anlatmayı başarmıştır. Fakat sinemada başarısız olan film, başarılı olabilecek konulara geri dönüş yapmasına neden olmuştur.

Özellikle Kemal Sunal’ın henüz daha Kemal Sunal olmadığı bir dönemdir bu. Filmin ilk izleyicileri için onun yarattığı saf, şapşal karakteri çok yenidir. Filmin komedi bölümün başını o çeker, kör dilenci rolü efsanedir. Altınıza işetebilecek bir durum komedisidir. Çok başarılıdır.

Film çekildiğinde Tarık Akan 25, Emel Sayın 29, Kemal Sunal 30, Halit Akçatepe 36, Metin Akpınar 33, Zeki Alasya 31, Münir Özkul 49, Adile Naşit ise 44 yaşındaydı. Filmi belki de bu derece kıymetli kılan hem birbirleri ile olan ilişkilerinin iyi olması hem de filmde ki Tarık Akan, Emel Sayın aşkının gerçekte de var olmasıdır. “Çok güzel, hoş bir duygusal ilişkiydi. Yaşanması gereken bir duyguydu bence, yaşandı, bitti. Yaşadığım için hiç pişman değilim. Bu ilişkiyi de ben çok masum görüyorum.” diyor daha sonraki yıllarda Emel Sayın. Tarık Akan’a bakarak söylediği “Yalnız benim için bak yeşil yeşil” şarkısını gerçek bir aşkla söylediği aşikardır zaten, başka türlü izleyiciye böylesine saf bir duyguyu geçirmek mümkün müdür?

Mavi Boncuk filmi ister istemez bizi duygusallaştıran bir yapımdır. Haliyle onun eksik yanlarından ziyade güzel taraflarını yakalıyor olmamız çok doğaldır. Sıcak ve samimi olması, duygusal kurgusunun oyuncuların birbiri ile olan ilişkilerinden, birbirlerine olan sevgilerinden bize de aynı hissiyatla geçirmeyi başarmaları, eksik tarafları için körleşmemize neden oluyor. Bu, bu topraklarda yaşayan bizim anlayacağımız bir film, bizim hislerimize, bizim duygularımıza, bizim komedimize hitap eden bir olgu.

Hayatımızın içine iyi ki girmiş, iyi ki var olmuşlar diyeceğimiz o kadar çok oyuncu bir aradadır ki, sevmemek diye bir olay mümkün olmaz. Adile Naşit için zaten bir yazı yazmıştım. Diğerleri de bu kategori içinde ki oyuncular.

“Yoksulluk – suç ilişkisi başlı başına çok devasa bir konu” demiştim bir önce ki Canım Kardeşim filmi için yazdığım yazıda. Mavi Boncuk filmini komedi unsurundan dolayı bu çerçeveden incelemeyi doğru bulmuyorum. Tartışılabilir ama özellikle oyuncularla kurduğumuz duygusal bağ verimli bir sonuç vermez.

Emel Sayın’ın Kemal Sunal ile olan bir anekdotunu aktarayım da biraz gözleriniz dolsun; “Mavi Boncuk filmini çekiyoruz. O zamanlar Keman Sunal, tığ gibi delikanlı, cepte para çok. Bir gün setten çıktık, eve gidiyoruz. Kemal benden önce çıktı. Herkes yevmiyesini almış. Taksiyle, kendi arabasıyla giden gitti. Baktım Kemal yürüyerek gidiyor, üç kilometre var gideceği yere. Her gün yürüyerek gidip geliyor, merak ettim nereye gidiyor bu adam böyle diye. Uzun süre yürüdü, sonra bir bankta yatan adamı kaldırdı… Bir şeyler konuştular, sonra cebinden para çıkarıp verdi. Şaşırmıştım, ardından biraz daha ilerde bir lokantaya girdi, bir şey yemeden çıktı, oraya da para verdiğini görmüştüm… Bıraktım takibi, banktaki adama yaklaştım, ‘Tanıyor musunuz o az önce size para veren adamı?’ dedim. ‘Adını bilmem, sormam da, her gün para verir bana…’ dedi. Teşekkür ettim, az ilerdeki lokantaya gittim, ‘Az önce gelen beyin borcu mu var size?’ dedim, tanımadılar beni… ‘Kemal abi’nin mi, yok hayır bize her gün evsizler uğrar, yemek yediririz. O da sağolsun, onların yemek masrafını öder’ dedi. Ertesi gün Kemal’in yanına gittim, ‘Sen ne güzel bir adamsın ya…’ dedim, ne olduğunu anlayamadı, sarıldım ağladım. ‘Ölme sen benden önce’ dedim, dinletemedim.”

