Antalya, Akdeniz’in en güzel şehri. Sadece deniz, kumsal, güneş değil Antalya’yı güzel yapan. Yaşamak isterseniz hem insan yapısı hem de şehrin yapısı cezbedici. Antalya bir çok uygarlığa ev sahipliği yapmış olduğundan antik kentlerin çokluğu etkileyici aynı zamanda Torosların dibinde bulunan şehrin bitki örtüsü de nadide bir örtü.
Özellikle deniz turizmi ile gözde bir şehir olan Antalya’yı ben merkez üstünden anlatacağım. Deniz için bir sürü plaj, koy zaten var. Antalya Merkez’e geldiğinizde ne yapabileceğinizi yazalım.
Hadrianus Kapısı (Üç Kapılar ) / Kaleiçi
Antalya’nın merkezi dendiğinde aklınıza gelecek ilk yer, Hadrianus Kapısı olsun. Bu kapı ile girilen Kaleiçi “boşuna gelmemişiz kardeşim” dedirtecektir.
Kaleiçi Antalya
Halk arasında Üç Kapılar denilen kapı muhteşem mimarisi ile M.S. 130 yılında o zamanın Roma İmparatoru Hadrianus adına yapılmış. İki sütunlu cephe ve dört kapı sütun üstünde üç kemeri ile klasik Roma takının muhteşem görünümü ile kralı memnun ettiği kesin. Bu muhteşem tarihe basarak Kaleiçi’ne giriş yaparken, bu kültürün bir parçası olma hissiyatını yaşıyor insan. Ürkek adımlarla 1900 yıldır burada duran taşlar, ruhunuza işliyor ve bunu hissediyorsunuz.
Kaleiçi cumbalı evleri, kültürel binaları, barları, lokantaları, taş döşeli dar yolları ile yazın kalabalıklığının dışında kışın veya baharda ayrı bir güzel görünüyor. Mevsim itibari ile her yer açık değil ama olan yeterli. Kaleiçi öyle küçük bir alan değil, genel olarak üç katlı evleri bilenler için Odunpazarı veya Göynük’e benziyor.(belki de oralar buraya benziyordur :))
Kaleiçi’nin arka kısmı tarihi limana dayanıyor. 2-3 saatlik bir dolaşma için çok güzel bir konum. Neyse, limana doğru hediyelik eşya satanlar, halı-kilimciler, seramikçiler sizi baya oyalayacaktır. Yazın hepsi açık oluyormuş, şimdi (Şubat) tek tükler.
Kaleiçi Liman
Eski limana geldiğiniz zaman tarihin içinden geçtiğiniz ve o tarihin şu an bir parçası olduğunuz hissiyatı kuvvetle sizi kuşatıyor. Zira Eduardo Galeano’nun Ve Günler Yürümeye Başladı kitabında dediği gibi “19 Ocak, bugün yarın oldu, dün ise tarih öncesi.”
Konyaaltı Plajı | Hem eğlence hem de deniz arayanlara
Yaz da olsa kış da olsa fark etmez, hatta kışın daha iyi. 7 km uzunluğunda çok güzel çevre düzenlemesi yapılmış bu çakıl taşlı plajı gezin mutlaka. Denizin sesi ve kokusunu alın. Akşam saatleri ise bir bira için, çay için, kahve için oh miss, yaşamak bu diyeceksiniz.
Konyaaltı Plajı
Gözünüz yer de şöyle bir Tünek Tepe’ye çıkarak, Konyaaltı Plajına tepeden bakalım derseniz, hata etmemiş olursunuz. Madem geldiniz çıkın tabi. Ben araçla çıktım. Bisiklet yolu buraya kadar çıkıyor, bir de teleferik var dediler. Baktınız yok, bana küfretmeyin, ayaklarınız açılmış oldu 🙂
Düden Şelalesi | Büyü ile gerçek arası bir yer
Geldim, gördüm, açıkça söylüyorum, ilk tepkim yazıklar olsun kendime oldu. Yaş oldu 40 şimdi mi geliyorsun diye. O nasıl bir sestir, o nasıl bir görüntüdür. Instagram hesabımızı takip edenler görmüştür. 40 metreden Akdeniz’e dökülen su, büyü gibi. Sakın aman su dökülüyor işte, görmeden gideyim demeyin.
Merkeze 8 km uzakta Lara’da bulunan Aşağı Düden Şelalesi’nin olduğu bölgeye Karpuzkaldıran da deniyor.
Düden Şelalesi Antalya
Şelalenin tam döküldüğü yerde ahşap bir köprü var. 1 metre ötesinde fırtınalar koparken burası dupdurgun, demek ki fırtına öncesi sessizlik dedikleri şey bu. Düden çayı boyunca, kafeler var. Buralarda oturup çayın akışını izleyerek, sesini dinleyerek dinlenebilirsiniz
To be continued demeden önce, yemek için de bir öneri vereyim. Serik’e gelmeden Aksu’da Aslım Şimşek köfte salonunda bir tahinli piyaz ve köfte yedik, yazarken aklıma geldi canım çekti. Köfte, piyaz, salata, ayran ve tatlı masada fix menü olarak duruyor ve 30 TL fiyatı var. Bu arada merkezde de güzel yerler de varmış örnek “Köfteci Ahmet” veya “Kebap 32”, beni Antalya’nın yerlisi bir arkadaş aldı buraya kadar getirdi, dedi budur, evet oymuş. 🙂
Unesco’nun yaratıcı şehirler ağı listesine gastronomi alanında girmeyi başarmış bir şehir; Gaziantep.
Gaziantep denildiğinde ilk akla gelen oluyor. Tam bir gastronomi şehri olduğu su götürmez bir gerçek. Bu bölgenin yemek konusunda haklı bir ünü var; Adana, Hatay, Mardin, Şanlıurfa ve Gaziantep.
Unesco’nun yaratıcı şehirler ağı listesine gastronomi alanında girmeyi başarmış bir şehir, Gaziantep. Listeyi merak edenler ve gurur duymak isteyenler şuradan bakabilir. Unesco Yaratıcı Şehirler Listesi
Küşlemeci Halil Usta, Burası Zeugma Müzesi’nin hemen arkasında bulunuyor ve ününün hakkını kesinlikle sonuna kadar veriyor. Adını aldığı kebap tabi ki ilk tercih olmalı, kesin ve net. Çok lezzetli küşleme yapıyor. Halil Usta’yı da işinin başında görünce hala neden bu kadar başarılı bir yer olduğunu hemen anlıyorsunuz.
İmam Çağdaş, şehrin merkezinde, Bakırcılar çarşısının içi denebilecek bir bölgede. Ününden dolayı da sürekli dolu. Kuşbaşılı Ali Nazik kebabı ve havuç dilim baklavası ilk tercihler olabilir. Ünü, lezzetinin önüne geçmiş gibi geldi bana. Biraz pahalı olması da sanırım bu ünden kaynaklanıyor.
Kasap Halil Usta, Tugay semtindeki lokantada her türlü kebap çeşidi menüde mevcut ama özellikle beyran çorbası ve fıstıklı pidesi ile ününün hakkını veriyor.
