Blind | Körlük (2014)

Blind, Körlük, asıl işi senaryo yazarlığı olan Norveçli senarist Eskil Vogt’un ilk yönetmenlik denemesi olarak karşımızda. Ellen Dorrit Petersen’in Ingrid rolü ile başarılı bir performans sergilediği filmde Henrik Rafaelsen, Vera Vitali ve Marius Kolbenstvedt ana kadroyu oluşturuyor.

Sitemi takip edenlerin daha önce okuduğu The Worst Person In The World |Dünyanın En Kötü İnsanı (2021) filminin senaryosu da Eskil Vogt’a ait. Yani yakın dönem iskandinav sinemasının başarılı insanlarından biri ile karşı karşıyayız.

Blind, Körlük filminin daha başında Norveç hakkında filmin renklerinden dolayı bir algımız oluşmaya başlıyor. Soğuk ama güzel bir ülke. Ingrid görme yetisini kaybetmiş biri olarak öğretmenlik mesleğini artık yapamamakta ve güvenli liman olarak gördüğü evinde akşama gelecek olan kocasını beklemektedir. Bu bekleyişin içinde Ingrid’in artık kendine has bir dünyası oluşmaktadır.

Doğuştan görme yetisi olmayan biri ile sonradan bu yetiyi kaybeden biri arasında ciddi farklar oluştuğunu, filmi izlediğimiz zaman çok net görüyoruz. Filmi enteresan kılan olay Ingrid’in bir kitap yazmaya başlamış olması ile birlikte bu yazarlık çalışması esnasında kocasının onu izlediğini düşünmesi. Bu düşüncenin aktarıldığı sahnelerde ki gerilim düzeyi oldukça iyi verilmiş diyebilirim.

Bir yönetmenin kendi filmi için olabilecek en iyi durumlardan biri, filmin belli sahnelerinin ikonikleşmesidir sanırım. Burada da cam önünde oturan Ingrid’in görmeden dışarıyı seyrediyor olması, radyosu ve çayı ile bu başarı yaklanmış gibi duruyor.

Blind, körlük ile ilgili en olumlu düşüncem, hayal gücünün zihni yavaş yavaş ele geçirdiği anların, görenler olarak bizim zihnimizi zorlamaya başlamasındaki kaçınılmazlık oldu.

“Yalnızlığı sevenlere güvensizlik artıyor. “

Ingrid’in yazmaya başladığı roman ve bu romanın kahramanları, Ingrid’in yaşadığı hayat ve bu gerçek hayatın bireyleri bir noktadan sonra tamamen iç içe girmeye başlıyor. Bizlerde karakterle birlikte hareket ederken “gerçek hangi taraf?” bunun bilgisinden uzaklaşıyoruz.

Körlük ismi aslında başlı başına ürkütücü bir isim. Filmin açılış da bu korkumuzu haklı çıkartacakmış izlenimi veriyor, veriyor vermesine ama ilerleyişi ağır bir dram filmi şeklinde değil. Vogt, için aslında kafasında ki kurgu ve hikayeyi çok iyi bize aktarmış demek isterdim fakat bunu o kadar iyi başardığını söylemek film için fazlaca pozitif bir yaklaşım sergilemek olur. Bu coğrafyanın soğuk ve gri ikliminden midir bilinmez ama mizahi bir yaklaşım içine girme çabası bizimde bakış açımızı olumsuz bir şeklide etkiliyor. Zira o coğrafyanın mizah anlayışı ile bizimki pek uyuşuyor gibi değil. Mizahi olmaktan çok acımasız bir yaklaşım varmış gibi duruyor. Politik bir iki gönderme de yine dünyanın en az politize olmuş bu toplumunun insanının üzerinde eğreti duruyor.

“Kimse sorunları olan biri ile olmak istemez.”

Blind, Körlük ile daha önce yine bu sitede yazmış olduğum Körlük | Jose Saramago nun bir ilgisi yok, fakat şunu belirtmem gerek, kitabın çok güçlü bir etkisi varken film de ara ara bu etkiyi sunmayı başarıyor.

Blind, Körlük filminin asıl meselesi fiziki olarak görme yetisinin kaybedilmesi ile oluşan zorluk değil, zihnin bu olay karşısında takındığı tavır. Tabi buradaki zihin bir yazarın zihni olunca, hayal gücünün çarpıcılığı, yarattığı karakterleri dışardan izlerken birden onlara hükmetmeye başlaması çok iyi detaylar.

Film için son söz olarak; müstehcen hatta pornografik sahnelere sahip bir film izleyeceğinizi bilmeniz lazım. Böylesi detaylara gerek yok izlenimi ile bitirdim filmi. Kendi içinde farklı ve etkileyici bir konu varken yönetmenin akışa müdahaleleri, kafası karışık ve çok şey yapmak isteyen bir insanın düzgün işleyen bir mekanizmayı bozması gibi olmuş.

Bu kısa sürede kafamdakilerin hepsini aktarmalıyım çabası, yer yer anlaşılması zor, bütünden kopuk bir hal alıyor. Oyuncuların iyi performansları durumu kotarır gibi dursa da çok daha iyi bir film izleme şansımızı bu acelecilik elimizden almış gibi .

Film bittiğinde aklıma nedense Özcan Alper’in Aşıklar Bayramı (2022) | Özcan Alper filmi geldi. Kendimizden olan bir şeyi eleştirmeyi ve yerden yere vurmayı nasıl bu derece başardığımızı anlamakta zorlanıyor insan. Blind’in aldığı ödüller ve sinefiller tarafından yüceltilmesi iki filmi arka arkaya izleyen beni hayli şaşırttı. Özcan Alper sevişme ve çıplaklık kullanmadığı için kötü film yapmış, Eskil Vogt, yaratıcı ve çarpıcı bir konuyu pornografi ve çıplaklıkla süslediği için iyi bir film yapmış durumu oluşmuş.

Son söz; ailecek oturup izlenecek bir film değil ama izlenebilir bir film. Çok daha iyi olabilirmiş. 7/10

Barış Ekim 2022

Tony Manero (2008) | Pablo Larrain

Tony Manero, Santiago, Şili’de 1976 yılında doğmuş olan Pablo Larrain’in ikinci uzun metraj filmidir. Senaryo konusunda da birlikte çalıştıkları Alfredo Castro başta olmak üzere, Amparo Noguera ve Hector Morales başrollerdedir.

“Kendi yuvasına sıçan kuş, iyi bir kuş değildir.”

Saturday Night Fever filminde John Travolta, Tony Manero karakterini canlandırmıştı. Filmin temeline aldığı konu; Raul Peralta karakteri (Alfredo Castro) saplantılı bir şekilde bu karakteri taklit eder. Hatta taklit etmekten ziyade o olmaya çalışır. Şili’de bir televizyon programında ki yarışmayı kazanmaya çalışma hikayesidir.