Şimdi bu insanlar yok, hatta bu anlatılan inandırıcı bile gelmiyor olabilir size. Fakat gerçektir. Şimdiki gibi kopuk bir sanatçı tayfası yoktu o zamanlar, bir arada yaşıyordu herkes, temas etmek kolaydı, duygular saf ve gerçekti. 2000 yılında kaybettiğimiz Keman Sunal’da gerçekti. Bu kadar boşuna sevmedik. Rol sadece sinemada yaptığı şeydi.

“Bıraksak ta ecelleri ile mi ölseler acaba”

Şimdi, bu filmi izlemden kaç yaşına gelmiş olabilirsiniz bilmiyorum ama bu yazıyı okuyup hala izlememişseniz zaten geç kalmışsınız. Eter koklayan Zeki ve Metin’i görmemişseniz, Cilli bom bom diyen Adile abla ile temas kurmamışsanız, Baba Münir ile hala tanışmamışsanız, Mıstık Halit sizi henüz güldürmemişse, Kaymakam Cafer- Kemal abinin “adam geldi mi? Bilmem ben körüm, oğlum gerçek kör değilsin ya” sahnesinde altınıza işemediyseniz, Yakışıklı- damat Tarık Abi’yi aşk ile bakarken izlemişseniz zaten eksiksiniz. Neyle tamamlamış olabilirsiniz ki geçmiş hayatınızı…

Mavi Boncuk – Emel Sayın Kaçırılması

Bırakın dokunsun Mavi Boncuk duygularınıza. Gülün, ağlayın, hüzünlenin… İnsan olmak duyguları hissetmektir. En büyük başarısı budur Mavi Boncuk filminin size duygularınızı hatırlatır, hissettirir.

Barış, Temmuz 2022

Canım Kardeşim (1973) – Ertem Eğilmez

Canım Kardeşim, Ertem Eğilmez tarafından yönetilen, senaryosunu Sadık Şendil’in yazdığı, baş rollerinde Tarık Akan, Halit Akçatepe ve Kahraman Kıral’ın oynadığı, Türk sinemasının en özel filmlerinden biridir.

Kahraman (Kahraman Kıral), abisi Murat (Tarık Akan) ve dostları Halit(Halit Akçatepe)

Küçük Kahraman’ın yanında abisi Murat ve dostları Halit’in minimal öyküsüdür film. yaşadıkları evde çıkan bir yangın ile babalarını kaybederler. İşsiz güçsüz abi bir anda küçük kardeşi ile baş başa kalır. Murat’In dostu Halit’te evden kovulunca üçü birlikte yaşamaya başlar. Kahraman’ın en büyük hayali televizyon alınmasıdır. Yoksulluk içinde ki hayatta hiçbir şey kolay değildir. Kahraman’ın okuldan sürek temizlik konusunda şikayet gelmektedir. Fakat anlarız ki bu dertlerin en basitidir. Kahraman’ın halsizliği üzerine gittikleri doktorda öğreniriz ki Kahraman kanserdir. Artık onun mutlu olması için ellerinden geleni yapmaya başlayacaklardır.

Filmin işlenişi, ortam, oyunculuklarla öylesine duygusal bir yorumlama ortaya konulmuş durumdadır ki, sinemamızda ajitasyona düşmeden bu derece sarsıcı bir örneği çok azdır sanırım.

Yoksulluğun çaresizliğe bir başkaldırıya dönüşümünü izleriz, hem de her zerremizde bu trajedinin duygusunu yaşayarak.

Metin Akpınar, Adile Naşit, Kemal Sunal gibi oyuncularında kısa rollerle göründüğü filmin enteresan bir tarafı da budur, her daim bizi güldüren bu insanların böylesi bir dramayı bize çok başarılı bir şekilde sunmaları.

“bu televizyon şehirde bir bende var, bir de birkaç kişide. Ne bakıyonuz lan, babanızın televizyonu yok mu? Neymiş kancı, faizci.. kanıma dokunuyor canııımm”

Yeşilçam için 70’ler dendiği zaman hayat toz pembedir. Zengin kız fakir oğlan veya zengin şımarık oğlan fakir kız filmleri furyası vardır. Yakışıklıdırlar, güzeldirler, fakir olan değişir ve mutlu son gerçekleşir. Toplum bunları izler, yaşadıkları yavan hayat içinde kendi olanaksızlığını unutur, bir şeylerin değişebileceği umuduna sarılarak devam eder hayatına. Aslında Ertem Eğilmez’de bu gelenek içinden gelir, Tarık Akan sinemamızın jönüdür, Halit Akçatepe komedimizin baş karakterlerindendir. Canın Kardeşim’de ki su sert gerçekçiliği besleyen unsurlardan biri seyircinin alışık olmadığı bu ters köşe durumudur. Beklediği mutlu sona da ulaşamaz, zaten filmi bu derece çarpıcı kılan şeylerden biri de budur.