Koçak Baklava, Gaziantep dendiğinde olmazsa olmazlardan biri de tatlı. Yani baklava, bu konuda ilk söylenilen isim de Koçak Baklava.
Gaziantep’de çok yerde tatlı yedim. Baklava aldım. Kötüsüne rastlamadım diyebilirim. İçindeki fıstık oranı, şerbet miktarı, hamurunun kalınlığı, kaç kat olması gerektiği üzerine bir sürü şey dinledim. İstanbul dönüşü eşe dosta nereden alayım dediğim zaman herkes ağız birliği etmişcesine Koçak ismini verdi. Fakat açıkça söylüyorum, fiyat lezzet oranına bakarsak bu kadar farka değmediği kanaatindeyim. Evet güzel ama, sağındaki solundaki baklavacıların tadı kötü veya aralarında çok fark var denemez. Gaziantep’e gelip de bir şey yediğiniz zaman psikolojik olarak kötü gelme ihtimali yok 🙂
Tahmis Kahvesi, Merkezde bulunur. Bey Mahallesine ve Bakırcılar çarşısına çok yakındır, hatta içi denebilir. Yoruldunuz, oturup şöyle bir tarihin içinde zahter (dağ kekiği) çayı olsun, menengiç kahvesi olsun, türk kahvesi olsun içmek isteyeceksiniz işte size mükemmel öneri.
Bakırcılar Çarşısı, Merkez’de bulunan çarşı, zanaatkarlar yeridir. Eskinin dericileri, bakırcıları, kalaycıları burada bulunur. Şimdi şimdi turizm ile birlikte fıstıkçılar, baharatçılar veya yeme içme yerlerinin sayısı da çarşı içinde hayli çoğalmış durumda. Bırakın herhangi bir şey almayı, burada gezmek, buranın havasını solumak bile size kendinizi iyi hissettirecektir.
BeyMahallesi, Zeugma Müzesi ne kadar kıymetli ise, Gaziantep’e gelip Bey Mahallesini gezmeden dönüyorsanız, şehri gezmemiş olarak da kabul edilebilirsiniz.
Kentin merkezindeki mahalle, yıllardır atıl durumdayken, 2007 yılında Büyükşehir Belediyesi Koruma Uygulama Denetim Bürosu (KUDEB) öncülüğünde sokak sağlıklaştırma projesi ile evler restore edilerek, şimdiki haline getirdi.
Mahalle, tarihi taş konakları ve müzeleri ile tam bir turizm merkezi haline gelmiş durumda. Mahallede bulunan “Atatürk Evi”, “Oyun ve Oyuncak Müzesi”, “Hasan Süzer Etnografya Müzesi” ve “Ali İhsan Göğüs Müzesi” de ya ücretsiz olarak ya da 2 TL gibi cüzi bir ücret ile ziyaretçilere hizmet veriyor.
Atatürk Anı Evi, Girişi 2 TL olan müze için çok büyük bir yer düşünmeyin. Yarım saatte gezip görebileceğiniz küçük bir mini müze.
Oyun ve Oyuncak Müzesi, İstanbul da bulunan Sunay Akın Oyuncak müzesi (Yazımız mevcuttur.:) ile kardeş müze olarak hizmet veriyor.
Aynı girişten hem Ali İhsan Göğüs Müzesi’ni hem de Oyun ve Oyuncak müzesini gezebiliyorsunuz. Müze iki katlı, çok güzel eski oyuncakları görmek sizi mutlu edecektir. Giriş öğrenciye ücretsiz, olmayana 2 TL.
Bu bölgede 19. yy’a ait Kurtuluş Cami’si de restore edilmiş. Burayı da görmenizi tavsiye ederim. Dışı kadar içi de güzel bir yapı.
Zeugma Müzesi
Belkıs/Zeugma Antik Kenti, Nizip İlçesi, Belkıs Köyü sınırları içerisinde Fırat Nehri’nin kıyısında kurulmuş bir kent. Aslında müzenin olduğu yer ile bir alakası yok. Kendi döneminde nüfusu 80.000’e kadar çıkmış kent o dönem için en büyük yerleşim yerlerinden biri olarak kabul ediliyor.
Roma Döneminde (1. yy) “köprü, geçit” anlamına gelen “Zeugma” adını alıyor.
Müze girişi 20 TL, müze kartlar geçerli. Ben 10 TL vererek kulaklık aldım kesinlikle tavsiye ediyorum. Eserleri boş boş izlemek yerine haklarında bilgi almak çok daha keyifli. Ayrıca her mozaik için numaralandırma olduğundan, nereden, ne zaman çıkartılmış, önemi ne öğreniyorsunuz.
Ares (Mars) Heykeli, müzenin en değerlilerinden biri. Roma dönemine ait 1,50 m boyunda bronz bir Mars heykeli. “Mars” Roma’da çok önemli bir tanrı. Bereketi ve gücü simgeleyen savaşçı tanrı. Yaklaşık 1800 yıl toprağın altında kalanmış bronz bir heykel. Mars heykelinin üzerinde bir de yanık izi var. Arkeologlar bunun M.S 252’de Parthlar‘ın, Zeugma’yı ele geçirerek yakıp yıkmasından kalan izler olduğunu düşünüyorlar. Şehrin tarihsel hikayesinin bir yansıması bu heykel ayrıca diğer Mars heykellerinden farklı olarak, boyutu büyük ve elinde tarım için kullanılan bir alet tutan tek mars heykeli.
Çingene Kızı (Gaia), müzemizin göz bebeği, en ünlüsü. Çok başarılı bir pazarlama faaliyeti olduğu da su götürmez. Böylesine güzel bir simge herkesin ilgi ve dikkatini çektiği gibi çok da merak uyandırıyor.
1992 yılındaki kazılardan çıkarılan bu güzel kızımızı arkeologlar çingeneye benzetince ismi öyle kalmış. Mozaikteki asma figürlerinden yola çıkarak aslında bu kızın tanrıça Gaia olma olasılığınında yüksek olduğu düşünülüyor.
Mozaik sanatçısının imzasını taşıması açısından, Dünya’da sadece 6 adet olduğu söyleniyor ve bu 6 mozaiğin 4 tanesi Zeugma’da. Muhteşem bir miras.
Gaziantep’e geldiniz, yediğiniz içtiğiniz sizin olsun, gezip gördüğünü anlat dendiğinde, Zeugma’yı, Bey Mahallesi’ni, Parkını anlatabilirsiniz. Afiyet olsun.
… Karaburun (Mimas), tanrıça Athena’nın zeytini ilk yetiştirdiği yer. Nergis Çiçeğinin yetiştiği ilk toprak. Mitolojik olarak bir çok hikayenin geçtiği yer. Ayrıca ünlü şair Homeros’un burada doğduğu varsayılmakta…
KARABURUN (Mimas)
“Büyük şehrin, küçük, el değmemiş cenneti”
Karaburun (Mimas), tanrıça Athena’nın zeytini ilk yetiştirdiği yer. Nergis Çiçeğinin yetiştiği ilk toprak. Mitolojik olarak bir çok hikayenin geçtiği yer. Ayrıca ünlü şair Homeros’un burada doğduğu varsayılmakta.
