Ayhan Işık (5 Mayıs 1929, İzmir – 16 Haziran 1979, İstanbul)

Ayhan Işık, Türk sinemasının “Taçsız Kral”ı. Zamanın önemli yayınlarından biri olan Yıldız Dergisi’nin yarışmasını kazanan erkek Ayhan Işıyan’dır. Kadın kazananı ise Belgin Doruk | (28 Haziran 1936 – 26 Mart 1995) dergi Türk Sineması’na yaptığı iki büyük keşfin farkında mıdır bilinmez ama Taçsız Kral, bugün bile efsanedir.

Siyah beyaz filmlerden fark etmesek de ela gözleri ve 1.80 boyu ile Amerikalı jönlere bile taş çıkartan bir yakışıklıdır. İlk filmi olan “Yavuz Sultan Selim ve Yeniçeri Hasan” sinema kariyeri için başlangıçtır. Yıl 1951’dir. 139 filmde arzı endam edecek olan Işık, 1952 yılında ki Kanun Namına ile bir anda en popüler oyuncu haline gelir. Lütfi Akad ve Osman F. Seden tarafından yazılan ve Lütfi Akad tarafından yönetilen film hala bile sinemamızın iyilerinden biri olarak gösterilmektedir.

“İsmim Nazım. 32 yaşındayım. Bu şehirde doğdum büyüdüm. Bu film benim hikayemdir. “

Kanun Namına (1952)

1951-1958 yılları arasında arka arkaya filmlerde oynar. Aranılan, beklenilen bir oyuncudur. Kendi kuralları vardır. Çok disiplinli, işine bağlıdır. “İşimi ölesiye sevdim” der bir röportajında.

“1958’de Hollywood’a gittim. Orada yaklaşık bir yıl boyunca bizim mesleğin ne tür kurallara bağlı olarak yürütüldüğünü gözlemledim. Dışarıda film oyuncularına emekleri karşılığında vadeli senetler vermek gibi tuhaf uygulamalar yoktur, çalışma ve dinlenme saatleri titizlikle kontrol altına alınmıştır. Sendika bütün çalışmaları denetler. Piyasada hak ihlali yaratacak işlerin yapılmasına engel olur.

Amerika’ya gidişi olay olur. Türkiye kariyerini bırakıp orada Dünya starı olmaya karalıdır. Şartlar farklı gelişse, annesi o dönemde vefat etmese, belki de bugün Dünya Sineması ondan bahsedecekti.

“Altı yaşındayken babasız kaldım. Gazete ve dergilerde hikaye ve kapak resimleri çizmeye başlamıştım. İlk kazandığım parayı sanki dünmüş gibi hatırlarım; 14 lira. Eve koşup anneme verdiğim bu müjdeyi hiç unutmam. Yaz tatilinde Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası’nda kırık şişe kontrolörlüğü yaptım. Haftada 25 lira alıyordum. Vapurla gidip gelirken boş durmuyor, mecmuaların ısmarladıkları ve illüstrasyon denilen renkli resimleri çiziyordum. Şirket-i Hayriye’nin 63 numaralı Sütlüce vapuru, sanki benim resim atölyem olmuştu.”

Ayhan Işık’ın 2. dönemi Amerika’dan dönüşüdür. 1960’lı yıllarda Otobüs Yolcuları(1961),Üç Tekerlekli Bisiklet (1962), Acı Hayat (1962) gibi filmlerde ardı ardına oynar.

1961 yılında Belgin Doruk ile birlikte çektiği Küçük Hanımefendi filmi öylesine beğenilir, ikili bir birine öyle çok yakıştırılır ki, ayrı düşünülemez hale gelinir. 1970’li yıllar sinema için kara yıllardır. Kral, bu filmlerde oynamayı reddeder ve içinde taşıdığı yetenek onu bu sefer sahnelere taşır. Münir Nurettin Selçuk’ta aldığı dersler ile Türk Sanat Müziği söyleyerek sahneye çıkar.

Ayhan Işık – Gönül Belası

Yetmişli yılların furyasında yönetmenlik de yapmış olan Ayhan Işık, ressam, oyuncu, şarkıcı gibi sanatın bir çok dalı ile başarılı bir şekilde ilgilenmiş. Çok yönlü bir insandır. 1979 yılında geçirdiği beyin kanaması ile aramızdan çok erken ayrılmıştır.

Blind | Körlük (2014)

Blind, Körlük, asıl işi senaryo yazarlığı olan Norveçli senarist Eskil Vogt’un ilk yönetmenlik denemesi olarak karşımızda. Ellen Dorrit Petersen’in Ingrid rolü ile başarılı bir performans sergilediği filmde Henrik Rafaelsen, Vera Vitali ve Marius Kolbenstvedt ana kadroyu oluşturuyor.

Sitemi takip edenlerin daha önce okuduğu The Worst Person In The World |Dünyanın En Kötü İnsanı (2021) filminin senaryosu da Eskil Vogt’a ait. Yani yakın dönem iskandinav sinemasının başarılı insanlarından biri ile karşı karşıyayız.

Blind, Körlük filminin daha başında Norveç hakkında filmin renklerinden dolayı bir algımız oluşmaya başlıyor. Soğuk ama güzel bir ülke. Ingrid görme yetisini kaybetmiş biri olarak öğretmenlik mesleğini artık yapamamakta ve güvenli liman olarak gördüğü evinde akşama gelecek olan kocasını beklemektedir. Bu bekleyişin içinde Ingrid’in artık kendine has bir dünyası oluşmaktadır.

Doğuştan görme yetisi olmayan biri ile sonradan bu yetiyi kaybeden biri arasında ciddi farklar oluştuğunu, filmi izlediğimiz zaman çok net görüyoruz. Filmi enteresan kılan olay Ingrid’in bir kitap yazmaya başlamış olması ile birlikte bu yazarlık çalışması esnasında kocasının onu izlediğini düşünmesi. Bu düşüncenin aktarıldığı sahnelerde ki gerilim düzeyi oldukça iyi verilmiş diyebilirim.

Bir yönetmenin kendi filmi için olabilecek en iyi durumlardan biri, filmin belli sahnelerinin ikonikleşmesidir sanırım. Burada da cam önünde oturan Ingrid’in görmeden dışarıyı seyrediyor olması, radyosu ve çayı ile bu başarı yaklanmış gibi duruyor.

Blind, körlük ile ilgili en olumlu düşüncem, hayal gücünün zihni yavaş yavaş ele geçirdiği anların, görenler olarak bizim zihnimizi zorlamaya başlamasındaki kaçınılmazlık oldu.

“Yalnızlığı sevenlere güvensizlik artıyor. “

Ingrid’in yazmaya başladığı roman ve bu romanın kahramanları, Ingrid’in yaşadığı hayat ve bu gerçek hayatın bireyleri bir noktadan sonra tamamen iç içe girmeye başlıyor. Bizlerde karakterle birlikte hareket ederken “gerçek hangi taraf?” bunun bilgisinden uzaklaşıyoruz.