1978 yılında Santiago / Şili, Diktatör Pinochet yönetimdedir. Cinayetler, işkenceler, bombalar ve zulüm her yerdedir. Yoksulluk, sefalet ve insanlıktan çıkmış bir toplumun ortasında 52 yaşındaki Raul Peralta takıntılı bir hayalin peşindedir. Öylesine bir takıntı içindedir ki arkadaşları tutuklanırken, işkence görüp, öldürülürken Raul, Tony Manero olmak için her şeyi yapabilir.

Şili’nin bu karanlık döneminden tüm çıplaklığı ve acımasızlığı ile kesitler sunan film aynı zamanda hırs, ihanet, cinayet ve hayal kırıklığın kavramların da alt üst ediyor. Öylesine rahatsız edici bir üslup ile aktarılan hikaye ara ara sizi hayli sinirlendiriyor.

“Çünkü hayat bugün bize bir şans veriyor.”

1977 yapımı, yönetmen John Badham’ın “Saturday Night Fever – Cumartesi Gecesi Ateşi” filmi özellikle John Travolta’yı bir ikon haline getirmeyi başarmıştı. Bu film için en kaba tabirle eğlenceli bir müzikal diyebilirken, bu filmin karakeri Tony Manero’yu odağına yerleştiren Şili’li yönetmenin Tony Manero’su için bırakın eğlenceyi kabaca falan da değil, direk aşırı rahatsız edici bir film tanımlaması yapılabilir.

Pinochet gibi birinin yarattığı Şili’de yaşamayan bizler için, her sahne başlı başına etkileyici aslında, insanlığın bittiği bu dönem için, normal insanların aldığı hal belki de psikolojinin bir araştırma alanı olabilir. Yaşamadığımız bir dünyanın ortasında kalmış olduğumuz hissiyat film boyunca bizi ratsız eder. Bu ortamdan kurtulma hissiyatı, öncelikle baş karakterin durumundan ziyade yaşamla ilgili kaygılarımız artırır.

Alfredo Castro’nun oyunculuğu için bir karakteri oynamış diyemeyiz, sanki o karakterin kendisi olmuş. Bu derece başarılı bir canlandırma az rastlanır türden. Hayranlığının ve sadece kendini düşünmenin yarattığı hikaye ise bir miktar kendimizi içsel bir sorgu içine sokmamıza da neden olur.

Tony Manero 2008 Trailer

Tony Manero’da bir yan konu olarak politikadan bahsedebiliriz. Pinochet’e karşı olanlara uygulanan şiddet her ne kadar vurucu bir şekilde verilmiş olsa bile bunların hepsi ana karakterimizin ekseninde değerlendiriliyor. Baş karakterimiz bu konulara tamamen ilgisiz. Filmin vurgulamaya çalıştığı konu bu ilgisizlik de değil, bu karakterin kendi kişisel hedefi için etrafında ki her şeyi herkesi yok sayması. Pinochet hayranı yaşlı kadın ile girdiği sahnesel ilişkide ki safi kötülük, bizim hazırlıksız yakalanmamıza neden oluyor. Zira burada politik bir tepkiden ziyade, tek bir birey olarak birinin içindeki kötülüğü aniden görmemiz, bu noktada başka bir eleştiri alanı açılabilir tabi, politik bir tepki ile bir insana uygulanan şiddet olumlu mudur?

Karşımızda çok ilginç bir karakter var. Sinemanın böylesine kötü bir karakteri bize daha önce sunduğunu pek hatırlamam. Yukarda da bahsettiğim gibi Alfredo Castro’nun çarpıcı oyunculuğunun da burada etkisi çok yüksek. İnanılmaz derece de soğuk bir ifade ile oynadığı karakter, aynı zamanda dans gibi estetik bir olgu ile de zıtlaşıyor. Filmde ki aynı evde yaşadıkları diğer karakterle olan ilişkisi de hem anti patik hem de gerçek değil duygusu yaratıyor.

Sonuç olarak, sert bir film izliyoruz. Ara ara sinirlerinizi geren, ara ara midenizi bulandıran bir film. Bazı bazı gerçek duygusunda kopan da bir film. Sizi mutlu etmeyeceği garanti olan bu filmi ben niye izleyeyim ki diye sorabilirsiniz? Yaşamadığınız bir dünyayı görmek için olabilir, çok ilginç, sert ve iyi bir oyunculuk izlemek için olabilir, Şili’den bir film izlemek için olabilir, bencillik ve hırsın fazlasının bir insana ne yaptığını görmek için de olabilir.

Barış Eylül 2022

Le Doulos | Unutulmazlar (1962) – Jean-Pierre Melville

Le Doulos, Türkçe çevrimi Unutulmazlar; Jean-Paul Belmondo, Serge Reggiani, Jean Desailly’in başrollerini paylaştığı, 1973 yılında kalp krizi sebebi ile dünyadan ayrılan ünlü Fransız yönetmen Jean-Pierre Melville’in kalsikleşmiş filmlerinden biridir.

Jean-Pierre Melville hakkında daha önce Leon Morin, Pretre | Rahip Leon Morin (1961) – Jean-Pierre Melville yazımızda bahsetmiştim, tekrara gerek yok.

Le Doulos, argo olarak şapka demek ama polis muhbirlerine verilen bir isim. Filmin konusu zaten bu göndermeye yakın. Hırsızlıktan hapis yatan Maurice (Serge Reggiani) hapisten çıkar ve çalıntı malların aracısı bir adamı öldürerek yeni soygunu için kaynak elde eder. Soygun için diğer ekipmanları arkadaşı Silien (Jean-Paul Belmondo), sağlayacaktır. Silien’in polis muhbiri olması işlerin karışması için yeterli bir nedendir.

Jean-Pierre Melville’in haklı ünü polisiye filmlerden gelmektedir. Bu filmde de bu ününün hakkını verdiğini söylemeliyiz. Polisiye film dediğimiz zaman aklınıza klasik Amerikan filmleri geliyorsa, tam bu noktada yanılırsınız. Melville, polisiyelerinde, ön plana çıkan suç ve gerilim olgusudur. Aksiyon durumu yoktur. Karanlık karakterler, diyaloglar, sahne sahne tırmanan gerilim, suç olgusu gibi kavramların deşilmesi.

Le Doulos, Unutulmazlar filmi Pierre Lesou’nun romanından sinemaya uyarlanan bir film. Senaryo Melville’e ait. Dediğimiz gibi gerilim düzeyinin yoğunluğunu aksiyondan değil, karakterlerinden ve atmosferinden alan filmlerin ustası bir yönetmen Melville.

“Siz hödükler iyi bir iş bulamıyor musunuz? – Polis kuvvetlerine katılacağız ama önce emekli parasına ihtiyacımız var.”

Serge Reggiani gibi iyi bir oyuncunun yanına başka bir iyi oyuncu ekleniyor; Jean-Paul Belmondo. Hem genç hem de sempatik Belmando yeri geldiğinde takındığı sert tutum ile bizi şaşırtmayı başarıyor.

“Başka bir yerde yaşayacağım, henüz neresi olduğunu bilmiyorum. Polis ve kabadayıların olmadığı bir yer varsa orası olacak.”