Karaburun’un eski yolunda 300’e yakın viraj varmış. “Yolu olmadığından gelişemedi” diyorlardı. Şimdi yolu yeni artık gelişmeye ve kirlenmeye açık ne mutlu yaşayanına!
Biz görkemli mitolojisinden büyülensek de sıcak yaz günlerinde tanrıları rahat bırakarak, diğer büyüleyici kısım olan denize dönelim…
Şunu da baştan söylemem lazım, benim yüzme tercihim şnorkel ile denizaltı tabiatını izleyerek yüzmek. Şnorkelsiz yüzmek söz konusu olunca, çok kirli olmamak kaydıyla, hiç bir deniz diğerinden farklı gelmiyor.
Mimoza Koyu
Geniş bir koydur ve sağ tarafı tenhadır, fakat taşlıktır. Koyun bu kadar sağ yanına geldiğinizde, bir kaç adım sonra Bodrum Koyu olduğundan tercih o yöne doğru oluyor.
Kıyıda deniz çayırlarının kaplı olması belki sizi de, ilk başta, benim gibi rahatsız edebilir. Bu rahatsızlığın bu bitkiyi yosun ile karıştırmaktan kaynaklı olduğunu belirteyim. Denizler için çok önemli fotosentez kaynakları olduklarını öğrenince, görüntü rahatsızlığım bile geçti diyebilirim. Koyda deniz sıcaklığı orta derece, değişkenlik göstermiyor. Denizaltı canlılığı yoğun, Ege’nin balık çeşitliliğine rastlayabiliyorsunuz.
Bodrum Koyu
Karaburun’daki 12 günlük tatilimizin, çokça da yanımızdaki iki ufaklık nedeni ile 6 gününü geçirdiğimiz koy. Pişman mıyım? Hayır …
Bodrum Koyu, yaklaşık 200 metrelik bir koy. 3 işletme ve 1 bakkal bulunuyor. İşletmelere ait şemsiye ve şezlonglar da var, belediyenin koyduğu ücretsiz şemsiyeler de. Biz Paşa Cafe & Bar’a ait olan 2 şezlong +1 şemsiye, gün boyu 15 TL olan tarafı tercih ettik. Koyun en sol tarafı. Dağınıklık için kusura bakmayın, tatil hali 🙂
Sualtı tabiatı olarak kesinlikle memnun kalacağınız koy, aynı zamanda bir dalgıçlık kulübüne de ev sahipliği yapıyor. Siz yüzerken 3 metre altınızdan 4-5 kişilik dalgıç grubu geçebiliyor. Tek dalışın 70 TL, 3 günlük bröve verilerek verilen eğitimin 700 TL olduğu şeklinde bilgi aldım.
Koyun sol kısmı yaklaşık 5-6 metre ilerleyince derinleşiyor, sağa gittikçe derinlik daha yakında (3-4 m) artıyor. Suya giriş her yerde taşlık ama beni rahatsız etmedi, ayakkabısız da rahatça girilebilir. Su serin, mavi bayraklı ve tertemiz. Özellikle sabahları billur gibi oluyor. Ayrıca şnorkel yüzücüleri için balıklar, deniz kestaneleri ve midye kabukları dışında bir sürpriz olarak batırılmış küçük bir tekne var. Dip derinliği 6,5 metre. Maalesef yanımda deniz kamerası olmadığından fotoğraf koyamıyorum, gidip görmeniz gerekecek…
Kuyucak
Merkezden 1 km çıkınca Kuyucak Plajına geliyorsunuz. Mavi bayraklı koy sizlere sessizlik ve ada manzarası vadediyor. Bu küçük adamızın adı İstanbul’dan tanıdık; Büyük Ada, fakat burada yerleşim yok. Kuyucak Plajında, baraka bir tesis var, bu tesise ait 2 şezlong 1 şemsiye 7,50 TL. Alkollü, alkolsüz içecekler ile yiyecek çeşitleri mevcut. Biz tostunu çok sevdik. Ayrıca 50 m ilerisinde çok güzel bir balık lokantası var. Deniz kenarı, salaş bir yer.
Koyun karşısında küçük bir ada var. Güzel manzarası, rüzgarsız bir havada güzel denizi ile bütünleşiyor. Taşlık girişi biraz rahatsız etse de, sualtı tabiatı keyifli bir koy. Deniz serin, akşama doğru biraz üşüyebilirsiniz. 3-4 m sonra derinleşiyor. Derinleştikten sonra zemin kum, bolca karagöz, sivriburun karagöz, zargana, kefal görebilirsiniz.
İncirli Koy (Akvaryum Koyu)
Karaburun merkezin incisi, mini minnacık cenneti, adının hakkını tam anlamıyla veren akvaryumlardan ama topu topu 15 m. olan koy o kadar popüler ki iğne atsan yere düşmez durumda. Biz denizin tadını çıkarmak için sabah 08:00 de gidip 10:00 a kadar durduk. Öğleden sonraki ziyaretlerimizde ise sadece güzelliğinin tadını çıkardık.
Girişi kum, biz sabah girdiğimizde 2-3 kişi olduğundan çok sakin, durgun ve berraktı. Kalabalık arttıkça kıyı bulanıklaşıyor. Sualtı ise inanılmaz. Şnorkeli çıkartmak istemedim. Balıklar, midyeler, çeşitli deniz canlıları, kayalık alanlar. Bu minik koyda tüm Karaburun’daki balıklar var desem çok az abartmış olurum.
Karaburun’un en lüks sahili burası diyebilirim. Çimenlik alanlar, armut oturmalar, şezlonglar vs. Kazıklanmadan gönül rahatlığı ile yiyecek içecek siparişi verebilirsiniz, fiyatlar makul. Şemsiye ve 2 şezlong 15 TL, armutlar 5 TL gün boyu kiralık.
Bu arada zamanı gelmişken Karaburun Belediyesinin bir uygulamasını çok takdir ettim, hangi koya giderseniz gidin, orada hangi işletme olursa olsun, mutlaka ücretsiz şemsiye koyulmuş ve kimse tarafından rahatsız edilmeden bu hizmetten faydalanabiliyorsunuz. Hatta bazı işletmeler oralara da servis yapıyor.
Dolungaz
Karaburun merkezden Bozköy istikametine giderken 3 km kadar sonra Dolungaz diye eski bir tabela görüyorsunuz. Eğer burası ile ilgili bir bilginiz yoksa asla merak edip gireceğinizi zannetmiyorum. Biz bilinçli bir hareketle tabelayı görür görmez sağa dönüyoruz. Toprak yol nereye kadar müsaade edecek diye düşünürken bir deniz manzarası çıkıyor ki karşınıza; “Gemliğe doğru / denizi göreceksin / sakın şaşırma.” diyen Orhan Veli Kanık’a sevgi, saygı ve özlemlerimizi gönderiyoruz.