Körlük ismi aslında başlı başına ürkütücü bir isim. Filmin açılış da bu korkumuzu haklı çıkartacakmış izlenimi veriyor, veriyor vermesine ama ilerleyişi ağır bir dram filmi şeklinde değil. Vogt, için aslında kafasında ki kurgu ve hikayeyi çok iyi bize aktarmış demek isterdim fakat bunu o kadar iyi başardığını söylemek film için fazlaca pozitif bir yaklaşım sergilemek olur. Bu coğrafyanın soğuk ve gri ikliminden midir bilinmez ama mizahi bir yaklaşım içine girme çabası bizimde bakış açımızı olumsuz bir şeklide etkiliyor. Zira o coğrafyanın mizah anlayışı ile bizimki pek uyuşuyor gibi değil. Mizahi olmaktan çok acımasız bir yaklaşım varmış gibi duruyor. Politik bir iki gönderme de yine dünyanın en az politize olmuş bu toplumunun insanının üzerinde eğreti duruyor.

“Kimse sorunları olan biri ile olmak istemez.”

Blind, Körlük ile daha önce yine bu sitede yazmış olduğum Körlük | Jose Saramago nun bir ilgisi yok, fakat şunu belirtmem gerek, kitabın çok güçlü bir etkisi varken film de ara ara bu etkiyi sunmayı başarıyor.

Blind, Körlük filminin asıl meselesi fiziki olarak görme yetisinin kaybedilmesi ile oluşan zorluk değil, zihnin bu olay karşısında takındığı tavır. Tabi buradaki zihin bir yazarın zihni olunca, hayal gücünün çarpıcılığı, yarattığı karakterleri dışardan izlerken birden onlara hükmetmeye başlaması çok iyi detaylar.

Film için son söz olarak; müstehcen hatta pornografik sahnelere sahip bir film izleyeceğinizi bilmeniz lazım. Böylesi detaylara gerek yok izlenimi ile bitirdim filmi. Kendi içinde farklı ve etkileyici bir konu varken yönetmenin akışa müdahaleleri, kafası karışık ve çok şey yapmak isteyen bir insanın düzgün işleyen bir mekanizmayı bozması gibi olmuş.

Bu kısa sürede kafamdakilerin hepsini aktarmalıyım çabası, yer yer anlaşılması zor, bütünden kopuk bir hal alıyor. Oyuncuların iyi performansları durumu kotarır gibi dursa da çok daha iyi bir film izleme şansımızı bu acelecilik elimizden almış gibi .

Film bittiğinde aklıma nedense Özcan Alper’in Aşıklar Bayramı (2022) | Özcan Alper filmi geldi. Kendimizden olan bir şeyi eleştirmeyi ve yerden yere vurmayı nasıl bu derece başardığımızı anlamakta zorlanıyor insan. Blind’in aldığı ödüller ve sinefiller tarafından yüceltilmesi iki filmi arka arkaya izleyen beni hayli şaşırttı. Özcan Alper sevişme ve çıplaklık kullanmadığı için kötü film yapmış, Eskil Vogt, yaratıcı ve çarpıcı bir konuyu pornografi ve çıplaklıkla süslediği için iyi bir film yapmış durumu oluşmuş.

Son söz; ailecek oturup izlenecek bir film değil ama izlenebilir bir film. Çok daha iyi olabilirmiş. 7/10

Barış Ekim 2022

Tony Manero (2008) | Pablo Larrain

Tony Manero, Santiago, Şili’de 1976 yılında doğmuş olan Pablo Larrain’in ikinci uzun metraj filmidir. Senaryo konusunda da birlikte çalıştıkları Alfredo Castro başta olmak üzere, Amparo Noguera ve Hector Morales başrollerdedir.

“Kendi yuvasına sıçan kuş, iyi bir kuş değildir.”

Saturday Night Fever filminde John Travolta, Tony Manero karakterini canlandırmıştı. Filmin temeline aldığı konu; Raul Peralta karakteri (Alfredo Castro) saplantılı bir şekilde bu karakteri taklit eder. Hatta taklit etmekten ziyade o olmaya çalışır. Şili’de bir televizyon programında ki yarışmayı kazanmaya çalışma hikayesidir.

1978 yılında Santiago / Şili, Diktatör Pinochet yönetimdedir. Cinayetler, işkenceler, bombalar ve zulüm her yerdedir. Yoksulluk, sefalet ve insanlıktan çıkmış bir toplumun ortasında 52 yaşındaki Raul Peralta takıntılı bir hayalin peşindedir. Öylesine bir takıntı içindedir ki arkadaşları tutuklanırken, işkence görüp, öldürülürken Raul, Tony Manero olmak için her şeyi yapabilir.

Şili’nin bu karanlık döneminden tüm çıplaklığı ve acımasızlığı ile kesitler sunan film aynı zamanda hırs, ihanet, cinayet ve hayal kırıklığın kavramların da alt üst ediyor. Öylesine rahatsız edici bir üslup ile aktarılan hikaye ara ara sizi hayli sinirlendiriyor.

“Çünkü hayat bugün bize bir şans veriyor.”

1977 yapımı, yönetmen John Badham’ın “Saturday Night Fever – Cumartesi Gecesi Ateşi” filmi özellikle John Travolta’yı bir ikon haline getirmeyi başarmıştı. Bu film için en kaba tabirle eğlenceli bir müzikal diyebilirken, bu filmin karakeri Tony Manero’yu odağına yerleştiren Şili’li yönetmenin Tony Manero’su için bırakın eğlenceyi kabaca falan da değil, direk aşırı rahatsız edici bir film tanımlaması yapılabilir.

Pinochet gibi birinin yarattığı Şili’de yaşamayan bizler için, her sahne başlı başına etkileyici aslında, insanlığın bittiği bu dönem için, normal insanların aldığı hal belki de psikolojinin bir araştırma alanı olabilir. Yaşamadığımız bir dünyanın ortasında kalmış olduğumuz hissiyat film boyunca bizi ratsız eder. Bu ortamdan kurtulma hissiyatı, öncelikle baş karakterin durumundan ziyade yaşamla ilgili kaygılarımız artırır.

Alfredo Castro’nun oyunculuğu için bir karakteri oynamış diyemeyiz, sanki o karakterin kendisi olmuş. Bu derece başarılı bir canlandırma az rastlanır türden. Hayranlığının ve sadece kendini düşünmenin yarattığı hikaye ise bir miktar kendimizi içsel bir sorgu içine sokmamıza da neden olur.