Reggiani, zaten usta bir oyuncu olarak, ihanete uğramış ve yorgun bir adamı başarı ile canlandırıyor. Melville’in bir tercihi mi olduğunu bilemediğimiz bir şekilde film çarpıcı bir muhbir ile ihanete uğrayan mücadelesi göstermiyor. Oyuncuların karakterlerini hikayeleştirme başarısından ayrı bir durum bu.

Fransız yeni dalgasının vaftiz babası deniyor demiştik daha önce ki yazımızda Melville için. Bu filmde de başarılı bir örnek olarak karşımızda bu durum. İşlenen cinayetler ve bu sahnelerde ki ışık kullanımı hayli çarpıcı. Özellikle siyah – beyazın fonun kendi doğası gereği estetik olma durumu, farklı kamera açılarından seyirciye sunulunca daha da çarpıcı oluyor.

Günümüz Amerikan sinemasına alışmış izleyiciler için çok durağan ve vasat gelebilir film. Fakat sinemanın etkileyici ve duygulara direk işleyen yanını benimsemiş izleyici kitlesi için tam anlamı ile bir cevher. İzlediğimiz şey, anlamsız bir aksiyon değil nihayetinde, duygu ve karakter taşıyan gerçek insanlarla yapılmış gerçekçi bir suç filmi.

Polis memurunun Belmando’yu sorguya çektiği sahneyi ele alalım. Kameranın hareketi ile sorgu odasının içinde olma duygusunu yaşarız direk. Belmando ile konuşan biz olabilir miyiz?

“Bu meslekte sonun ya aylaklık olur ya da mermi manyaklığı”

Le Doulos, Unutulmazlar dediğimiz zaman, gerçek ve karakterlerin amaçları konusunda izleyiciler olarak bizi ardı ardına aldatmayı başaran bir filmden söz ediyoruz. Belki tüm dönüşler aman sende durumu yaratabilir izleyicide fakat oyunculuklarda ki net diyaloglar, yönetmenin kısa ve etkileyici geçişleri bu durumu bertaraf ediyor. Usta işi ve zekice yapılmış bir suç filmi çıkıyor ortaya.

Trençkotlar, sigaralar, ihanetler, silahlarlar ve kötü adamları ile tüm klişelerin kullanımı, bırakın anti patik bir durum oluşturmayı, bu filmle bunlar başlamış izlenimi veriyor.

Melville kadınlar konusunda çok eleştirilmiş bir yönetmen, zira filmlerinde çok sert davranışlar görülüyor. Bu hakikatten çok dikkat çekici bir durum. Fransız yönetmenin “ben değil, filmlerimde ki karakterler sert davranıyor” diyor. Bakıldığında kötü adamların, sert erkeklerin hatta duygusuz adamların filmleri bunlar, suçlular ve bu davranışları anormal değil. Fakat bildiğim kadarı ile de hiçbir filminde bir özür sahnesi yok, gerçi kötü adamların yerine o niye özür dilesin.

Ben iyi bir film izledim. 1962 Paris atmosferinde duru ve gerçekçi bir gösteri. İlerleyişi, sahneleri, diyalog ve oyunculuğu ile etkileyici bir film. Bir klasik.

Barış, Eylül 2022

The Small Back Room | Küçük Arka Oda (1949)

The Small Back Room – Küçük Arka Oda, Nigel Balchin’in romanından Michael Powell ve Emeric Pressburger’in senaryolaştırıp aynı zamanda yönettikleri İngiliz yapımı filmdir.

David Farrar, Jack Hawkins, Kathleen Byron, Michael Gough gibi oyuncuların başrolde yer aldıkları film, Powell-Pressburger ekibinin önceki filmleri kadar büyük bir gişe yapamasa da yıllar içinde oluşan genel kanı bu ikilinin en iyi ve en olgun filmleri olduğudur.

The Small Back Room

The Small Back Room – Küçük Arka Oda, ingiltere’de çekilen bir film olsa da Fransızların deyimi ile “film noir” yani Kara film örneklerinden biri olarak kabul görmüştür. Kısaca; kahramanlarını çürümüş ve itici bir dünyanın içine yerleştiren ve anti kahraman tanımını karşılayan karakterlerin var olduğu bir sinemadan bahsediyoruz. Hollywood için kabaca 1940’ların başından 1950’lerin sonuna kadar ki bir süreç içinde suç filmlerini tanımlamak için kullanılması yaygındır. Az ışık, siyah beyaz çekimler ilk dikkat çeken taraflarını oluşturur. İlk kez 1946 yılında Fransız eleştirmen Nino Frank tarafından Hollywood filmleri için kullanılan kara film terimi, zamanında bir türü özellikle yapmak adına yapılmamış, hali hazırda yapılmış olan filmlere sonradan verilen bir isim olmuştur.

“Hayatta yaşamaya değer bir dolu şey varken, sen kendine acımaya devam et!”

Sinemada ki gişe başarısızlığının savaştan sadece 4 yıl sonra, 2. Dünya Savaşı sırasında geçmesine bağlanan filmin konusu kısaca şöyle; Almanlar, İngiltere’ye bubi tuzaklı bombalar atmıştır ve bu bombaların patlaması ile insanlar ölmektedir. Bu bombaları imha görevini üstlenmiş olan Sammy Rice (David Farrar) bir bilim insanıdır ama savaşta kaybettiği bacağının travması sürekli olarak yanında gezmektedir. Alkol problemi ağrılarının acısını dindirmese de unutmasını sağlamaktadır. Bu bombaları imha bakanlığında ki sekreteri Susan (Kathleen Byron) aynı zamanda Sammy’nin sevgilisidir ve onun terapistide olmuş durumdadır.

Başroldeki David Farrar’ın başarılı oyunculuğu film için ilk öne çıkan unsurdur. “Zor, sinir bozucu ama birçok harika an ve hatırayla. Yıldız olmayı yalnız bir iş olarak buldum. Arkadaşım yok. Bu üzücü değil mi?” diyerek kendinden bahseden oyuncu belki de hayata yaklaşım tarzını çok iyi yansıttığı bir rol oynamış durumda. David Farrar’ın performansı filmde ki karakterin kişisel hikâyesini hem daha ilginç hem de daha güçlü hale getiriyor. Kaybettiği bacağının travmasını atlatamayan bir adam olarak ilişkileri de sıkıntılı ve aslına bakarsanız yalnız. Alkol ciddi bir sığınak noktası ve filmde ki bu vurgu, bizim bir eleştiri yapmamıza olanak tanımaz derecede. Öylesine hem oyuncunun oyunculuğu ile hem de yönetmenlerin sahne vurgusu ile net bir şekilde verilmiş ki, evet öyle olması gerektiğine iknayız.

Bu karakterimize rağmen işini yapmaya çalışan bir bilim insanı aynı zamanda. Tehlikeli, ölümle burun buruna gelinen görevlere gitmekten asla terettüt etmiyor. Filmin bir gerilim filmi olarak asıl başarısı işte bu sahnelerde bize yaşatmayı başardığı hissiyat. Bizde karakterle birlikte ölümle burun buruna geliyor ve terliyoruz.