Dolungaz aslında Karaburun’un kamping alanı. Çadırınızı alıp gelebilirsiniz. Ya da prefabrik yapılarda kalabilirsiniz, internette kısa bir araştırma ile kamping için bilgi sahibi olabilirsiniz. Dolungazda herhangi bir tesis mevcut değil, kamp alanı girişi paralı olduğundan biz girmedik.
Arabamızı üst yola park ettik ve keçi yolundan bu yukarıda gördüğünüz muhteşem denize indik. Sahil epey taşlık, ayakkabı şart diyebilirim. Koyun sağ kısmındaki kayalık beni daha çok cezbetti ve ben oradan suya girdim.
Girerken de çıkarken de bu kısmı kullandım ve dubaların halatlarına tutunarak bir rodeocu gibi dalgalara karşı durmak inanılmaz keyif verdi.
Deniz, kayaların olduğu bölümde çok dalgalı ama koyun içinde rahat yüzebiliyorsunuz. Kıyıdaki taşlık kısım 4-5 metre sonra kumlaşıyor. Koyun solunda ve sağındaki kayalık kısımlar çok keyifli bir şnorkel deneyimi sağlıyor fakat dalgalı olduğundan çok dikkatli olmak gerekiyor.
Dolungaz’ı, eğer kamp için kullanmayacaksanız, 2-3 saatliğine değerlendirebilirsiniz. Her gün gelseniz de sıkılmayacağınız bir eğlencelik.
Kaynarpınar
Karaburun ile Mordoğan arasındaki İncecik köyüne bağlı iskele, küçük sahili ile sizi kendine aşık edebilir. Karaburun merkezden 15 dakikalık bir araba sürüşü ile vardığımız sahil beldesi, tam bir mini Karaburun. Bakkal, tüpçü, balık lokantası, fırın…
İzmirli arkadaşlarımızla buluştuğumuz mini sahil, yürüyerek bile girebileceğiniz mini bir mağaraya sahip. Sürekli mini diye yazıyorum fakat hakikatten doğa burada büyüyecek bir bebek gibi duruyor.
İşte sahili, tam boy bu kadar. Mağaramız da hemen orada. Sahilin arka planı bir insan boyu kadar örme duvar ve ağaçlar doğal gölgelik oluyor. Hoş bir sürpriz olarak bir ardıç ağacı var. Ardıç ağacı enstrüman yapımcıları için çok değerli, ayrıca enstrüman yapımcısı arkadaşımdan öğrendiğime göre üzerinizde bir dalı bulunursa veya yurt dışına çıkartmaya çalışırsanız ceza alıyormuşsunuz. Tambur yapımcısı arkadaşımın yalancısıyım. Bu sürprizin mutluluğunun yanında denizin sürü sürü balıklar ile bizi karşılaması ise apayrı bir keyif oldu. Denizden kayalıklar istikametinde yüzdüğünüzde hem gizli, irili ufaklı mağaralar keşfediyorsunuz hem de 10 insan gitse dolacak minyatür bir koyu.
Bir Karaburun klasiği olarak giriş taşlık, su serin ama pırıl pırıl, her koyda size yaşattığı yüzme keyfi burada da aynı. Kaynarpınar’ın girişi itibari ile sağ bölümü bu sahil, sol bölümü ise balık lokantası, araları 150 metre.
Arkadaşlarımızın tavsiyesi ile Kaynarpınar İskele Balık Lokantasında akşam yemeğimizi yedik. Denizde de sık sık rastladığımız lidaki balığı ile kefal tercihimiz oldu. Yolunuz buraya düşerse, ki düşürün mutlaka, taze Karaburun balıklarını mutlaka tadın. Lokanta,size lüks ya da meşhurluk vadetmiyor, ama uygun fiyata lezzet sunuyor. Kesin bilgi 🙂
Kahvenizi de bu manzarada içebilir, benden daha iyi resimler de çekebilirsiniz. Sadece bir teşekkür yeterli olur 🙂
Hamzabükü
Deniz, kirlenmemek için gökyüzünün bile rengini almamış, öyle berrak. Hamzabükü’nü ilk gördüğümde ki yorumum bu oldu.
Hamzabükü, Karaburun merkeze 15 km uzaklıktaki Sarpıncık Köyü’ne bağlı, Sarpıncık Köyü’ne giderken eski Rum taş evlerinden oluşan dağ köylerini de görebiliyorsunuz.
Köyden 5 km uzaklıktaki deniz kenarına inen epey dolambaçlı bir yol var, nispeten rahat, fakat merak etmeyin değecek.
Büke neredeyse tam ortadan giriş yapılıyor. Sol tarafında 3 tane tek katlı yapı var. Sağ tarafı kayalıklardan oluşuyor. Kayalıklara çıkma denememiz de oldu, zor bir tırmanış ama imkansız değil. İmkansız olmaması tehlikeli olmadığı anlamına gelmiyor tabii…
Plaj öğlen birde bomboştu, daha sonra üst resimde fark etmiş olacağınız ya da şu an bakarak fark ettiğiniz kırmızı şemsiyeli 5 genç geldi o kadar. Koyda hiçbir tesis yok, tüm yiyecek içeceklerinizi yanınızda götürmeniz gerekiyor. Elbette şemsiyenizi de.
Plaj küçük çakıl taşlarından oluşuyor. Denize giriş ise nispeten daha büyük taşlarla dolu, bu durum girişi biraz zorlaştırıyor. Su çok enteresan bir şekilde yüzeyde sıcak, daldığınızda dipte soğuk. Ayrıca yüzerken de soğuk akıntılardan geçiyorsunuz. Özellikle sağ bölümdeki kayalıkların tam önünde çok soğuk kısa bir bölüm bulunuyor.
Tam burada affınıza sığınarak ikinci vecizemi söylemeden edemeyeceğim; burası bir şnorkelli yüzücü için mükemmel, iki şnorkelli yüzücü için vazgeçilmez bir yer.
Hamzabükü, tüm Karaburun koyları içerisinde en beğendiğim yer diyebilirim. Sanırım gidiş yolunun yoruculuğu az tercih edilmesine neden oluyor ama hem tam bir sakinlik hem de tam bir temizlik söz konusu. Deniz altı balık sürüleri ile dolu, ayrıca Ege’nin meşhur balıkları karagöz, lidaki, kefal, zargana, gelincik balığı gibi ve tek tek görebileceğiniz akvaryum balığı gibi balıkları da bolca görebilirsiniz.
Sol bölüm kayalıklardan oluştuğu için yüzmeye pek uygun değil. Orası için de en iyi fikir şu gibi duruyor 🙂
Nacizane diyebilirim ki gelin, görün, tadını çıkarın. Burada zaman yok. Stres yok, gürültü yok. Alabildiğine engin bir deniz ve küçük dalga sesleri…
Badembükü
Karaburun’un artık sol tarafına geçiyor ve merkezden, yol durumunu da düşünürsek, 1,5 – 2 saat kadar uzaklaşmış bulunuyoruz. Hamzabükünden asfalt yol la15 dakika daha batıya, Parlak Köyüne doğru yol aldıktan sonra, toprak yoldan 5 km içeri giriyorsunuz ve yine bir doğa harikası sizi bekliyor.
