Çınar Bey’in Zernişan’ı

Gökyüzüne meydan okuyan devasal büyüklüğü ve toprağı sarıp sarmalamış kökleri ile çınar ağacı, bulutlarla şakalaşıyor, rüzgar ile türkü söylüyordu. Kolunda asılı duran kendi deyimi ile evlatlığı salıncağı tanıtıyordu tüm dostlarına. Kendisine sıkı sıkıya bağlı olan salıncağı öylesine sevmişti ki, kendinden bir parça olarak görüyordu onu. Aslında yanılmıyordu da, iplerini saymazsak, ahşap oturaklığı ile salıncak, çınar ağacı olmasa var olamazdı. İnsanoğlu ile neşeli bir birlikteliğini sağlıyordu bu evlatlık. Şimdi dostu rüzgar ile oynayan evlatlığına sevgi ile bakıyordu. Sonbaharın hafif hafif vuran soğuğunda, yağmur taneleri ile ıslanmış toprağın bir metre yukarısında, nazlı bir taka gibi sallanıyordu salıncak.

Güneşin tüm gücünü gösterdiği bir günde, elinde bir tahta parçası, halat ve yastık ile gelmişti Uğur Bey. Çınar’ın yabancısı biri değildi. Çınar biliyordu ki bu adam, köklerini saldığı toprağın ve bu toprak üzerindeki her şeyin sahibiydi. Bukleli saçları ile bir küçük insan duruyordu yanında, kırmızı fileli eteği, minicik elleri ile tam bir küçük insan. Bu küçük insanın bitmeyen bir neşesi ve enerjisi vardı. Uğur Bey, halatı tahta parçasına dolayıp, üzerine yastığı koyarken, o hiç durmadan hoplayıp, zıplıyor, çınarın etrafında pır dönüyordu. Küçük insanı izlemeye öylesine kaptırmıştı ki kendini dallarına sarılan halat parçasının sıkılması ile canı yandı. Küçük insanın gülüşleri çınarın canın yanmasının önüne geçmiş, nedenini bilmediği bir şekilde mutlu etmişti onu.

Salıncağın üzerine kurulan küçük insanı ileri itmeye başladı Uğur Bey. Küçük insan gidiyor, geri gelince tekrar itiyordu. Böyle böyle daha yükseğe daha yükseğe çıkıyordu kahkahalar. Böylesine içten kahkaha atan, sevinçle gökyüzüne yükselip geri gelen birini hiç görmemiş olan çınar şaşkınlık içindeydi. Kendi gövdesi kadar yüzünde çizgiler taşıyan Uğur Bey, çınara bakıyor “arkadaş getirdim sana Çınar Bey” diyordu. Çınar geçmişi anımsadı ona “Çınar Bey” ismini veren Mahir Bey’i, onu buraya ilk getiren, her gün konuşan, gövdesine yaslanıp sessizce oturan adamı. Çocukluk ve gençlik zamanları şöyle bir gözlerinin önünden geçti Çınar Bey’in.

Tam derin düşüncelere dalmışken irkildi. Küçük kız salıncaktan inmiş, kendisini izliyordu. En yüksek dalına kadar kaldırmış kafasını, gökyüzüyle birleştiği noktadan aşağıya kadar süzmüştü çınarı. “Ne kadar ufak” diye düşündü çınar, “on misli büyüğüm ondan.” Zernişan öylesine hayran hayran öylesine sevecen bakıyordu ki, tüm köklerine su değmiş gibi sevindi çınar. – Dede! bu ağaç benden büyük mü? Gülümsedi Uğur Bey – Bu çınar, senden, anne babandan, benden, benim babamdan bile büyük, dedem dikmiş bu çınarı buraya, çorak bir arazi iken buralar, bu çınar canlandırdı bu araziyi derdi” “Buralarda bu çınarın tek yaşıtı bizim evdir, o bile kaç kez onarıldı da bu devasal çınar böylesine haşmeti ile durdu yıllardır. ” Çınar Bey’in aklına o zamanlar geldi, tek başına yaşadığı, sessizlik dolu zamanlar, tüm gençliği. Mahir Bey’in arkadaşlığı geldi. Bir ev bir de çınar. Ev konuşamazdı, ölü ağaç parçalarına odun deniyordu ve odunların konuşma yetisi yoktu.

Zernişan kollarını açtı, çınara sarıldı. Düşen yapraklarını topladı. Şarkılar söyleyip dans etti etrafında. “Çınar çınar,koca çınar, benimle oynar mısın? dallarını sallar mısın? Salıncak salıncak, salın salıncak, benimle oynar mısın? yastığını bana atar mısın?” Bu neşeye ortak olmamak mümkün değildi, dallarını sallıyor çınar, Zernişan’ın üstüne yapraklarını bırakıyordu. Mahir Bey’i düşündü, oğlu Ferid, sonra Ferid’in oğlu Uğur, onun oğlu Ozan. Hepsinin çocukluğunu anımsadı Çınar Bey. Hepsini çok sevmişti ama ilk defa bir kız geliyordu yanına, küçük insan olarak bir kız, gövdesine sarılan, öpen, yanağını koyan bir kız, ismi güzel Zernişan.