2.Dünya Savaşı ortamı içinde ki Politik ve bürokratik çekişmeler ve iktidar kavgaları ve bu işini yapmaya çalışan bilim adamı veya adamları öyle açık ve net anlatılmış ki, bu insanlarla birlikte bizde aynı duyguları ve çabayı gösteriyoruz.

Farrar’ın oyunculuğu içinde sevdiği kadına verdiği acı ve duyumsadığı vicdan azabı, bununla birlikte hayatta ki çaresizliği bizim içinde aynı duyguları yaşadığımız bir yer oluyor adeta.

Filmin, sonlardaki gerilimi yüksek bölümü özellikle klasikler arasında gösterilebilecek bir sahne. Bubi tuzağının çalışma mantığını keşfetme ve patlayıcıyı etkisiz hâle getirmeye çalışma bölümü sağlam bir gerilim yaratmayı başarıyor.

Mubi Türkiye’de izlediğim The Small Back Room – Küçük Arka Oda, fiziksel olarak tahrip olmuş aynı zamanda da ruhsal olarak ta aynı tahribatı yaşamış bir adamın, her şeye rağmen sorumluluk alarak işini yaptığı ve sevginin iyileştiriciliğine inanmamızı sağladığı basit ama güçlü hikâyesi ve oyunculuğu ile izlenesi bir film. Zaman zaman fazlaca kasvetli ilerlese de asla yabana atılacak bir film değil.

Barış, Eylül 2022

The Gray Man| Gri Adam (2022)

The Gray Man, Anthony ve Joe Russo’nun birlikte yönettiği Ryan Gosling, Chris Evans, Ana de Armas’ın başrollerinde oynadığı Netflix’in yeni filmi.

Konusu tanıdık gelebilir, zira benzer bir konu ile izlediğimiz The Bourne serisinin başarısız bir kopyası gibi duruyor. Matt Damon’ın Jason Bourne karakterini oynadığı serinin ilk üç filmi 007’ye güçlü bir alternatif oluştururken, The Gray Man, bol aksiyonuna rağmen vasatı aşamayan bir film olarak Netflix’te yayına girdi.

The Gary Man’in konusuna gelirsek, Florida eyalet hapishanesinde cinayetten yatan Courtland Gentry (Ryan Gosling) tam bir Amerikalı olarak kötü babasını öldürmüş durumda olan masum bir adamdır ama uzun yıllar hapis yatması kaçınılmazdır. Ünlü CIA’in Sierra 4 programı dahilinde serbest bırakılıp, devlet için öldürmeye başlayan başka bir katile dönüştürülür. Devletlerin gizli örgütleri için birilerini öldürdüğünüzde kahraman olduğunuz gerçeği çerçevesinde tam bir ölüm makinesi olan “Six” (007’nin çakması) CIA içinde ki kötü adamlar tarafından kandırıldığını anlar ve onlara karşı büyük bir savaş verir.

Daha önce de dediğim gibi konunun çok iyi bir sürümü olarak Matt Damon’lı Jason Bourne varken hatta Tom Cruise’lu Mission: Impossible filminin 7 bölümden bir çoğu, bu filmden çok daha iyi iken neden bu vasat filmi izleyeyim diyor insan ama gene de izliyor efendim. Neden izliyor; 1 – Ryan Gosling iyi bir oyuncu, izlemesi keyifli, 2 – Ana de Armas güzel bir abla, onu da izlemesi keyifli, 3 – Chris Evans belki bu sefer bir şeyler yapmıştır merakı var, 4 – Aksiyon aksiyondur, kafanız rahat, patlamış mısır, çay-kahve-gazoz yapabilirsiniz. Alaska Frigo misali boş gözlerle akar gider sahneler. 5 – Bizden bir yerde koyarak bizimde ağzımıza bir parmak bal çalmışlar. (Kapadokya’ya gelirler.)

Netflix ile ilgili yakın zamanda ki söylemler belli artık nitelikli dizi ve filmler yapılmadığı, farklı alternatifler sebebi ile ciddi üye kaybı yaşadığı falan söyleniyor. Büyük bir reklam ile çıktığı bu film yine yeni yeniden tam anlamı ile hayal kırıklığı. Bangkok, Monaco, Londra, Hong Kong, Viyana, Berlin, Kapadokya, Prag derken 20 ülke dolaşıyor film ama bir Prag sahnesi var ki aksiyondan ziyade gülmekten altınıza işetebilir. Prag’ın ortasında ortalık birbirine giriyor, girsin girmesine de azcık mantık be kardeşim…

Tamam anladık CIA’sin sen tüm dünya da elin ayağın var, her yere hükmediyorsun da, mesele kendi iç meselenken bile neden şehirleri yakıp yıkıyor adamların, hem de ne yakma yıkma, diğer ülke teşkilatlarını bu kadarda aptal yerine film de olsa koyma be kardeşim, o kadar da değil, azcık mantık, azcık…

The Gray Man, öylesine saçma öylesine mantıksız bir zeminde seyrediyor ki, CIA içinde ki durumdan tutun, gözünü kırpmadan onlarca adamı öldüren tiplerin bir çocuk için kuzuya dönmeleri, benim babam gibi denilen adamların dakkasında satış yapmaları, psikopat katilimizin, bir adamı öldürmeyi bir türlü başaramaması falan derken, aman tanrım ben ne izliyorum böyle duygusu kuşatıyor içinizi.

Netflix 200 milyon dolar harcanmış bu filme. Neresine harcadığını ben izlerken anlayamadım.

THE GRAY MAN | Official Trailer | Netflix

Russo Kardeşler’in filmografisine bakıldığında Avengers: Infinity War, Captain America: The Winter Soldier ve Avenger: Endgame gibi Marvel filmleri olduğunu görüyoruz. Marvel gibi hayali bir dünyanın aksiyonunu buraya taşımaları filmin tüm gerçekcilik duygusunu öldürmüş. Marvel filmlerinde bu anlaşılır bir durum zira orda ki karakterler zaten gerçek değil, uçmaları kaçmaları, yeri göğü parçalamaları mantıklı da bu filmde mantıklı değil.

The Gray Man için sözü fazla da uzatmaya gerek yok, bol aksiyonlu, iyi oyuncu kadrolu, büyük bütçeli vasat bir film olarak izlenip vedalaşılacak bir daha da yüzüne bakılmayacak bir yapım olarak Netflix’te izlenebilir. Her ne kadar izle tavsiyesi olmasa bile…

Barış, Ağustos 2022

The Kid | Yumurcak (1921) – Charles Chaplin

The Kid bizde ki ismi ile Yumurcak, Şarlo kısaltması ile tanıdığımız Charles Chaplin’in 1921 yapımı siyah beyaz ve sessiz filmidir. Charles Chaplin, filmin senaryosunu yazmış, yönetmenliğini yapmış ve başrolünü oynamıştır. Tramp – Serseri) karakterini canlandırılan Chaplin’e, Jackie Coogan (The Child), Carl Miller (The Man) ve Edna Purviance (The Women) eşlik eder. Edna Purviance için artı bir parantez açarsak 20 Şarlo filminde oynamış bir kadın karakter olduğunu da belirtmemiz lazım.