Maalesef yol özellikle son 2 km çok bozuk ve engebeli, koyun içinde tesis yok. Köy bölümünde pansiyonculuk başlamış ama bakışları daha turiste alışamamışlar gibi. Bizim geldiğimiz gün o kadar dalga vardı ki sadece kıyıda dalgalara karşı oynadık.
Tatilimizin en eğlenceli saatleri burada geçti diyebilirim. Yüzemedik, deniz altını izleyemedik ama yalancı sörfçüler olarak dalgalardan sıkı bir dayak yedik. Şöyle bir gözünüzde canlanması açısından aşağıdaki fotoğraf iyi olabilir 🙂
Bu kadar dalgada haliyle koy boştu, fakat bizimle birlikte koyu paylaşan bir grup genç, sanırım burayı özellikle tercih etmişler, dalgalarla dans ediyorlardı, hiç çekinmeden girip çıkıyor ve eğleniyorlardı.
Seyahat programınıza burasını da mutlaka alın, bizim gibi denk gelirseniz kıyıda oynayarak eğlenir, durgun bir zamanına denk gelirseniz kayalıkların dibini izler mest olursunuz.
Son söz olarak, resimdeki çocuğu görebildiniz mi?
Saip
Karaburun Merkeze 3 km kala Saip diye bir tabela göreceksiniz, dikkatinizi çekmeyebilir ama bilin ki burayı özleyeceksiniz.
Saip Köyü, ortasından İzmir-Karaburun yolunun geçerek birbirinden ayrıldığı alt kıyı bölümü ve üst dağ eteği köyü ile iki ayrı güzelliği birleştiriyor.
Saipaltı bölümü iskeleyi barındırıyor. Bu iskele aynı zamanda Foça’ya geçiş limanı. İskelenin ucundaki fenerin yanından merdivenlerle inilen bir denize giriş bölümü var.
Aslında köye indiğinizde küçücük bir sahil mevcut fakat kıyı deniz çalıları ile o derece kapanmış ki buradan suya girmektense fenerin orasını tercih ediyorsunuz. Zemin kum ama 15 – 20 m lik bir yüzüş ile karşı kıya geçtiğinizde sizi Egenin o güzel balıkları, deniz kestaneleri, istiridyeleri, girinti ve çıkıntıları bekliyor.
Deniz çok soğuk değil hatta sıcak bile denebilir. Ayrıca buradan suya atlayarak da girebildiğiniz için başka bir eğlence de çıkmış oluyor.
İskelede eşi ve torunu ile denize giren orta yaşlı hoşsohbet bir abi ile karşılaşıyoruz. Osman Abi, emekli olur olmaz buraya yerleşmiş bir İstanbul göçmeni, bize Karaburun’u, denizi, yıllarınızı vererek öğrenemeyeceğiniz hayat ile ilgili küçük ayrıntıları ve büyük şehirden huzura geçişi anlatıyor.
Hamzabükü’nü, Badembükü’nü öneriyor. Hayatın aslında böyle bir sahil kasabasında olduğunu öneriyor da biz negatif direnme yapıyoruz.
Kim bilir belki bir gün tekrar karşılaşırız diye Osman Abi’den ve Saipaltı’ndan ayrılıyoruz.
Biz yukarı Saip Köyüne aslında hep saat 12’ye kadar gittik, güzel bir kahvaltı yapıp öyle başladık seferlerimize, denize koşmalarımıza ama son bölüm olarak sunuyoruz size, çünkü biz burayı çok sevdik.
Yoldan 1 km yukarı çıkmanız köye ulaşmanız için yeterli, köy Akdağ’ın eteklerinde kurulmuş.
Bu büyüleyici devasa kaya kütlesinin altında köyün en çok ziyaretçi çeken bölümü olarak Saip Kır Kahvesi var.
Deniz tatilimizin en keyifli anlarından birini eşim Arzu, teşekkürlerimle anlatıyor…
Saip Kır Kahvesi
Karaburun köylerinden Saip Köyü’nün kahvesi. Saip Kır Kahvesini Nihal Hanım ve eşi Eşref Bey işletiyor. İstanbul’dan kaçış hikayelerinden biri onların hikayesi, “ahh ne güzel darısı başımıza!” derken kahvaltımız geliyor.Tabağın ortasında yöresel otlar ve tel peyniri karışımı, yanlarda domates, 3 çeşit peynir, zeytin, salatalık derken dolu dolu bir tabak. Üstüne Nihal Hanım tarafından yapılmış türlü reçeller..
Pembe sümbül reçeli, enginar reçeli, nergis çiçeği reçeli ve adlarını hatırlamadığım orijinal reçeller ile donanıyor masa. Nihal Hanım yumurtanızı nasıl alırsınız diye soruyor hepimize ayrı ayrı ve masada 8 kişiyiz. İsteklerimizi hiç bekletmeden yerine getiriyor. Alerjisi olan ablam için ayrı otlar koyuyor tabağına, onun için özel patates kızartıyor. Kahvaltı bitince, “kahvenizi nasıl alırsınız” diyor, hepimize istediğimiz gibi pişirip, döküm Osmanlı fincanlarında karışmasın diye de yanlarında değişik nazar boncuklarıyla servis ediyorlar kahvemizi. Yanında da demirhindi şerbetleri.
Velhasıl kelam hem karnımız ,hem gözümüz, hem gönlümüz doyuyor Saip Kır Kahvesinde.
Nihal Hanım o kadar ilgili ki, Saipaltı’ndaki Osman Abi gibi bir İstanbul’dan kaçış hikayesi daha sunuyor bize, her insan başka bir hikaye, yeni bir dünya…
Son Söz
Mimas, Tanrı Zeus’la savaşan bir titan, bir devdir ve Zeus onu öldürebilmek için üzerine bakır,demir ve kayalar döker. Karaburun’un bu büyük dağlarının altında yatmakta olan bir dev var, belki de burasını hiç bozmadan korumamız için bu bile yeterli bir nedendir.
Çocuklarımızın ve kendi çocuk ruhlarımızın anıları ile ayrılıyoruz Karaburun’dan.
Her dönüş sevinçli olmayabiliyor. Bu bâkir kasabanın 5-6 dükkanlı merkezinden, birkaç kolye ve bileklik hediyesini yanımıza alıp kalbimizi orada bırakıyoruz.
İstanbul’un havasını, suyunu, kavgasını, pisini, trafiğini, kalabalıklığını ve alelacele yaşamasını çekenlerinden biri olarak, bu şehirde bizi tutan iş, aş ve eğitim gibi medeni ihtiyaçlarımızın yanına, bu şehri asıl büyükşehir yapan daha medeni bir ihtiyacı karşılama özelliği ile vazgeçilmez bulmuyor muyuz? Sanat, sanat ve sanat…
Kadıköy’den güneşli bir günde bindik martılar ile Karaköy vapuruna ve ver elini Galata…
Hop Beyoğlu, yürüyerek de çıkılabilir ama biz “tarihin ilk metrosu efendim” diye övündüğümüz fakat üstüne tek bir çivi dahi çakmadığımız küçük, minik, mini minnacık füniküler ile çıktık Asmalımescit denilen, İstiklal Caddesi’nin kimine göre başı, kimine göre sonu olan yere.