Tony Manero 2008 Trailer

Tony Manero’da bir yan konu olarak politikadan bahsedebiliriz. Pinochet’e karşı olanlara uygulanan şiddet her ne kadar vurucu bir şekilde verilmiş olsa bile bunların hepsi ana karakterimizin ekseninde değerlendiriliyor. Baş karakterimiz bu konulara tamamen ilgisiz. Filmin vurgulamaya çalıştığı konu bu ilgisizlik de değil, bu karakterin kendi kişisel hedefi için etrafında ki her şeyi herkesi yok sayması. Pinochet hayranı yaşlı kadın ile girdiği sahnesel ilişkide ki safi kötülük, bizim hazırlıksız yakalanmamıza neden oluyor. Zira burada politik bir tepkiden ziyade, tek bir birey olarak birinin içindeki kötülüğü aniden görmemiz, bu noktada başka bir eleştiri alanı açılabilir tabi, politik bir tepki ile bir insana uygulanan şiddet olumlu mudur?

Karşımızda çok ilginç bir karakter var. Sinemanın böylesine kötü bir karakteri bize daha önce sunduğunu pek hatırlamam. Yukarda da bahsettiğim gibi Alfredo Castro’nun çarpıcı oyunculuğunun da burada etkisi çok yüksek. İnanılmaz derece de soğuk bir ifade ile oynadığı karakter, aynı zamanda dans gibi estetik bir olgu ile de zıtlaşıyor. Filmde ki aynı evde yaşadıkları diğer karakterle olan ilişkisi de hem anti patik hem de gerçek değil duygusu yaratıyor.

Sonuç olarak, sert bir film izliyoruz. Ara ara sinirlerinizi geren, ara ara midenizi bulandıran bir film. Bazı bazı gerçek duygusunda kopan da bir film. Sizi mutlu etmeyeceği garanti olan bu filmi ben niye izleyeyim ki diye sorabilirsiniz? Yaşamadığınız bir dünyayı görmek için olabilir, çok ilginç, sert ve iyi bir oyunculuk izlemek için olabilir, Şili’den bir film izlemek için olabilir, bencillik ve hırsın fazlasının bir insana ne yaptığını görmek için de olabilir.

Barış Eylül 2022

Le Doulos | Unutulmazlar (1962) – Jean-Pierre Melville

Le Doulos, Türkçe çevrimi Unutulmazlar; Jean-Paul Belmondo, Serge Reggiani, Jean Desailly’in başrollerini paylaştığı, 1973 yılında kalp krizi sebebi ile dünyadan ayrılan ünlü Fransız yönetmen Jean-Pierre Melville’in kalsikleşmiş filmlerinden biridir.

Jean-Pierre Melville hakkında daha önce Leon Morin, Pretre | Rahip Leon Morin (1961) – Jean-Pierre Melville yazımızda bahsetmiştim, tekrara gerek yok.

Le Doulos, argo olarak şapka demek ama polis muhbirlerine verilen bir isim. Filmin konusu zaten bu göndermeye yakın. Hırsızlıktan hapis yatan Maurice (Serge Reggiani) hapisten çıkar ve çalıntı malların aracısı bir adamı öldürerek yeni soygunu için kaynak elde eder. Soygun için diğer ekipmanları arkadaşı Silien (Jean-Paul Belmondo), sağlayacaktır. Silien’in polis muhbiri olması işlerin karışması için yeterli bir nedendir.

Jean-Pierre Melville’in haklı ünü polisiye filmlerden gelmektedir. Bu filmde de bu ününün hakkını verdiğini söylemeliyiz. Polisiye film dediğimiz zaman aklınıza klasik Amerikan filmleri geliyorsa, tam bu noktada yanılırsınız. Melville, polisiyelerinde, ön plana çıkan suç ve gerilim olgusudur. Aksiyon durumu yoktur. Karanlık karakterler, diyaloglar, sahne sahne tırmanan gerilim, suç olgusu gibi kavramların deşilmesi.

Le Doulos, Unutulmazlar filmi Pierre Lesou’nun romanından sinemaya uyarlanan bir film. Senaryo Melville’e ait. Dediğimiz gibi gerilim düzeyinin yoğunluğunu aksiyondan değil, karakterlerinden ve atmosferinden alan filmlerin ustası bir yönetmen Melville.

“Siz hödükler iyi bir iş bulamıyor musunuz? – Polis kuvvetlerine katılacağız ama önce emekli parasına ihtiyacımız var.”

Serge Reggiani gibi iyi bir oyuncunun yanına başka bir iyi oyuncu ekleniyor; Jean-Paul Belmondo. Hem genç hem de sempatik Belmando yeri geldiğinde takındığı sert tutum ile bizi şaşırtmayı başarıyor.

“Başka bir yerde yaşayacağım, henüz neresi olduğunu bilmiyorum. Polis ve kabadayıların olmadığı bir yer varsa orası olacak.”

Reggiani, zaten usta bir oyuncu olarak, ihanete uğramış ve yorgun bir adamı başarı ile canlandırıyor. Melville’in bir tercihi mi olduğunu bilemediğimiz bir şekilde film çarpıcı bir muhbir ile ihanete uğrayan mücadelesi göstermiyor. Oyuncuların karakterlerini hikayeleştirme başarısından ayrı bir durum bu.

Fransız yeni dalgasının vaftiz babası deniyor demiştik daha önce ki yazımızda Melville için. Bu filmde de başarılı bir örnek olarak karşımızda bu durum. İşlenen cinayetler ve bu sahnelerde ki ışık kullanımı hayli çarpıcı. Özellikle siyah – beyazın fonun kendi doğası gereği estetik olma durumu, farklı kamera açılarından seyirciye sunulunca daha da çarpıcı oluyor.

Günümüz Amerikan sinemasına alışmış izleyiciler için çok durağan ve vasat gelebilir film. Fakat sinemanın etkileyici ve duygulara direk işleyen yanını benimsemiş izleyici kitlesi için tam anlamı ile bir cevher. İzlediğimiz şey, anlamsız bir aksiyon değil nihayetinde, duygu ve karakter taşıyan gerçek insanlarla yapılmış gerçekçi bir suç filmi.

Polis memurunun Belmando’yu sorguya çektiği sahneyi ele alalım. Kameranın hareketi ile sorgu odasının içinde olma duygusunu yaşarız direk. Belmando ile konuşan biz olabilir miyiz?

“Bu meslekte sonun ya aylaklık olur ya da mermi manyaklığı”

Le Doulos, Unutulmazlar dediğimiz zaman, gerçek ve karakterlerin amaçları konusunda izleyiciler olarak bizi ardı ardına aldatmayı başaran bir filmden söz ediyoruz. Belki tüm dönüşler aman sende durumu yaratabilir izleyicide fakat oyunculuklarda ki net diyaloglar, yönetmenin kısa ve etkileyici geçişleri bu durumu bertaraf ediyor. Usta işi ve zekice yapılmış bir suç filmi çıkıyor ortaya.

Trençkotlar, sigaralar, ihanetler, silahlarlar ve kötü adamları ile tüm klişelerin kullanımı, bırakın anti patik bir durum oluşturmayı, bu filmle bunlar başlamış izlenimi veriyor.