Charles Chaplin’in yönettiği ilk uzun metrajlı film olma özelliği ile de önemli bir film olan The Kid, Yumurcak filminin konusu kısaca şöyle; bir kadın yeni doğum yapmıştır fakirdir ve eşi tarafından terk edilmiş durumdadır. Zengin bir ailenin evininin önünden geçerken bebeğini park etmiş olan otomobilin arka koltuğuna bir not yazarak bırakır. Kaderin cilvesi olarak, tam bir işsiz güçsüz olan Tramp çocuğu bulur ve onu büyütmeye başlar. Bu süreçte çocuk için fakir ama sevgi dolu bir yaşam oluşmuştur. Tabi araya bazı velayet sorunları girecektir.

The Kid, Yumurcak dövüş sahnesi

Chaplin’in sinema dünyasını değiştiren “serseri” karakteri ki biz “Şarlo” diyoruz; sempatik, sakar ve sevimlidir. The kid, Yumurcak filminde de bu karakterin tüm yönleri ile hakkını verir.

“Hayat yakın planda trajedi, geniş açıda komedidir.” Chaplin

Özellikle Türkiye’de çok sevilen bir oyuncu olan Şarlo, samimiyet ve bizden biriymiş gibi duran imajı ile Keman Sunal’ın Şaban karakterini andırır bize. Chaplin, sinemanın başka bir unsuru olmayı başarmış bir yönetmen ve oyuncudur. 1900’lu yıllarda sert biçimde oluşmaya başlamış olan sanayi toplumu ve kapitalizmin acımasız ayak seslerinin çok önceleri görüp eleştirmeye başlamış birisidir. Fakir halkının yaşantısını sessiz sinemanın tüm olanaksızlığına rağmen net ve gerçekçi bir biçimde aktarmayı başarmıştır. Şarlo, komiktir, fakir ve serseridir ama boyun eğmez güldürür ve aklını kullanmayı başarır. Seyirci onunla hem güler hem de etrafında olup bitenden haberdar olur.

The Kid, Yumurcak – Pankek sahnesi

Oyuncuların tek bir kelime etmeden sevgiyi, hüznü, komediyi, çaresizlik ve çareyi, isyanı bu derece başarılı bir şekilde anlata bildiği film sayısı kaçtır bilemiyorum. Şarlo’nun da en sevilen filmlerinden biri olan bu film tüm duyguları bakışlarla ve oyuncularının vücut diliyle vermeyi başardığı nefis filmlerden biri.

“Konuşursam beni sadece İngilizce bilenler anlayacak ama sessiz bir filmi herkes anlayabilir. Dünya Amerika’dan ibaret değil.” – Chaplin

The Kid, Yumurcak; “Gülümseyen ve belki de gözü yaşlı bir film” yazısıyla başlayan, dramı mizahla örtüp bize sunan, Chaplin’in filmolojisi içinde de özel bir yere sahip bir film. Mutlaka izlenmesi gereken yapımlardan biri.

Barış, Ağustos 2022

The Guilty | Suçlu (2021)

The Guilty, suçlu filmi Amerikalı yönetmen Antoine Fuqua’nın yeni filmi. Antoine Fuqua’nın asıl başarısı 2001 yapımı başrol oyuncusu Denzel Washington’ın Oscar kazandığı Training Day, İlk gün filmidir. 2004’te yönettiği King Arthur, Kral Arthur filmi de nispeten izlenir filmlerinden biridir. Denzel Washington ile yaptığı aksiyon, suç, polisiye filmleri patlamış mısır sinema ikilisi sevenler için orta üst seviye pop-Amerikan filmler olarak karşımıza çıkıyor.

The Guilty, Suçlu filmi de önceki filmlerinden izler taşısa da diğerleri gibi aksiyonu bol filmlerden değil. Burada tek mekan çekim ile izleyiciyi hayli zorlayan bir film ortaya çıkartmış. Çok başarılı bir kapalı mekan filmi olduğunu söylemek zor.

Jake Gyllenhaal’ın tek başına oynadığı film, oyuncu üzerinden çok büyük bir beklenti ile hareket ediyor diyebilirim. Netflix izleyicisini memnun edebilir ama sağlam bir sinema izleyicisi için vasat altı bir yapım olduğunu belirtmem gerek.

Yönetmenin filmlerinde ana karakterler geçmişlerini gizler ve sert erkeklerdir. Çoğu polistir veya eski polistir. Bir şekilde suça bulaşmıştır ve geçmişleri ile hesaplaşma peşindedirler, bununla birlikte bu suça bulaşmış karakterlere sempati geliştirmemiz için masum bir çocuk olur, kedi olur, köpek olur, şiddet gören bir kadın olur, karakterin bunu kurtarması üzerine de film ilerler.

The Guilty, Suçlu filmi de temeline yukarıdaki paragrafta yazdıklarımı alıyor sadece öncekilerden farklı olarak, burada aksiyon ve gerilim telefon görüşmesi üzerinden tek mekanda sunuluyor ya da sunulmaya çalışılıyor denebilir. Böyle olunca da çok sıkılabileceğinizi belirteyim.

Jake Gyllenhaal’ın canlandırdığı Joe Baylor bir suça bulaşmış polistir ve davası devam ederken 911 hattına verilir. Buraya gelen bir telefonda kadın kocası tarafından kaçırılmış görünmektedir. Ailenin iki çocuğu da evde yalnızdır. Joe bu kadını telefonda kurtarmaya çalışırken bir yanda da kendi geçmişi ile hesaplaşmaya başlar. Sonlarına doğru seyirciyi ters köşe yapma gayreti ile film ilerler.

Filmin orjinali 2018 yapımı Danimarka yapımı Gustav Möller tarafında yönetilen “Den skyldige” filmi. Aslının vasat bir Amerikan versiyonu olmaktan zerre öteye gidemeyen bir film.

Jake Gyllenhaal’a çok iş düşen filmde, muhteşem bir oyunculuk performansı ile diğer bütün kusurlar ortadan kalkıyor diyebilmek isterdim ama diyemiyorum. Hiçbir beklentiye girmeden sadece vakit geçsin diye izlerseniz, eh işte belki ilginizi çeker ama oyunculuk vasat, özellikle ABD’de polisin suça bu denli bulaştığı yakın zamanda bir polis güzellemesine girişen film tam zaman kaybı gibi duruyor. Ben kaybettim siz kaybetmeyin, açın Matrix’i 27. kez izleyin derim.

Barış, Ağustos 2022

Leon Morin, Pretre | Rahip Leon Morin (1961) – Jean-Pierre Melville

Rahip Leon Morin; geçen yıl aramızdan ayrılan 1933 doğumlu ünlü Fransız oyuncu Jean-Paul Belmondo’nun Leon Morin rolü ile muhteşem oyunculuk gösterdiği ve ona eşlik eden Barny rolündeki Emmanuelle Riva’nın da Belmando’dan aşağı kalmadığı tam bir sinemasal şölen olarak, Fransız yönetmen Jean Pierre Melville’nin, Béatrix Beck’in ödüllü romanından sinemaya hakkı ile uyarladığı bir film.