Tabi ki, çalışmalar bitmiş ve o muhteşem İstiklal Caddesi, görüntüsü geri gelmiş durumda bizleri karşıladı. Hem de 1970’lerde gibi modern. Yazıda aslında söylemek isteğini başka türlü söyleme sanatına ne deniyordu, kinaye mi?
Yoğun bir çekirge istilasının arasından (nedenini bilmiyoruz, sanırım böyle bir konsept var) eskiden kitap fuarının yapıldığı (hey gidi hey, resmen yaşımız çıktı ortaya, evet gençler biz kitap fuarı için şehir değiştirmiyorduk, kitaplarımızı buradan alıp Taksim’de de iki bira yuvarlıyorduk. Sizin için üzgünüm 🙂 ) TRT binasının karşısındaki Pera Müzesi’ne geliyoruz.
Pera Müzesi, Suna ve İnan Kıraç Vakfına ait bir müze. Eğer müze+ kartınız var ise yılda bir defaya mahsus, bu 5 katlı müzeyi ücretsiz olarak ziyaret edebiliyorsunuz. Hadi gene iyisiniz!
Siz yazıyı okurken olacak sergi ile bizim yazdığımiz sergi farklılık gösterebileceğinden, ki kesin gösterir, müze ile ilgili buraya tıklayarak geniş bilgi alabilirsiniz. Pera Müzesi resmi sitesi
Benim anladığım kadarı ile çok bahtsız bir kişiyseniz müzeye girişte sizden ücret talep ediyorlar, zira para almamak için ellerinden geleni yapmışlar gibi bir hisse kapıldım.
Buradan yetkililere sesleniyorum, yok Cuma bedava, yok öyle bedava, yok böyle bedava kardeşim giriş bedava deseniz olmaz mı? Sudokuya çevirmişsiniz müzenin giriş ücretini.
Dedik bari şu montlarımızı çantalarımızı vestiyere bırakarak, müze giriş ücretini bir şekilde ödemiş olalım, demezler mi “ne münasebet, vestiyerimiz ücretsizdir” diye.
Evet, şımarıklığımızı da yaptıktan sonra, 5. kata çıkarak müzeyi dolaşmaya başlayabiliriz. Biz geldiğimizde “Look At Me” teması en üst katı süslüyor ve yukarıda gördüğünüz aslında aynı olan ama farklı yaşlardaki halleri mevzu bahis bu abi “anam ne oluyor” tadında bir küçük şaşkınlıkla bizi karşılıyordu.
Şahsım adına söylüyorum, Robert De Niro abimin Heat filiminde otel odasında kötü adama söylediği “look at me” repliğini özümsemiş biri olarak, bu temanın beni etkileme şansı mevzu bahis bile olamaz. Böylece bir sanat eseri hakkındaki sanatçı intiharına neden olabilecek bu eleştirimden sonra, gezmeye devam edelim.
Espri bir yana, bir sanat yapıtının en işlevsel yanlarından birini bu çağdaş sanat koleksiyonunda bulabiliyorsunuz; kendine bakma. Farklı insanların portrelerine bakarken, kendi kendimizi de görme fırsatımız oluyor.
Beş katlı olduğunu belirttiğimiz müzenin her katı farklı bir tema üzerine kurulu. 4. katta suç mahalli fotoğraflarının farkı bir şekilde yorumlanması ile oluşmuş bir seçki varken, 3. katta mimar Louis Isadore Kahn seçkisi var.
Katları yavaş yavaş inerek 1. kata geldiğinizde çok etkileyici bir eser sizi karşlıyor.
Osman Hamdi Bey’e ait Kaplumbağa Terbiyecisi… Kültürel bir yakınlıktan mı yoksa çok bilinirlikten mi olduğunu kestiremediğim bir muhteşemlik duygusu ile izledim 1906 yılı yapımı bu yağlıboya tabloyu.
Aynı katta bulunan “Kesişen Dünyalar” sergisinin “Elçiler ve Ressamlar” bölümü de Osmanlı ile ilgili enteresan bilgiler sunması açısından etkileyici.
Birinci kata geldiğimizde şahsen çok beğendiğim iki sergi ile karşılaştım. İlki Anadolu’da kullanılan ağırlık ve ölçüler sergisi, hep isimlerini duyduğumuz ama fiziki olarak görmediğimiz, arşın, dirhem, kantar gibi kelimelerin ete kemiğe büründüğü merdivenin sağ tarafındaki sergi.
Burası için Negördüm Youtube kanalımızda bir video da var. Aşağıda izleyebilirsiniz.
Anadolu Medeniyeti tabirinin ne olduğunu anlamak için bu katı ziyaret etmenizi özellikle öneriyorum.
Aynı katta merdivenin sol tarafındaki ikinci sergi ise Osmanlı’da Kahve kültürü üzerine, fincanlar ve diğer eşyalarla ilgili.
Özellikle Keçizade İzzet Molla’nın ” Bu fincanı siz İstanbul’a gönderin orada her şeye bir kulp takarlar” sözü hala güncelliğini koruyor gibi.
Kantarının topuzunu kaçırmadan, Pera Müzesi’ne teşekkür ederek bitirelim. Elinizdekinin kıymetini bilmeniz dileği ile …
İstanbul’un Ataşehir ilçesinde cennetten küçük bir bölüm var. Belki de sürekli önünden, yanından, sağından, solundan geçip duruyorsunuz ama içini bilmiyorsunuz. Krokide de göreceğiniz gibi çevre yollarının ortasında kalan (belki de bu yüzden hala var olabilen) küçük cennet bahçesi.
“Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi (NGBB), 1995 yılında Ali Nihat Gökyiğit tarafından eşi Nezahat Gökyiğit adına hatıra parkı oluşturulmak amacıyla kurulmuş ve başlangıçta ‘hatıra parkı’ amacına yönelik bir bitkilendirme ve ağaçlandırma planı uygulanmıştır.”
Bizim için tarihsel bu açıklama yeterli diyenler ile yazımıza devam edebiliriz. Zira birazdan fark edeceğiniz gibi, yazımızın amacı daha ziyade bahçenin doğal ve huzurlu güzelliğini size tanıtmak.
Bahçenin iki ayrı girişi var. Ataşehir ve Ümraniye girişleri.