Melville kadınlar konusunda çok eleştirilmiş bir yönetmen, zira filmlerinde çok sert davranışlar görülüyor. Bu hakikatten çok dikkat çekici bir durum. Fransız yönetmenin “ben değil, filmlerimde ki karakterler sert davranıyor” diyor. Bakıldığında kötü adamların, sert erkeklerin hatta duygusuz adamların filmleri bunlar, suçlular ve bu davranışları anormal değil. Fakat bildiğim kadarı ile de hiçbir filminde bir özür sahnesi yok, gerçi kötü adamların yerine o niye özür dilesin.

Ben iyi bir film izledim. 1962 Paris atmosferinde duru ve gerçekçi bir gösteri. İlerleyişi, sahneleri, diyalog ve oyunculuğu ile etkileyici bir film. Bir klasik.

Barış, Eylül 2022

İşe Yarar Bir Şey (2017) | Pelin Esmer

İşe yarar bir şey, Başak Köklükaya, Öykü Karayel ve Yiğit Özşener’in baş rolleri paylaştığı Pelin Esmer filmidir. 11’e 10 Kala ve Gözetleme Kulesi filmlerinden 5 yıl sonra çektiği bu film ile başarı grafiğini yukarı yönlü olarak sürdürmeyi başarmış yönetmen.

Film, Başak Köklükaya’nın 24. Adana Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünün yanında yine Adana Film Festivali’nde senaryo ödülünü de aldı. Senaryosunda Barış Bıçakçı ve Pelin Esmer birlikte yazdı. Şair bir kadın hakkında bir film diyerek özetleyebileceğimiz bir yapım.

“Baktım rüzgarsın sen / baktım çamaşır ipini zorluyorsun / hepimizin derdi güzel yaşlanmak sevgilim / baktım bir kitabın sayfasını çeviriyorsun/ ayağına terlik giy / bildiğimiz şeylerin taşında yalınayak geziyorsun”

Şair Leyla ile genç hemşire Canan’ın yolculukta kurdukları diyalog ile başlayan film, Boynundan aşağısı felç olan Yavuz’un hayatına son vermek istemesi ve bu isteği Canan’ın gerçekleştirmek üzere yola çıkmış olması, Yavuz’un yanına Leyla’nın da gelmesi şeklinde ilerliyor.

İşe yarar bir şey filmi için yönetmeni Pelin Esmer; “Şiirin üzerimizde bıraktığı o tanımlaması zor etkiyi sinemadan çıkan insanın üzerinde deneme arzusu biraz.” diyor. Nispeten başarılı olduğunu düşünüyorum. Edebiyat severler için çok güçlü bir film mi bilemiyorum ama denenmesi bile güzel.

Filmin şiir, edebiyat gibi olgulardan bağımsız birde ötenazi hakkı için geliştirdiği bir söylem var. Kanaatimce çok katı bir red veya savunma algılamadım. Hayat her şeye rağmen güzel gibi bir basitliğe de inmemiş belki de filmi başarılı kılan unsurlardan biri burası, izleyiciye bırakmış olması. Tamamlanmamış öyküler konusunda Türk izleyicisinin biraz katı olduğunu düşünüyorum, hazır kalıpları, giriş gelişme ve sonuçları sever bizim izleyicimiz. İşe yarar bir şey ise şiirden yola çıkan bir film olduğu için hem sahnelerde hem de diyaloglarda tamamlanması gereken alanlar bırakarak bitiyor.

“başka evlerin kadınları erkekleri tam bir kahraman / tül perdeler uçuşurken başka evlerin pencerelerinde / bizi bir kitabın sayfaları arasında kurutuyor zaman / ama baktım sen rüzgarsın sevgilim / kitapları bir başından bir sonundan okuyorsun / başucunda bir bardak su / beni başucumda bir bardak su gibi avutuyorsun”

Alejandro Amenábar’ın 2004 yapımı “İçimdeki Deniz” filmini izlemiş olanlar bilir. Ötenazi konusunda yapılmış en etkileyici filmlerden biridir. Özellikle “Javier Bardem” in temiz oyunculuğu ile çok daha etkileyici filmdi. Tabi bu film de bütün mesele hayat kime aittir ve bize aitse buna son verme isteği de bize mi aittir” dogmasıydı. Pelin Esmer’in filmi bu konuda yardımcı konu gibi kalmış. Zira Leyla karakteri ve Canan karakterinin ilerleyişleri sanki daha önemli bir işleyiş haline gelmiş.

Leyla, özgür ve güçlü kadın karakterken, Canan tam tersi hem genç olgunlaşmamış hem de Anadolu’da baskı altında büyümüş biridir. Leyla karakteri kendini gerçekleştiren insan desturuna yakındır. Canan karakterinin bu noktadan çok daha uzakta temel ihtiyaçları giderme adımında olduğu söylene bilir. Filmin güçlü yönü iki kadının yolculuğu ve erkekle bağdaşlaştırılma eğilimi içinde bulunulan edebiyat durumunun Leyla ile sunulmasıdır.

Yolda olmak durumu filmin asıl meselesi. Trenin penceresinden akan şehirler, sokaklar, insanlar. Bir şairin gözlerinden izlememiz, iyi kurgulanmış ve gösterilmiş. Geriden gelen iç ses, bize hem yolda olmanın hissiyatını hem de hayatta ki gibi düşüncelerimizin kafamızın içinde dolanma hissiyatını veriyor. Şiirlere yakış bir akış içindeyiz.

Şahsi fikrim olarak oyunculuklar konusu beni pek etkilemedi diyebilirim. Genel akış ve görüntü olarak filmi bütün olarak beğenmiş olsam da oyunculuklar için filmi başka bir yere taşımış diyemiyorum. Aşağı ve yukarı bir etki sağlamadıklarını düşünüyorum.

Genel anlamda sıkılmadan izlediğim iyi bir Türk yapımı diyebilirim. Mubi’de izlediğim filmi, izle notu ile paylaşıyorum.

Barış, Eylül 2022

Aşıklar Bayramı (2022) | Özcan Alper

Aşıklar Bayramı, kendi adıma en iyi filmlerden biri saydığım “Sonbahar (2008)”ın yönetmeni Özcan Alper’in son filmi. Yönetmenin kimliği düşünüldüğünde şaşırtıcı bir biçimde Netflix’de yayınlandı.

Kemal Varol’un aynı isimli romanından senaryolaştırılan film. “Sonbahar” sonrası “Gelecek Uzun Sürer (2011)” ve “Rüzgarın Hatırları (2015)” filmleri ile kendine hayli sağlam bir izleyici kitlesi edinmiş ve yakın dönemin en başarılı bulduğum yönetmenlerinden biri olan Özcan Alper için sanırım bir miktar ekonomik olarak refaha kavuşma filmi.

Özcan Alper konusunu kapatmadan önce yollarımızın Artvin ve İstanbul Üniversitesi’nden dolayı kesişiyor olması (her ne kadar Kadıköy’de küçük bir karşılaşma dışında tanışmış olmasak da) ona karşı bakış açımın olumsuz bir taraf içeremeyeceğini belirtmem gerekiyor. Zaten “Sonbahar” gibi hem ideolojik zeminde hem de coğrafi zeminde çok iyi iş çıkartmış ve her iki tarafın da hissiyatını yakalamayı başarmış bir yönetmene ne denilebilir ki.