Barny, Nazilerin Fransa’yı işgali sırasında kocası öldürülmüş olan dul bir annedir . Barny din konusunda alaycıdır, inançsızdır ve aynı zamanda komünist görüşlere sahiptir. Sırf dalga geçmek için girdiği günah çıkartma kabininde genç rahip Léon Morin’e konuşur, katolikliği eleştirir, dini hicvederek rahibi kışkırtmaya çalışsa da Léon onu dinle ilgili entelektüel bir tartışmaya sokar.

İkili arasında başlayan bu konuşma sekasnsları dini bir film izleyeceğimiz izlenimi verse de oluşan cinsel gerilim ortamı ve ikilinin birbirlerine olan yaklaşımları bir anda dram ve psikolojik bir boyut oluşturur. Arka planda savaş devam eder, askerler köye girer, Barny’in etrafındaki insanların tutumları gösterilir ve her şey o derece olağan ve tartışmalar, içsel konuşmalar öylesine ustalıkla verilir ki izlediğimiz şeyin büyüsü bir anda bizi sarar.

Jean-Pierre Grumbach adıyla , 1917’de dünayay gelen Fransız yönetmen kendi hayat bakışı ve siyasi tutumu ile de enteresan biridir. Melville takma ismi ile Özgür Fransız güçlerine katılarak, Nazilere karşı savaştıktan sonra bu soyadını bırakmamış. 1959’da Jean -Luc Godard ve François Truffaut’un aralarında olduğu bir kaç sıra dışı yönetmen olarak “Yeni Dalga” diye isimlendirilen dönemin başlatıcılarından biri oldu. Melville kurallara göre oynamayı reddeden biri olarak her zaman yenilikçi olmayı deneyen bir yönetmendi.

Yeni Dalga serüveninden ayrılan Melville’in bu dönem için ilk filmi Rahip Leon Marin’dir. Melville için Fransız Yeni Dalgasının Vaftiz Babası denir ama onun etki alanı sadece bu kadar değil. Martin Scorsese, Quentin Tarantino, Jim Jarmusch, Michael Mann, Johnnie To, John Woo, Takeshi Kitano, Hossein Amini ve Aki Kaurismäki gibi günümüzün büyük olarak adlandırılan yönetmenlerinin favori yönetmenidir ve etkileyicisidir aynı zamanda.

“Şu an uzakta olan savaşın güçlüklerini hatırlatan tek şey sansürdü.”

Dini referanslar ile ilerler görünen filmin asıl etki alanı bu bölümden ziyade, kadın ve erkek arasında ki o cinsel dürtünün, dini inançlar ve ahlaki ikilemler ile sunulması. Senaryo dini ilgiyi kendisine bir çıkış noktası alarak almış durumda fakat din kadar aşk ve cinsellik de hikâyenin tam göbeğinde. Kaçınılmaz bir yaklaşım olarak izlediğimiz şey hayatlarımızı belirleyen olgulardan ziyade insan olarak başka bir insanla kurduğumuz ilişkinin, hayat ve toplum olguları ile çatışması. Yakışıklı ve karizması ile rahip Morin sadece Barny’yi değil kasabadaki pek çok kadını cezbeder halde. Rahip kimliğinin ağırlığı ve sağlam bir ahlaki duruş sergilemesine rağmen bu yönelim değişmediği gibi daha da artar gözüküyor.

Rahip Leon Morin, izleyici olarak bir bakıma bizi ters köşe yapmayı da başarıyor diyebiliriz. Savaşın ayak seslerini duyumsuyoruz, yoksulluk, çaresizlik, tükenmişlik bunları anlayabiliyor ve savaş gibi bir acımasızlığın içinde filizlenen aşk ve cinselliğin, zaman ve mekândan bağımsız olarak ortaya çıkışı ilk bakışta yadsınacakmış gibi görünse de, filmin en büyük başarısını tam bu noktada buluyoruz. Din ve cinsellik gibi bambaşka yerlerde duran iki kavramı – hem de bu ortam içinde – çok naif, zorlama ve rahatsız edici bir unsur oluşturmadan bir araya getirip sunmayı başarması filmin iyi bir film boyutuna gelmesinde ki en büyük etken.

“Gece düşündüm. Tanrı inancı, evreni cennete uzanan bir merdivene dönüştürüyor…”

Ateist bir insan ile bir din adamının konuşması aslında kendi hayatlarımız içinde de başlı başına enteresan ve ilgi çekici bir konu değil midir? Burada ki başarı filmin içinde çok önemli bir yer tutan bu sohbet kısımlarının diyaloglarının etkili, net ve akıllıca yazılmış, ondan da ziyade oynanmış olmasından kaynaklanıyor. Jean-Pierre Melville’in hakkını tam bu noktatada özellikle teslim etmemiz gerekiyor. Sadeliğin bir başarı olduğunu bize net bir biçimde kanıtlıyor. Sinemasal dilinin herhangi bir teknik gösterişe yönelmeden olayların ve anlık durumların ruhuna uygun bir yönetim göstermiş olması. Filmin etkisini çok daha çarpıcı bir hale getirmiş.

“Ruhum bir geneleve dönüşmüştü”

Uzun yılların tartışmasıdır. Çok kışkırtıcı bir cümle olarak ta, günah çıkarma kabinine girer girmez Barny’in ilk söz “Din halkın afyonudur” demesi, bir rahibin buna göstereceği tepkiden emin olması ama aldığı yanıtlarla din ve inanmak konusunda kendi katılığını da sorgulamaya başlaması filmin vermek istediği mesajında kısa bir özeti durumunda. Film bir din veya komünizm propagandası yapmıyor, din adamı olarak rahibin temsil ettiği – aslında burada var olandan ziyade idealden bahsetmek lazım – dinin söylemleri ile kadının komünist inançlarının örtüşme anlarını vurgu olarak vermeden, gösteriyor seyirciye.

“-Din insanların afyonudur.

-Pek sayılmaz.

-Burjuvazi tarafından kendi çıkarları doğrultusunda sulandırıldı.

-Kilisenin işçi sınıfını kaybettiği doğru. Ama geri kazanmak için savaşıyoruz. Haksızlık bir Hristiyan’ın kalbini korku ile doldurur.

-Din saf haliyle kalmış olsa bile, bu onun doğru olduğunu ispatlamaz.

-Elbette ispatlamaz. İyi ki geldiniz.

-Bir düşman olarak geldim.

-Sanmam. İnsanın hatalarını kabul etmesinin kolay olmadığını biliyorum.

-Tanrıya inanmadığım için bu bir sorun değil.

– Gururlusunuz, değil mi?

– Evet.

– Yalan konuşur musunuz?

– Evet.

– Bir şey çaldınız mı?

– Evet.

– Ne çaldınız?

– Yiyecek.