Bu girişlerden hariç TEM bağlantısı üzerinden bir kapı görüp girmek isteyebilirsiniz ama bu kapıdan sadece gelin ve damatları alıyorlar, bu sebepledir ki evlenip gitmeniz gerek 🙂
Yok biz evlenmeden gitmek istiyoruz, eşimin gelinliğini güveler yedi, damatlık benim oğlanda diyorsanız, Ataşehir veya Baraj Yolu üzerinde ki Ümraniye girişi tercih edilmeli diye önemle öneriyorum. Zira biz TEM kapısından girmeyi denedik ama almadılar. Düğün yapmayacağız bizimki sadece nikah dedimse de dinlemediler, esefle kınıyorum. 🙂
Bahçeye biz Ataşehir tarafından çevre yolunun altlarından geçen, aşağıda fotoğrafını gördüğünüz, tünelden giriş yapıyoruz. Alın size Alice Harikalar Diyarında… Bu da tavşan deliğimiz:)
Merkez Ada, Mesire Adası, Ertuğrul Adası, İstanbul Adası, Meşe Adası, Anadolu Adası, Trakya Adası ve Arboretum Adası olarak isimlendirilen ve hepsinin aslında sizin gördüğünüzden farklı işlevli bölümlere ayrılmış olan bahçe için günlük geziciyi ilgilendiren kısmı çevresindeki yeşil ve rengarenk çiçeklerin verdiği huzur.
Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçe’sine giriş aslında ücretsiz ama bağış yapmak isterseniz, gönlünüzden ne koparsa kaidesi devreye giriyor, bu 5 TL de olabilir, 20 TL de olabilir. Gönlünüzden bir şey kopmazsa giremezsiniz denmiyor.
Bu bahçe eşinizle el ele gezmeniz, çocuklarınıza ağaçları, çiçekleri, bazı hayvanları göstermeniz için düzenlenmiş. Amacınız mangal yapmak, çizgili pijama ile plastik top peşinde koşmak, askılı atlet ile küçük tüpteki çayın posasını nereye döksek diye düşünmekse, hayır burası size göre değil, zaten bunlar yasak.
Çocuklar için yukarıda fotoğrafını koyduğum keşif bahçesi küçük ama işlevsel, hemen yanındaki mini labirent bahçe de çok eğlenceli.
NGBB olarak kısaltılan bahçe, 50 hektar üzerine kurulmuş, bazıları üzerinde özel koruma ve araştırma yapılan bitkilerden de oluşuyor.
Bahçe çevre yolunun adalarına kurulduğundan, buralarda bazen üst geçitler bazen de alt geçitler ile geçişler sağlanıyor.
Bahçedeki tüm bitkilerin isimleri türkçe ve latince olarak belirtilmiş. Merakınız varsa sadece bakmalık değil aynı zamanda çok şey de öğrenebiliyorsunuz.
Merkez Ada kısmında küçük bir havuz var. İçinde her daim kazlar yüzüyor.
Havuzda kokteyllerini içip yeşil alanda güneşlenen kaz ailesi, basına karşı kayıtsız kaldı.
Havuz kazların yüzmesi için, siz sadece fotoğraf çekip, izleyeceksiniz. Yanına mayo almış olanlarınız varsa aman ha diyeyim. 🙂
Havuzun kenarında bizim çok sevdiğimiz bir heykel var. Böyle uzanıp ağaç dallarının arasından gökyüzünü seyretmek, hele bir de mevsiminde gelmişseniz buram buram yasemin kokusunu almak.
Havuza çok yakın bir yerde mini bir nilüfer havuzu da mevcut.
Merkez Ada kısmını bitirdikten sonra, Ngbb’nin en değerli alanlarından olan Ertuğrul Adası bölümüne geçelim.
Ertuğrul Firkateynde şehit olan askerlerin ismin yazılı olduğu anıt.
Bu bölüm için sitesi şöyle diyor: “2005 yılında açılan Ertuğrul adası, II. Abdülhamit’in emriyle 1890 yılında gittiği Japonya’dan dönüşte, fırtınada batan Ertuğrul Firkateynindeki 527 denizcinin anısına dikilen anıta ithafen adlandırılmıştır.”
Biz ne zaman geldiysek hep sakinlik ve sükûnetle bizi karşılayan bir yer bulduk.
Bu bölümü özellikle çok sevmemizin ilk sebebi bahsettiğim gibi her zaman sakin olması, ikincisi nilüfer havuzlarının olduğu bir bölümü olması.
ve çok güzel bir kokunun hem uzaklardan geliyor gibi hem de hemen yanınızdaymış gibi sizi sarması.
Bahçe için daha ne söylesek bilemiyorum. Gezerken, kendiniz keşfettikçe güzelleşen bir yer burası.
İçeride yiyecek ve içecek satılan bir bölüm yok. Siz abartısız bir şeyler getirip, yeşile yayılarak, piknik moduna girmeden ama, atıştırabilirsiniz.
Bahçede tuvalletler mevcut bunu da belirteyim de çoluk çocuk ne yapacağız diye düşünmeyin.
Ertuğrul Adası’nın üst kısmına çıktığınızda da İstanbul Adası’nı görebilirsiniz. Burada da mini bir Galata Kulesi ve mini minnacık Boğaziçi Köprüsü ile Boğazı görebilirsiniz.
Siz ne kadar yaratıcı olursanız burası da size o kadar kendini gösterecektir.
Dönüş yolunda Tavuskuşlarının olduğu bir yer göreceksiniz. Merkez Ada’nin içinde Yönetim binasının alt bölümünde.
Sanırım bu kadar yazı yeterli.
Yeşilin ve kırmızının ve sarının…
Yani kısaca tüm renklerin, gittiğiniz mevsime göre size en güzel yönlerini gösterdiği bir cennet burası.
Siz de, kendinize hediye alırken, önce gözünüzü, sonra ruhunuzu doyurabileceksiniz.
Belki de içinizdeki sanatçı bir şeyler fısıldayacak size.
Keşfetmenin tadını çıkartırken, yapılan doğru şeyler için şükran duyacaksınız.
Velhasıl kelam küçük bir bahçe de olsa, umut etmekten vazgeçmemek gerektiğine sizi inandıracak.
Dünyamızın bizim sevgi ve saygımıza ihtiyacı olduğunu, bu minicik yer, bir ışık gibi içinize işleyecek. Hazır olun yeter.
Son söz, diyelim ki bizim gibi Ekim ayında geldiniz, yerlerde sarıdan kızıla bir sürü yaprak var ama siz birini bile elinize alıp fotoğraf çekmediniz. Bahçeden çıkartmıyorlar haberiniz olsun 🙂
Ukrayna’nın herhangi bir yeri ile ilgili bir yazı yazmak kanaatimce büyük bir risk almaktır. “Ön yargıyı parçalamak, atomu parçalamaktan zordur” diyor, Albert Einstein. Bizim ülkemizin bakışını yansıtan en doğru söz bu sanırım.
Lviv, Ukrayna’nın en batısı ve rahatlıkla en Avrupalı şehri diyebiliriz. İstanbul – Lviv Arası uçuş 2 saat sürüyor. 4 yıldızlı Dnister Premier Otel’de konaklıyorum.
Lviv, başkent Kiev’den sonra en çok turist alan yer. Şehir merkezi olarak kabul edilen Rynok (Pazar) Meydanını görünce buna hiç şaşırmıyor insan, her yer sanki özenle dizayn edilmiş gibi duruyor.
Şehir 2014 yılı itibari ile 758 yıllık. 1256 yılında kurulduğu söyleniyor. 2008 yılında şehir merkezi UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası olarak kabul edilmiş.