Efendim, daha önce Gönül(2022) film eleştirimizde ne demiştik, Netflix bozuk saat misali günde iki kez doğruyu gösteriyor. Bu eleştirimizi çoğunlukla platformda yayınlanan Türk yapımlarının niteliksizliğinden dolayı yapmıştık. Aşıklar Bayramı işi o doğru gösterdiği zaman dilimine denk gelen bir yapım.

“Ben o yatılı okullarda her hafta sonu seni bekledim!”

Aşıklar Bayramı, kaba konu olarak, 25 yıl sonra ölmek üzere olan bir babanın oğlunun yanına gelmesi ve ikisinin 3-4 günlük bir yolculuğa çıkmasını anlatıyor. Başrollerini Kıvanç Tatlıtuğ (Yusuf) ve Settar Tanrıöğen’in (Aşık Heves Ali) paylaştığı film de yan karakterlerin çok bir rolü yok, ara ara sahneye giriyorlar ve başrollere işi bırakıp devam ediyorlar. Tam bir dram filmi olarak yolda devam eden film bir taraftan Jim Jarmusha’da selam yolluyor gibi. Bu yolculuk esnasında Özcan Alper’in olağan üstü fotoğraflama yeteneklerini konuşturduğuna da bolca şahit oluyoruz. Nuri Bilge Ceylan bu konuda ne der bilemiyorum ama kendisine bu anlamda iyi bir rakip bulmuş gibi.

İki oyuncu da vasat üstü bir performans ile arzı endam ederken, Kıvanç Tatlıtuğ, “Kelebeğin Rüyası” filminde de böyle bir rol üstlenmişti. Acaba Tarık Akan gibi bir dönüşüm içinde midir bilemiyorum fakat sinema adına doğru yolda olduğunu belirtmek lazım. İçi boş yakışıklı rollerindense böylesi çok daha iyi duruyor üstünde.

“Baba dediğin zaten yarım kalmış bir kelimedir. Babalar hep yarım kalır.”

Aşıklar Bayramı, Kırşehir’den başlayıp Kars’taki Âşıklar Bayramı’nda noktalanan bir güzergah filmi. Bu güzergah içinde Kemal Varol’un uydurduğu Arkanya’da yer alır. Filmde ki 84 Plakalı araç buraya aittir. Mitolaojide ki Pan’ın yaşadığı Arkadia ile bir bağlantısı var mıdır bilemem ama Arkanya’da türküler ve bu türküleri yakan aşıklar yaşıyor. Kırşehir’den başlayıp, Kayseri, Malatya, Elazığ, Erzurum üzerinden Kars’a ulaşan film, bu duraklarda Anadolu’nun aşıklarına ve bu topraklarda yaşayan kültürlerine selam ediyor.

Aşıklar Bayramı için kopukluklar var diyenler oldu, aslında bir kopukluk falan yok. Film asıl konu üzerinde ilerlerken hayat gibi, yandan müdahil olan olayları teferruatlandırma ihtiyacı duymadan akıyor. Sadece benim dikkatimi kameranın sallanma hareketi çekti. Sürekli olmayan ama yer yer sallanan ekran için Özcan Alper’e sormak lazım, bilinçli bir tercih mi(ki ben öyle olduğu kanaatindeyim) yoksa bir hata mı?

Aşıklar Bayramı filmi size çok güçlü bir hikaye vadetmiyor bunu bilerek izleyin. Hikaye güçlü değil ama hayattan ve etkileyici. Aşık Heves Ali’nin son günlerin de kefenini valizine koyup yola çıkışı ve her şehirdeki arkadaşlarına, sevgililerine uğrayarak helalleşmesi, oğlunun da çocukluğunda yaşayamadığı baba-oğul ilişkisini üzücü bir şekilde yaşaması, Anadolu coğrafyasının etkileyiciliği ile birleşerek, türküler ve danslarla süslenerek çok iyi verilmiş.

Özcan Alper filmle ilgili bir röportajda diyor ki “Sinemada yol filmleri her zaman özel bir yerde duruyor. Daha önceki çektiğim filmlerden biri “Gelecek Uzun Sürer” de bir yol filmiydi. Diğer filmlerim içinde de bir yolculuk ya da çıkılmayan yolculuklar bir şekilde oluyordu hep. Hatta filmlerdeki karakterlerimin uzun yolculuğa çıkma istekleri çok belirgindir. Sevdiğim yol filmlerini sıralamam gerekirse, Wim Wenders’ın “Paris, Texas”ı, Zvayagintsev’nin “Dönüş” filmi, Walter Salles’in “Motosiklet Günlüğü” bence çok başarılı ve çok özel yol filmleri. Solans’ın “Yolculuk” filmi de çok sevdiğim ve başarılı yol filmleri arasında diyebilirim.

Yönetmen zaten gerekli açıklamayı yapmış. Hayat bir yolculuk ve sinema bu yolculuktan kesitler sunan bir sahne, içinde ki hikayeler misal “Sonbahar” filmi gibi kendinizden çok şey bulduğunuz bir hal alabiliyor, bazen kendinizden hiçbir şey bulmasanız da yolculuğun kendisi sizi etkileyebiliyor. Bu film de kendinizden çok şey bulabileceğiniz bir hikaye sunabilir, sunmayabilir de, fakat filmi iyi bir film yapan kendi yolculuğunun bizim yolculuğumuzla olan, hikayesel ve görsel teması.

Filmde hem Neşet Ertaş’a hem Aşık Veysel’e selam veriliyor. Zaten Aşık Heves Ali’nin bu yolculuğunda bu toprakların en güçlü ozanlarına selam verilmemesi düşünülemez. Son sahnede Pir Sultan Abdal’ın “Sultan Suyu” türküsü çalınıyor. Şöyle mükemmel bir yorumunu bırakayım da dinleyin.

Sultan Suyu

Neyse, yazımı burada bitiriyorum. Herkes tam anlamıyla tamamlanan, bütün boşlukları doldurulmuş, öyle acayip diyalogları olan bir şeyler izlemek istiyor olabilir. Hayatınıza dönün bir bakın, bir iki dakika düşünün, muhteşem diyalogları olan, tüm boşlukları anlamlandırılmış, geçmişe dönük boğazınızı düğümleyen, çaresizlikle kabullendiğiniz şeyleri düşünün bu film işte bu, kamerasının sallanması da belki bundan, kusursuz olan bir dünya da değiliz ki, kusursuz ilişkilerimiz, hayatlarımız mevcut değil. Babamızla, annemizle bile kurduğumuz ilişkiler, duygusallıklarımız, içimizin ezilmeleri. Ben iyi anladığımı düşündüğüm bir film izledim. Evet bir “Sonbahar” izlemedim ama o doğduğum coğrafya ile beni şekillendiren hissiyatın filmiydi, bu var olduğum daha geniş ailemin filmi. Belki ortam Netflix olmasa çok daha iyi bir iş çıkardı ama bu kadarı bile başarılı ve izlenesi.