– Öfkelendiğiniz olur mu?

– Evet.

-İffetsizlik ediyor musunuz?

-Bilmem.

-Başkaları için kendinizden ödün verir misiniz?

-Sadece kızım için.

– Yeteneklerinizi tam olarak kullandığınızı düşünüyor musunuz?

– Hayır.

-Aziz Paul “Sen olsaydın, dünya daha güzel olurdu” demiş. Güzelce günah çıkardınız. Şimdi af dileyin.

-Kimden?

-Bilinmeyenden.

-Buradan çıkıp Taş zeminde diz çökün. Dizleriniz acıyacak. Orada istediğiniz duayı edin.

-İyi de inançlı biri değilim ki. Yalandan dua etmek gülünç olur.

-Dua edenler her zaman gülünçtür. Dua ettikleri kişiyle aralarında bir tür boşluk bulunur.

-Hıristiyan ahlakına uygun olarak yaşamayı seçmiş olsam tövbe edebilirdim.”

Film felsefi olarakta tarafsızlığını koruyor. Mutlak iyi ve kötü için bizi yönlendirmeyi seçmiyor. Özellikle savaşın taraflarını karşılıklı bir ön yargısızlık ile gösteriyor. Bu izleyici için bir açılım, ufuk açıklığı. Kimin iyi kimin kötü olduğu birey olarak bizim netleşemeyeceğimiz bir konu. Örnek; Nazilerin sert tutumları gösterilirken Alman subayın küçük bir kıza babacan davranışı da gösteriliyor. Amerikan askerlerinin kadını taciz etmesi de veriliyor. İyi ve kötü kavramlarının bilinen dşınıda bir sorgusu bu…

Rahip Leon Morin filmi için özellikle değinmeden yazımızı bitiremeyeceğimiz bir şey daha var. İki başrol oyuncusunun olağan üstü performansları: Emmanuelle Riva’nın savaşın ve bastırdığı duyguların karmaşıklığı ile yaşayan ama öte taraftan güçlü bir kadın karakteri izleyici olarak bizler üstünde derin bir iz bırakacak türden. Belmondo’nun fiziksel çekicilik ve karizmatik tavrının, dinsel kimlik birleşiminden ortaya çıkan çelişki ve ahlaki bir sadelik ile vurguladığı üstün insan modeli bizi de etkisi altına alıyor. Onun söylemleri, yol göstericiliği ve fikirleri bizim kendi hayat hikayemiz içinde sorgulayıcı bir taraf kazandırıyor. Bu öyle kolay bir durum değil, anında antipati yaratması olası bir kalkışmanın Belmondo gibi bir oyuncunun olaya hakimiyeti ile açıklanabilir belki belki de yönetmenin ondan istediği şeyi kusursuzca ortaya koyması ile…

Sinema tarihinin en iyi filmlerinden birini izlediğimiz muhakkak. Savaş, din, cinsel arzuların bu derece estetik ve sadelikle verildiği başka bir yapım zor izlenir.

Barış, Ağustos 2022

Bombshell | Skandal (2019)

Bombshell, Skandal; 1957 doğumlu Amerikalı yönetmen Jay Roach tarafından yönetilen filmin baş rollerinde Charlize Theron, Nicole Kidman, Margot Robbie ve John Lithgow yer alıyor.

Skandal, Fox News kanalının habercisi Megyn Kelly (Charlize Theron), televizyon yorumcusu Gretchen Carlson (Nicole Kidman) ve sunucu olma hayalleriyle kanala gelen Kayla (Margot Robbie) ekseninde ilerliyor. Üç güzelin ortak sorunu medya içinde ki taciz durumudur. Fox’un Ceo’su Roger Ailes (John Lithgow) çalıştığı tüm kadınları uzun yıllar taciz etmiştir. Gretchen Carlson’un açtığı dava ile her şey gün yüzüne çıkmaya başlar ve medya içinde ki bu durum skandala dönüşür.

Bombshell, başlangıçta 2016 ABD başkanlık seçimleri döneminde, Donald Trump’la röportaj yapan Megyn Kelly’in Trump ve destekçileri tarafından sözlü saldırıya uğramasını ele alır. Muhafazakar Fox kanalı Cumhuriyetçi Parti’nin destekçisidir. Bu partinin adayının Fox’ta çalışan bir kadın haberci tarafından cinsiyetçilikle suçlanması akabinde sert bir karşılık alması ilk başta filmin ana konusu gibi durur ama sonra anlaşılır ki Fox’un uzun yıllardır Ceo’luğunu yapan Roger Ailes, çalıştığı tüm kadınlara cinsel taciz uygulamıştır. Medyanın gücünü kullanan Ailes’e uzun yıllar kimse sesini çıkartamamıştır.

“Kurumsal Amerika’da hiç bir kadın patronuna dava açmaz.”

Filmin çıkış noktası, özellikle Sanayi Devrimi ile başlayan süreçte kadının çalışma hayatı içinde ki yeri, toplum içindeki yeri, bedeninin nasıl kullanıldığı ve erkek egemen dünyanın kadına yaklaşımı gibi duruyor. Ortada uzun yıllardır devam eden bir sorun var, kadınlar hayatın her alanında taciz ediliyorlar, şiddet görüyorlar, yok sayılıyorlar, insan değil de bir meta olarak, cinsel bir obje olarak kullanılıyor ve sunuluyorlar. Filmden almamız gereken kısım burası. Bu noktada çok başarılı bir yapım mı izliyoruz, hayır ama en azından bir derdi olan yapım izliyoruz.

Bombshell, kendi içinde çelişkiye düştüğü durumlarda yaşıyor. Gerçi anlatmak istediği bir yöneticinin güzel kadınları taciz ediyor olduğu haliyle kadro da genel kabul görmüş güzeller ile şekillendirilmiş. Hepsi sarışın, düzgün bacaklı, dekolteli, kalkık kalçalara sahip, doğrudan tacizci Roger Ailes’in doktrini üstünden ilerleyen de bir yapım; “ekran, sarışın, canlı, güzel kadın sever.” Haberleri izlenir kılmak için bel altı kamerasını keşfetmiş ve geniş plan ile bacak görseli mutlaka veriliyor izleyiciye. Fox’un bu tavrı sanki filme de sirayet etmiş ve kendini izlenir kılmak adına üç güzel ablamızı karşı çıktığını iddia ettiği şekilde sunuyor bize.

Nicole Kidman ve Charlize Theron eski kuşağın güzellik ikonları, fakat filmimde tam da öyle değiller, lensler, botokslar falan derken ifadelerini yitirmiş gibi duruyorlar. Oyunculuk konusunda iki oyuncunun da çok başarılı performanslarının olduğunu biliyoruz. Burada rol gereğimi, yılların verdiği bir durum mu, yoksa konun önüne geçmesin kabilinden yapılan bir şey mi bilemiyorum, eski ifade güçleri yok. Haliyle izleyici olarak John Lithgow’un tacizci performansına karşı duyduğumuz antipati durumunun tam tersi bir olarak bu karakterlere de bir sempati oluşturmamız gerekirken bu hissiyatı yakalayamıyoruz.