Lviv’de sokaklarda o kadar fazla irili ufaklı sanat eseri ve sanat eseri diyebileceğimiz güzellikte objeler var ki, şehirde görsel olarak doyuyorsunuz.
Bizim şehircilik anlayışımız ile Avrupalının şehircilik anlayışı arasındaki fark burada ortaya çıkıyor. Biz tarihi şehirlerimizi bile özensiz ve estetikten yoksun binalarla, insanların yaya olarak gezmesi gereken yerleri taşıtlarla, sokaklarımızı çirkin tabelalarla boğuyoruz. Oysa Avrupa’nın normal şehirleri bile düzenli yerleştirilmiş sanatsal objelerle ve binaların yapısı ile korunuyor. Hele, şehir tarihi bir dokuya sahipse…
Lviv – İvan Bodaroviç’in heykeli
Pazar (Rynok) Meydanının dört köşesini 4 Mitolojik heykel Diana, Neptün, Adonis ve Amphitria heykelleri süslüyor. Hakikaten gördüğüm en güzel korunmuş ve restore edilmiş yerlerden biri. Meydanın en önemli yapılarından biri de Barok, Gotik ve Rönesans mimarisinin birleşimi Latin Kilisesi (The Latin Cathedral). Ortaçağın en önemli yapılarından biri. Ben gezerken içeride ayin vardı, kenardan sessizce izledik.
Lviv’in en meşhur yerlerinden biri merkezde bulunan çikolata dükkanı. Dükkanın dış cephesinde özel bir kaplama var ama 2014 yılından sonra belediye kararı ile kaldırılacakmış. Belediye dış cephelerde tarihi olmayan hiç bir yapılaşmaya müsaade etmiyor dediler. Lviv’e gittiğinizde buraya uğramanızı ve en üst katında kahve içip, çikolata yemenizi öneririm. El yapımı özel çikolatalı hem güzel bir hediyelik olur hem de lezzetli bir zaman geçirmenizi sağlar.
Lviv Çikolata
Çikolata dükkanından çıkıp buraya kadar geldik bir votkasının daha tadına bakmayayım mı? derseniz yan tarafı Sado Mazo Cafe, aman dikkat içeride kırbaçlı servis elemanları var. Dikkat edin 🙂 Gün aydınlıkken pek vurmuyorlar ama akşamları hiç şansınız yok maalesef.
Tekrar bina kültürüne dönersek, özellikle Aziz George Katedrali (St. George Cathedral) görülmeye değer. Yunan katolik katedrali, rokoko tarzı mimarisi ile şehre tepeden bakıyor.
Ermeni Katedrali (The Armenian Cathedral) şehrin bir diğer görsel değeri. 1500’lu yıllarda yapılmış. Ağırlıklı Gotik tarz kullanılmış. Bu kilisenin şöyle bir hikayesi var, Osmanlı şehri kuşattığı zaman kulesi yıkılıyor. Orijinal çan kulesi 1571 yılında yapılmış. Yıkıldıktan sonra 19. yy’da aslına uygun olarak restore edilmiş.
Son olarak Aziz Kilisesi (The Church of Sts. Olha and Elizabeth) 1911 yılında yapılmış. Roma ve Yunan Katolik kilise örneği.
Lviv’de son gün öğle yemeğimizi, şehrin dışına Sovyetler zamanından kalma kahve ve bira tadımı için gittiğimiz Galician Restoranda yiyoruz. Turumuza bu restoranda yemek dahil olduğundan, yemek fiyatlarını bilmiyorum ama duyduklarım doğru ise şehrin en pahalı restoranı burasıymış. Pazarlık yapmadan, fiyat öğrenmeden sakın bir şey yeyip içmeyin dediler.
Öğleden sonra Svoboda Meydanına geliyoruz. Avrupa’nın en güzel opera binalarından biri Svoboda meydanında, The Lviv Theatre of Opera and Ballet. Bina muhteşem mimarisi ile Ukrayna’nın da simgelerinden biri, dışı kadar içerisi de mükemmel işlenmiş bir yapı. Opera’nın içini 10 grivna vererek gezebiliyorsunuz. Değer.
Lviv Gece Hayatı
Lviv’in gece hayatı için her ne kadar canlıdır derlerse de, Ukrayna’nın diğer şehirlerindeki dev disko, kumarhane, karaoke konsepti bu şehirde yok. Ben özellikle son gece yemek yediğimiz Fashion Clup’ı beğendim. Burası saat 22:00’ye kadar restoran olarak hizmet verdikten sonra alt katın orta alanı boşaltılarak disko bar oluyor. Bileğinize bir kağıt bant takılıyor ve kalabiliyorsunuz. Bu bant 100 grivna. Ust katta karaoke bar var. Rynok Meydanında bulunan mekan çok büyük bir yer değil.
Diğer çok bilinen bir disko bar ise Metro Clup. Gidenler çok kalabalık olduğunu söyledi. Ben gitmedim. Merkeze 10-15 dakika mesafede.
Merkezdeki diğer bir bar ise buraya gelen herkesin dilinde olan sado-mazo kafe (Masoch Cafe). İçeride kırbaçları ile gezen kızlar var. Sabah bir şey olmuyor ama akşam saatlerinde içeri girip çıkarken kırbacı yiyorsunuz. Yiyen arkadaşım oldu, ben kapısındaki Leopold Ritter von Sacher-Masoch heykeli ile ilgilenmeyi tercih ettim. Merak da bir yere kadar sonuçta.
Lviv İçin Son Söz
Lviv için duyduğunuz efsaneleri unutun. Özellikle %65’i kadın efsanesi gerçek dışı, böyle bir durum yok.
Türk lirasının değerli olduğu ender ülkelerden biri Ukrayna. (Ben gittiğimde öyleydi inşallah değişmemiştir. )
Alışveriş için normal dükkanları, marketleri tercih ederseniz daha az ödersiniz. Turistlik bölgeler daha pahalı olabiliyor.
İçiniz de rahat olsun, hiç bir dükkan sizi kazıklamaya çalışmaz ve yüksek fiyat çekmez. Bu barda da böyle, kafelerde de böyle.
Taksi kullanabilirsiniz ama net söylüyorum mutlaka pazarlık yapın 50 grivna diyorsa 25 veririm deyin. 25 olmasa da 30’a gidersiniz.
Ukrayna’ya Dolar veya Euro ile gitmeniz iyi olur. TL’yi bozacak yer bulamayabilirsiniz. Paranızı varsa otelinizin döviz bürosunda ya da havalimanında bozdurun, diğer yerlerde kur farkı çok olabiliyor.
Ukrayna’da İngilizce az biliniyor. Rusça tek hakim dil. Lviv’de İngilizce ile anlaşma olasılığınız gençlerle var. Üst yaş grubu bilmiyor. Taksiciler de genellikle çat pat seviyesinde.
Lviv beni büyüledi diyebilirim. Özellikle İstanbul’da yaşayan biri için başka bir şehri beğenmek neredeyse imkansızdır. İstanbulumuz bir yana Lviv’i görmek ve 3-4 günü bu şehirde geçirmek benim gibi sizleri de memnun edecektir.