Yoksulluk – suç ilişkisi başlı başına çok devasa bir konu. Bu durum üzerine bir çok araştırma geçmişten günümüze devam edip duruyor. “Sebep-sonuç ilişkilerine göre ele alındığında, yoksulluk ile suç arasında bir ilişkinin var olduğu görülmektedir. Suçla ilgili literatürde bu durum sıkça dile getirilmekte ve genellikle yoksulluğun suçun en önemli nedeni olduğu belirtilmektedir.” diyor bir çok analiz. Böylesi filmler söz konusu olduğunda bizi ters köşeye yatırıyor. Zira insan olarak burada suçluya empati geliştirme durumu oluşuyor. Herhangi bir hırsızlık olayını doğru karşılamamız mümkün değil, sadece biliyoruz ki izlediğimiz filmlerde bu durum asıl konumuz değil, burayı araştırması, irdelemesi ve sonuç çıkartıp, toplum yararına bunun ortaya konulması için kurumlar var ve onlar işlerini yapması lazım. Baklava çalan çocuk durumunda olduğu gibi insan olarak biz, çaresizin yanında yer almaya programlanmış durumdayız. Suç kavramını bir çok açıdan irdelememiz, haklı ve haksızı ayırmamız, suçu neyin belirlediğini ve neyin suç diye adlandırıldığını belki de tekrar ortaya koymalıyız.

Film toplumsal yapı içinde ki fakirlik ile yoksulluk arasındaki ayrımı çok iyi aksettirmiştir. Sosyal devlet olamamış bir organizmanın içindeki unsurların durumunu öylesine çarpıcı vermiştir ki, Tarık Akan için de bir dönüm noktası olarak kabul edilir.

-Bana bak, sana bir şey söyliyim mi?
-Söyle
-Kimseye söylemek yok ama!
-İyi ya söylemem.
-Yemin et bakiyim.
-Valla billa söylemem.
-Ben ölücekmişim.
-Ne var oğlum bunda yemin ettiricek?

Bu dönemde anlamlandırma da çok zorlanılabilecek bir evde televizyon olmaması durumu, 70’ler için büyük bir sosyal ayrım konusudur. Zengin ve fakir arasındaki bu ayrımı televizyon üstünden işlemiş olan film aynı zamanda yaşanılan tüm olayları ile yoksulluk, yoksunluk, çaresizlik gibi kavramlar içinde ağır bir eleştiri yapmayı başarmış durumdadır.

Böylesine sert bir gerçekçilik içinde, yaşadığımız toplumun hissiyatı filmi rahatlıkla anlamanızı bu çağda bile sağlayacaktır. Taş olsanız yine de gözyaşlarınızı tutmanız mümkün olmayacaktır. Aynı zamanda yalılardan, boğaz kenarından çıkarak çamurlu sokakları ile gerçek bir mahalleyi ve buranın yoksul insanlarını görmek sizi sarsacaktır. Çaresizliğin nasıl bir duygu olduğunu daha iyi anlatan az film vardır. Hoşunuza gitmeyecek olan bu duyguyu yaşattığı için filme olan saygınız mutlaka daha da artacaktır.

Türk sineması açısından çok çarpıcı bazı sahnelerde film içinde mevcut. Halit’in mastürbasyon sahnesi şok edicidir. Yönetmenin yapmak istediği tüm çıplaklığı ile insanın varlığını ortaya koyma çabasıdır. Sonu vurucudur. Yoksulluk ve suç unsurların bir araya gelişi hem sosyolojik hem de psikolojik olarak incelenmesi gereken bir durumdur. Burada suçun tanımının da tekrar ele alınması gerektiği aşikardır.

Film’de Adile Naşit dışında kadın karakter yoktur. Kadın bir anlamda üreten, yaratan bir varlıktır. Olmaması başlı başına yoksunluktur. Öğretmenin temizlikle ilgili abiye sitemleri aslında bir kadının yaşama etkisini de belirtir. Bunun dışında modern toplum, eşittir. Kadın olmadan bir eşitlik söz konusu değildir. Bilinçli bir tercih olarak kadın karakterlerin olmadığını düşündüğüm film için, anlatısını daha çarpıcı hale getirme durumu olarak yorumluyorum.

Filmin müzikleri Cahit Oben tarafından yapılmıştır. Film kadar etkili melodisi, çok başarılı bir bütünleşmedir. Daha müzik çalar çalmaz, kanımız çekilmeye, gözlerimiz dolmaya başlar.

Türk sinemasının yüz akı olan film için 10 üzerinden 10 olarak değerlendirme yapıyorum. Kesinlikle izlenmesi gerektiği kanaatindeyim.

Barış, Temmuz 2022

Göster
Gizle