Margot Robbie‘nin genç neslin temsilci olarak canlandırdığı karakter çok daha başarılı duruyor. Son olarak Bir zamanlar Holivud’da filmde izlediğim oyuncu kendi içinde iyi bir performans göstermiş denilebilir. Yönetmenin bu oyuncuyu kullanım tarzı eleştiriye çok açık, işediği konu çok daha net ve sert eleştiriler getirebileceği bir konuyken, Kayla karakterinin fiziki olarak alenen izleyici tarafından da tacize açık hale getirilmesi, lezbiyen olmasının bir vurgu olarak verilmesi sanki evet Amerikan Medyasının içinde böyle şeyler var ama şov devam etmeli demeye çalışıyor gibi.

Kadınların her alanda eşitlik, özgürlük ve onurlu yaşam talepleri çok tabi bir insan hakkı, konu o kadar basit ve net. Fakat mücadele yüzyıllardır devam ediyor. Modern çağ bile bu konun üstünden gelemedi, doğusu da batısı da hala aynı sorunu yaşıyor. Cinsiyet ayrımcılığı kadını erkeğin ardına yerleştirme ve elde ettiklerini yine erkek eli ile korumaya itiyor. Erkek egemenliği bu konuda bile elinde ki gücü bırakmak istemiyor. Tam bu nokta da film içinde de değinilen taciz olaylarında diğer kadınların hem cinslerine karşı aldıkları tavırda hakikatten şaşırtıcı bir durum.

Skandal filmi için ufuk çok genişken, Amerikan sığlığı içinde kaybolmuş bir yapım diyebiliyoruz. Gerçek bazı olayları yansıtma çabası dışında, ne kurgusu ne de sinemasal dili etkili değil. Tam anlamıyla bir yönetmen fiyaskosu olarak görüyorum. Başka birinin elinde bam başka bir film olabilirdi. Jay Roach, kanımca konuyu çok önemli bulamış, o kendi reklamını yapabileceği, izlenir bir şey yapma derdine girmiş. Dünyanın en güçlü medya patronlarından birini, kendi hayatlarını riske atarak, karşılarına alan, kararlı, cesur, başarılı ve güçlü karakterlerin, çok yüzeysel bir bakışla ele alınmış olmaları, oyuncuların fiziki özelliklerinin özellikle ön plana çıkartılmaya çalışılması filmi izlenebilir, ama öyle aman aman bir film değil kıvamına getirmiş.

Barış, Temmuz 2022

Southland Tales | Kıyamet Öyküleri (2006)

Southland Tales | Kıyamet Öyküleri; 1975, ABD doğumlu yönetmen Richard Kelly’in muhteşem Donnie Darko (2001) den 5 yıl sonra yaptığı filmdir. Baş rollerinde Dwayne JohnsonSarah, Michelle Gellar, Seann William Scott gibi oyuncular paylaşmaktadır.

İlk filmi Donnie Darko’nun başarısından sonra Richard Kelly’den beklenti öylesine arşa çıkmış durumdaydı ki, Southland Tales | Kıyamet Öyküleri görücüye çıktığında tam bir hayal kırıklığı olarak görüldü. İlk filminde ne yaptığını bilen, gittiği yola hakim, insanları şaşırtmayı becerebilen yönetmen, kuantum fiziği ile harmanladığı filminin ardından, savurgan ve ne olduğu tamda belli olmayan( bilimkurgu? müzikal? aksiyon? komedi?) ikinci filmi ile geri dönünce herkes şoka girmişti. Her şey bir tarafa en büyük iki sıkıntı yüzeysel bir anlatım ve oyuncu seçiminde ki başarısızlıktı.

Cannes Film Festivali’nde prömiyeri yapılan filmin yuhalandığını belirtelim. İlk gösterim için yanlış bir tercih, diğer tercihleri gibi.

Teksas’taki nükleer bir patlamayla başlayan film, ABD’nin terör saldırıları nedeniyle totaliterleştiği ve alternatif yakıt arayışının kilit rol oynadığı bir geleceği anlatıyor. Genelde Rusvari veya Avrupa’nın resmedilmeye aşıldığı şehrin her noktasını izleyen yönetim teması içinde George Orwell romanlarına gönderme yapılması / ya da bilemiyorum yapılmaması. Paranoyak bir toplum, içinde Amerikan Cumhuriyetçi Parti’den ünlü bir aksiyon yıldızı olan Boxer Santaros (Dwayne Johnson)’un kayboluşu ile şekillenmeye çalışan hikaye ve bağdaştırmaya çalıştığımız diyaloglardan oluşan bir film. Dwayne Johnson’un oyunculuk yeteneği zaten tartışmaya olabildiğince açıkken birde iki rol birden oynaması (Jericho Cane) sanırım yönetmenin yanlış üstüne yanlış yapmak istesinden ileri geliyor, başka türlü nasıl açıklanabilir bilmiyorum.

“Bu, dünyanın sonuna dair bir komedidir” diyerek işin içinden çıkabileceğini düşünmüş olabilir Kelly ama durum izleyici için hiçte öyle kolay değil. Zira komedi anlayışı büyük bir çoğunluğa hitap etmiyor sanırım.

Southland Tales | Kıyamet Öyküleri, aslında 6 bölümlük bir çizgi roman olarak yazılmış. Film sadece son 3 bölümünü anlatıyor. Son üç bölüm iyi güzelde Yıldız Savaşları etkisi olmamış maalesef. Filmin kafa karıştıran ve anlaşılmaz yapısı sanırım bu tamamını anlatmıyor oluşundan da ileri geliyor.

Aslında konu kıyamet olunca, en vasat film bile izleyici için bir zaman geçirme, patlamış mısır yiyerek, ağzı doluyken “ulan geleceğinde içine sıçıyoruz ha” diyebilme keyif verir. Bu izleyici için öyle bir keyiftir ki, binalar yıkılır, insanlar ölür, doğa tarumar olur ama görsellik ve günümüzü anlatmamasının verdiği haz her hâlükârda bu filmleri izlenir kılar. Şüphesiz ki bu filmler son teknolojidir, savaşların, karmaşanın yer aldığı devasa sahneler adrenalin salgılatmada etkilidir, aksiyon, heyecan üst seviyededir, müthiş efektler ve büyük patlamalar pop kültürü gibi hemen tüketilecek şeylerdir. Üzerinde kafa patlatmaya gerek yoktur. Sonumuzu gösteren bu filmlerden kahrolarak çıkan biri yoktur. İşte; Southland Tales | Kıyamet Öyküleri’ni buraya koymak durumdayız.

Kıyamet filmlerinin çok iyi örnekleri vardır. İlk akla gelen The Matrix misal. İzlediğimiz şey bu vaatten çok uzak. Fakat siz izleyip kendi kararınızı verebilirsiniz. Oyuncu seçimleri iyi olsa belki de başka bir yorum yapma şansımızda olabilirdi.

Barış, Temmuz 2022

Göster
Gizle