Barış, Eylül 2022

The Small Back Room | Küçük Arka Oda (1949)

The Small Back Room – Küçük Arka Oda, Nigel Balchin’in romanından Michael Powell ve Emeric Pressburger’in senaryolaştırıp aynı zamanda yönettikleri İngiliz yapımı filmdir.

David Farrar, Jack Hawkins, Kathleen Byron, Michael Gough gibi oyuncuların başrolde yer aldıkları film, Powell-Pressburger ekibinin önceki filmleri kadar büyük bir gişe yapamasa da yıllar içinde oluşan genel kanı bu ikilinin en iyi ve en olgun filmleri olduğudur.

The Small Back Room

The Small Back Room – Küçük Arka Oda, ingiltere’de çekilen bir film olsa da Fransızların deyimi ile “film noir” yani Kara film örneklerinden biri olarak kabul görmüştür. Kısaca; kahramanlarını çürümüş ve itici bir dünyanın içine yerleştiren ve anti kahraman tanımını karşılayan karakterlerin var olduğu bir sinemadan bahsediyoruz. Hollywood için kabaca 1940’ların başından 1950’lerin sonuna kadar ki bir süreç içinde suç filmlerini tanımlamak için kullanılması yaygındır. Az ışık, siyah beyaz çekimler ilk dikkat çeken taraflarını oluşturur. İlk kez 1946 yılında Fransız eleştirmen Nino Frank tarafından Hollywood filmleri için kullanılan kara film terimi, zamanında bir türü özellikle yapmak adına yapılmamış, hali hazırda yapılmış olan filmlere sonradan verilen bir isim olmuştur.

“Hayatta yaşamaya değer bir dolu şey varken, sen kendine acımaya devam et!”

Sinemada ki gişe başarısızlığının savaştan sadece 4 yıl sonra, 2. Dünya Savaşı sırasında geçmesine bağlanan filmin konusu kısaca şöyle; Almanlar, İngiltere’ye bubi tuzaklı bombalar atmıştır ve bu bombaların patlaması ile insanlar ölmektedir. Bu bombaları imha görevini üstlenmiş olan Sammy Rice (David Farrar) bir bilim insanıdır ama savaşta kaybettiği bacağının travması sürekli olarak yanında gezmektedir. Alkol problemi ağrılarının acısını dindirmese de unutmasını sağlamaktadır. Bu bombaları imha bakanlığında ki sekreteri Susan (Kathleen Byron) aynı zamanda Sammy’nin sevgilisidir ve onun terapistide olmuş durumdadır.

Başroldeki David Farrar’ın başarılı oyunculuğu film için ilk öne çıkan unsurdur. “Zor, sinir bozucu ama birçok harika an ve hatırayla. Yıldız olmayı yalnız bir iş olarak buldum. Arkadaşım yok. Bu üzücü değil mi?” diyerek kendinden bahseden oyuncu belki de hayata yaklaşım tarzını çok iyi yansıttığı bir rol oynamış durumda. David Farrar’ın performansı filmde ki karakterin kişisel hikâyesini hem daha ilginç hem de daha güçlü hale getiriyor. Kaybettiği bacağının travmasını atlatamayan bir adam olarak ilişkileri de sıkıntılı ve aslına bakarsanız yalnız. Alkol ciddi bir sığınak noktası ve filmde ki bu vurgu, bizim bir eleştiri yapmamıza olanak tanımaz derecede. Öylesine hem oyuncunun oyunculuğu ile hem de yönetmenlerin sahne vurgusu ile net bir şekilde verilmiş ki, evet öyle olması gerektiğine iknayız.

Bu karakterimize rağmen işini yapmaya çalışan bir bilim insanı aynı zamanda. Tehlikeli, ölümle burun buruna gelinen görevlere gitmekten asla terettüt etmiyor. Filmin bir gerilim filmi olarak asıl başarısı işte bu sahnelerde bize yaşatmayı başardığı hissiyat. Bizde karakterle birlikte ölümle burun buruna geliyor ve terliyoruz.

2.Dünya Savaşı ortamı içinde ki Politik ve bürokratik çekişmeler ve iktidar kavgaları ve bu işini yapmaya çalışan bilim adamı veya adamları öyle açık ve net anlatılmış ki, bu insanlarla birlikte bizde aynı duyguları ve çabayı gösteriyoruz.

Farrar’ın oyunculuğu içinde sevdiği kadına verdiği acı ve duyumsadığı vicdan azabı, bununla birlikte hayatta ki çaresizliği bizim içinde aynı duyguları yaşadığımız bir yer oluyor adeta.

Filmin, sonlardaki gerilimi yüksek bölümü özellikle klasikler arasında gösterilebilecek bir sahne. Bubi tuzağının çalışma mantığını keşfetme ve patlayıcıyı etkisiz hâle getirmeye çalışma bölümü sağlam bir gerilim yaratmayı başarıyor.

Mubi Türkiye’de izlediğim The Small Back Room – Küçük Arka Oda, fiziksel olarak tahrip olmuş aynı zamanda da ruhsal olarak ta aynı tahribatı yaşamış bir adamın, her şeye rağmen sorumluluk alarak işini yaptığı ve sevginin iyileştiriciliğine inanmamızı sağladığı basit ama güçlü hikâyesi ve oyunculuğu ile izlenesi bir film. Zaman zaman fazlaca kasvetli ilerlese de asla yabana atılacak bir film değil.

Barış, Eylül 2022

Gönül |Heartsong (2022)

Gönül filmi, Soner Caner tarafından yazıp yönetilen, başrollerinde Erkan Kolçak Köstendil, Hazar Ergüçlü, Bülent Emin Yarar, Ali Seçkiner Alici, Selim Bayraktar’ın oynadığı Netflix’in taze filmi.

Evet, sonda söyleyeceğimizi başta söylüyorum; Netflix, bozuk saat gibi günde iki kere doğruyu gösterebiliyor. Bu kadar niteliksiz içeriğin yanında ilaç gibi gelecek olan bir film izlemeye hazır olun. Bir komedi filmi olarak lanse edilse bile, komik unsurlar barındıran bir dram filmi.

Filmle ilgili İlk bilmemiz gereken, filmin hemen başında bahsi geçen “Dom”ların kimler olduğudur. Çok kaba olarak “Çingene” topluluğudur diyebiliriz. Dom çingeneleri Hindistan’dan göçüp gelen bir etnik grup. İran üzerinden Orta Doğu’ya yayılmışlar. Göçebe olarak yaşıyorlar, bulundukları ülkelerde el işleri, demircilik, sokak müzisyenliği gibi işler yaparak para kazanıyorlar. Çingene topluluğu dendiğinde müzik zaten en başa yazılması gereken meslek. Bizim coğrafyamız içinde Kürtler arasında yaşayan çingene topluluğu olarak “Dom”lardan bahsediliyor. Hatta kürt çingenelerin bir ismi gibi anlaşılıyor.

Youtube’a bakındığımda gördüğüm şu belgesel belki ilginizi çekebilir.

Dom Belgeseli

“Hay Nikina, hay nikina, niki niki nanna niki nanna…”

Gelelim, Gönül filmine; Domlardan iki kardeş olan Piroz (Erkan Kolçak Köstendil) ve ağabeyi Hogir (Ali Seçkiner Alıcı) müzik yapmaları için bir köy düğüne giderler. Piroz burada gelin Sümbül’ün sesini duyar ve istemeden gelin olan Sümbül’e ilk görüşte aşık olur. İkisi de karakter olarak delidoludur, (belki de delilerdir) birbirlerine kavuşma hikayelerin yanında, Piroz ve Hogir’in babaları olan Mirze’nin (Bülent Emin Yarar) aşk hikayesi olan Dilo’ya aşkı da diğer bir alt konu olarak devam eder.

Hikayelerin, hangisi ön plandadır, hangisi arka plandadır, çoğunlukla birbirine karışırken, bir taraftan Emir Kustarika vari bir görsellik ve konu akışı izleriz, bir yandan da Theo Angelopoulos gibi bir final bizi büyüler.

“Tanrı insanları yarattı, baktı çok mutsuzlar, onlara Domları gönderdi”

Filmin etkileyici bir çok yeri var. Kıyafetleri, dekoru, şarkıları ve iki aşk hikayesinin de naifliği, en saf haliyle sevgiyi elle tutulur gözle görülür hale büründürülmüş olması, klasik anlatımın dışında bir masal havası da verilen film öylesine keyifli ve ilgi çekici hale geliyor ki, işte tekrar tekrar izlemelik bir yapım diyorsunuz.

Gönül Film Fragmanı

Gönül filminin hele bir sahnesi var ki bence ilerde klasikler arasında yerini alacak; kız isteme sahnesi. Muhteşem, sözcüklerin anlaşılmaması ile oluşan durum komedisi, müzikler ile birleşen enfes bir hal alıyor.

Gönül filminin aynı zamanda kültürel bir eleştirisi de mevcut. Sümbül’ün düğün günü “kız çıkmadı bu” diye ailesine geri verilmesi ve Kürt Ağası babasının bir Dom’a kız vermektense onu öldürmek istemesi ayrıca bir ayrımcılığın da eleştirisi.

İki karakterin saf aşkı ve baba Mirze’nin kavuşamadığı Dilo’ya olan aşkının da şiirselliğe bürünen masalsılığı filmi bam başka bir boyuta çıkartmış durumda.

Kardeş Türküler grubundan Vedat Yıldırım’ın da filmde küçük bir rolünün olması ayrıca mutluluk verici. Bahsettiğim kız isteme sahnesinde rolünün hakkını vermiş.

Ayrıca müzik konusunda öyle etkileyici ve vurucu seçimler yapılmış ki hayret ediyor insan. Örnek son sahnede Hazar Ergüçlü’nün seslendirdiği “Seyran”. Müzik ayrı güzel, sahne başlı başına muhteşem…

Gönül Film Seyran Şarkısı

Gönül, ki ingilizcesi ile yürek şarkısı, ülkemiz halkının bir bölümünün ötekileştirildiği, töre – namus kavramlarının yabaniliğinin bize bir kez daha anımsatıldığı, diğer taraftan da şiirsel, masalsı ve saf aşkın anlatıldığı son dönemin en iyi filmlerinden biri.

Barış, Eylül 2022

Babam ve Oğlum (2005)

Babam ve Oğlum, Çağan Irmak tarafından yazılıp yönetilmiş, Türk sinemasının kalbur üstü filmlerinden biridir.

“Ona bir oda ver baba, bir evi olsun, ama zaman zaman da çıkıp gidebileceği bir ev.”

Filmin çok başarılı bir oyuncu kadrosu var. Çetin Tekindor (Baba- Hüseyin), Fikret Kuşkan (Sadık), Hümeyra (Anne – Nuran), Ege Tanman (Deniz), Yetkin Dikinciler (Salim), Şerif Sezer (Gülbeyaz) ve diğerleri…

“Baba! Yüreğim yangın yeri gibi biliyor musun? Gözü arkada kalmak böyle bir şey galiba..”

Şimdiden Türk sineması için kült filmlerden biri olmuş durumda olan film; Küçük Deniz, annesini doğumda kaybetmiş, bir gazetede yazar olarak çalışan babası tarafından yetiştirilen bir çocukken. Bir gün babası onu, dedesinin yanına götürür. Köye vardıklarında Babası Sadık, küs olduğu babasını ilk kez görecek ve ondan Denize bakmasını isteyecektir.

Filmin şüphesiz ki en başarılı tarafı yaratmış olduğu dramdır. Fakat bu derece başarılı bir dramatik kurgu bile böylesi bir film ortaya çıkartmaya yetmez. Haliyle başka unsurlarında devreye girmesi gerekir. Alt planda verilen 12 Eylül dönemimin bireysel yıkımı hem kişilerin kişilik gelişiminde çok başarılı bir etki göstermiş hem de filme derinlik katmış.

“Burda dureydim böyle, tam burda, böyle gollarımı açeydim iki yana. Tuteydim onu, tuteydim onu ben, getme diyeydim… Getme Sadık”

Oyuncuların çok iyi performansı, filme olan empati duygumuzu öylesine geliştirici ve bağ kurdurucu ki, Çetin Tekindor özelinde hepsi rolünün hakkını fazlası ile veriyor. Tekindor çok başarılı bir oyuncu, bugün dünyanın başka bir yerinde doğmuş ve oyunculuk yapmış olsa büyük ihtimalle el üstünde tutulurdu.

Hümeyra’nın, Şerif Sezer’in, Binnur Kaya’nın, Fikret Kuşkan’ın performansları da hayli yerinde. Özel not olarak Yetkin Dikinciler’e değinmek lazım, canlandırdığı karakteri tam kıvamında tutmayı başarmış, biraz abartsa dram duygusunu yok edecek komedi haline gelecekken, biraz daha azaltsa bu seferde gerçekçiliğini yitirecek bir karakteri başarı ile canlandırmış.

“Hayat devam edecek birileri yeni kitaplar yazacak okuyamayacaksın, yeni filmler çekilecek izleyemeyeceksin, sevdiğin bir şarkıyı bir daha dinlemek isterken dinleyemeyeceksin. Bunlar kolay alışır insan; ama onu büyürken izleyememek, yanında olamamak, ilk kız arkadaşını göremeyecek olmak…”

Film senaryosunun hakkını da ayrıca vermek lazım. Bugün bile Babam ve Oğlum filminde geçen diyaloglar hafızalardadır ve günlük yaşamda da kullanılır. Bu durumun benzerinden Vizontele’yi anlatırken bahsetmiştim. Diyaloglarda plansız ve alelade konuşma havası vardır. Hayattan normal bir konuşma durumu yaratır. Bu durum filmin içselleştirilmesini, karakter ile duygusal bağ kurulmasını kolaylaştırır.

“İnsan büyüyünce hayalleri küçülür mü?”

Filmi bu kadar etkileyici yapan en önemli unsur, yukarıda da kısaca değindiğim, Çetin Tekindor’un muhteşem oyunculuğu ile oluşmuş olan baba figürüdür. Çok sert ve anlayışsız tavırları altında yatan hassasiyeti evlat ve torun sevgisi, bu topraklarda ki baba figürüne benzerdir.

Babam ve Oğlum filminin yönetmenliğini yapan Çağan Irmak, aynı zamanda bir çok dizinin de yönetmenliği yapmış biri. Genel izleyicinin nabzını tutmayı bilen, yönetmen, en etkili filmi olan Babam ve Oğlum’da da bu yeteneğini sergiliyor. Özellikle Fikret Kuşkan ve Çetin Tekindor’un konuşma sahnesinde ki kamera kullanımı ve müzik, etkiyi doruğa çıkartıyor, Sadık ile devrilen kamera bizim de gözyaşlarımızı tutamamamıza neden oluyor.

Çağan Irmak, hem önceki yapımlarında hem de bundan sonrakilerde de müzik konusunda başarılı seçimler yapmış bir yönetmen. Dönem müziklerini çok iyi kullanıyor ve kıyıda köşede kalmış parçaları tutup çıkartmayı iyi beceriyor. Issız Adam filmi de buna iyi bir örnek.

Son söz olarak, hala izlemediyseniz eğer, bir kutu mendil alarak izlemenizi öneririm. Rahat rahat ağlamak isterseniz, tek başınıza izleyin derim.

Barış, Eylül 2022

The Gray Man| Gri Adam (2022)

The Gray Man, Anthony ve Joe Russo’nun birlikte yönettiği Ryan Gosling, Chris Evans, Ana de Armas’ın başrollerinde oynadığı Netflix’in yeni filmi.

Konusu tanıdık gelebilir, zira benzer bir konu ile izlediğimiz The Bourne serisinin başarısız bir kopyası gibi duruyor. Matt Damon’ın Jason Bourne karakterini oynadığı serinin ilk üç filmi 007’ye güçlü bir alternatif oluştururken, The Gray Man, bol aksiyonuna rağmen vasatı aşamayan bir film olarak Netflix’te yayına girdi.

The Gary Man’in konusuna gelirsek, Florida eyalet hapishanesinde cinayetten yatan Courtland Gentry (Ryan Gosling) tam bir Amerikalı olarak kötü babasını öldürmüş durumda olan masum bir adamdır ama uzun yıllar hapis yatması kaçınılmazdır. Ünlü CIA’in Sierra 4 programı dahilinde serbest bırakılıp, devlet için öldürmeye başlayan başka bir katile dönüştürülür. Devletlerin gizli örgütleri için birilerini öldürdüğünüzde kahraman olduğunuz gerçeği çerçevesinde tam bir ölüm makinesi olan “Six” (007’nin çakması) CIA içinde ki kötü adamlar tarafından kandırıldığını anlar ve onlara karşı büyük bir savaş verir.

Daha önce de dediğim gibi konunun çok iyi bir sürümü olarak Matt Damon’lı Jason Bourne varken hatta Tom Cruise’lu Mission: Impossible filminin 7 bölümden bir çoğu, bu filmden çok daha iyi iken neden bu vasat filmi izleyeyim diyor insan ama gene de izliyor efendim. Neden izliyor; 1 – Ryan Gosling iyi bir oyuncu, izlemesi keyifli, 2 – Ana de Armas güzel bir abla, onu da izlemesi keyifli, 3 – Chris Evans belki bu sefer bir şeyler yapmıştır merakı var, 4 – Aksiyon aksiyondur, kafanız rahat, patlamış mısır, çay-kahve-gazoz yapabilirsiniz. Alaska Frigo misali boş gözlerle akar gider sahneler. 5 – Bizden bir yerde koyarak bizimde ağzımıza bir parmak bal çalmışlar. (Kapadokya’ya gelirler.)

Netflix ile ilgili yakın zamanda ki söylemler belli artık nitelikli dizi ve filmler yapılmadığı, farklı alternatifler sebebi ile ciddi üye kaybı yaşadığı falan söyleniyor. Büyük bir reklam ile çıktığı bu film yine yeni yeniden tam anlamı ile hayal kırıklığı. Bangkok, Monaco, Londra, Hong Kong, Viyana, Berlin, Kapadokya, Prag derken 20 ülke dolaşıyor film ama bir Prag sahnesi var ki aksiyondan ziyade gülmekten altınıza işetebilir. Prag’ın ortasında ortalık birbirine giriyor, girsin girmesine de azcık mantık be kardeşim…

Tamam anladık CIA’sin sen tüm dünya da elin ayağın var, her yere hükmediyorsun da, mesele kendi iç meselenken bile neden şehirleri yakıp yıkıyor adamların, hem de ne yakma yıkma, diğer ülke teşkilatlarını bu kadarda aptal yerine film de olsa koyma be kardeşim, o kadar da değil, azcık mantık, azcık…

The Gray Man, öylesine saçma öylesine mantıksız bir zeminde seyrediyor ki, CIA içinde ki durumdan tutun, gözünü kırpmadan onlarca adamı öldüren tiplerin bir çocuk için kuzuya dönmeleri, benim babam gibi denilen adamların dakkasında satış yapmaları, psikopat katilimizin, bir adamı öldürmeyi bir türlü başaramaması falan derken, aman tanrım ben ne izliyorum böyle duygusu kuşatıyor içinizi.

Netflix 200 milyon dolar harcanmış bu filme. Neresine harcadığını ben izlerken anlayamadım.

THE GRAY MAN | Official Trailer | Netflix

Russo Kardeşler’in filmografisine bakıldığında Avengers: Infinity War, Captain America: The Winter Soldier ve Avenger: Endgame gibi Marvel filmleri olduğunu görüyoruz. Marvel gibi hayali bir dünyanın aksiyonunu buraya taşımaları filmin tüm gerçekcilik duygusunu öldürmüş. Marvel filmlerinde bu anlaşılır bir durum zira orda ki karakterler zaten gerçek değil, uçmaları kaçmaları, yeri göğü parçalamaları mantıklı da bu filmde mantıklı değil.

The Gray Man için sözü fazla da uzatmaya gerek yok, bol aksiyonlu, iyi oyuncu kadrolu, büyük bütçeli vasat bir film olarak izlenip vedalaşılacak bir daha da yüzüne bakılmayacak bir yapım olarak Netflix’te izlenebilir. Her ne kadar izle tavsiyesi olmasa bile…

Barış, Ağustos 2022

Göster
Gizle