Eylül geçti, ekim geldi. Yağmurlar dövmeye başladı yeryüzünü. Rüzgar gücünü gösterdi tüm var olanlara, uğul uğul uğuldayarak. Böylesi havalarda giderdi küçük insanlar, sonbaharda yapraklarını dökerken giderler, sonra elleri yanakları, gözleri, kulakları büyüyerek gelirlerdi. Yağmur toprağı beslediği gibi mi beslerdi küçük insanları? Mahir Bey’i anımsadı, güneşli günlerde de dururdu, bembeyaz kaplandığında etrafta, yağmurlarda da dururdu, ayazda da. Küçük insanlar güneş seviyordu, çınar biliyordu.

Çınarlar gökyüzünü iyi bilirdi, yeryüzünü toprağı iyi bilirdi, kuşları, böcekleri, renkleri iyi bilirdi. Yeşilden sarıya nasıl geçileceğini, etraf bembeyazken hangi sincabın gelip dallarında korunacağını iyi bilirdi. Rüzgarı bilirdi çınar, yağmuru bilirdi, ıslanmanın ne güzel bir şey olduğunu iyi biliyordu. Çınarlar sessizce duruyordu zamanın içinde, etraflarında insanoğlu büyüyordu, can veren de can alanda olan insanoğlu. Çınarlar bazı insanları biliyordu, bazılarını hiç bilmiyordu. Sevgiden doğmuşlardı yıllar yıllar evvel, Zernişanları beklemek bizim Çınar Bey’e daha çok ömür veriyordu.

Barış, Erenköy – 1997

EksikKalan…

I

“Günler geçip gidiyor. Küçük uğraşlar büyük zamanlar alıyor. Anlamlı, anlamsız diye ayıramıyorum akıp giden hayatı. Büyük bir kısmının anlamsız olduğunu hissediyorum, hissediyorum hissetmesine de insan bu konuda çelişkili biliyorsun, bugün için çok anlamlı olan yarın değerini yitirirken, çok anlamsız olan değerlenebiliyor. Seni düşünüyorum en kısa zaman dilimlerinde, ilk fırsatlarda, kendimce ilk fırsatlar yaratmak için çok yaratıcı olduğumu fark ediyorum.”

Yine mi mektup yazıyorsun diyor kulağım üstünden bir ses. Süleyman’ın sesi. Karşıma teklifsiz otururken, ben sana Sevgi’yi anlatayım da sen de sevgiyi öyle yaz. Her insan bir kor taşıyor hayatının bir döneminde, taşıdığı kor daha canlı tutuyor insanı ve daha konuşkan. Süleyman’ın kız arkadaşı Sevgi, platonik ama platonik olmayan arada derede bir aşk hikayesi. Bizim gençlik zamanlarımızın özelliğini taşıyor, herkesin bildiği ama kimsenin birbiri ile konuşamadığı zamanlar bunlar.

Süleyman’la ortak bir düşüncemiz vardı. Sevgi üstüne konuşmak için sevmek gerekiyordu. Sevmeyen insan sevgi üstüne konuşmamalıydı. Sevgiyi yüceltmek lazım deyişini hatırlıyorum. Sevmeyen insan bunu yapamaz, bin türlü fikir üretir, sevginin saydamlığını, saflığını, insanın anlamayıp hissettiğini bozar. Bu tezimizi zamanla çok geliştirdik, içmeyen insan içki üstüne konuşamaz, gezmeyen insan gezi üstüne konuşamaz falan derken tüm hepsinin doğru olduğu kanaatine vardık zira insanlar çok konuşup az yapıyordu. Daha çok yapmak daha az konuşmak gerekirken tam tersini bilgisizce, küstahça yapmayı tercih ediyordu. Alkolün bana verdiği yetkiye dayanarak diye başlıyorsak söze kesin filozofça bir şeyler çıkacak demekti ortaya.

II

“Gün usulca karardı pencerede.

Gece oldu. Lambaya bakıyordum

Camda, yalnızlığımı gördüm derinde

Baktım ki başı boş bir sokak, mutsuz

Taş kesilmiş yüzümde, ellerimde.

Vay benim alın yazım, ıssızlığım!”

Oktay RIFAT

Saat 3, sabaha karşı üç, neden sabaha karşı deniyor acaba, sabaha kim karşı koyabilir ki, hem insan neden sabaha karşı olsun. Çok içtik gene, en güzel saçmalamak aşırı alkollüyken oluyor. Zihin bir anda sınırsızlaşıyor, her şeyi her türlü düşünebilir hale geliyor. Neyse bahçeye çıkıp şöyle bir sabah ayazını alayım da kendime geleyim. Ne kadar sessiz bir gece, doğa çok geveze ama, bu ağaçları sürekli hışırdıyor, cırcır böcekleri ötüyor arada, çok uzaklarda gürültü ile kayan bir yıldız. Gürültücü ama çok ağırbaşlı bu doğa ve çok efendi. Aheste aheste yapıyor yapacağını, bir bulutsusu var yukarıda herkesi kendine hayran bırakıyor, bir bulut tarlası taşıyor ayının önden geçirmek için ki ressamları uyku tutmasın diye, şairler tüm ömrünce aradığı kelimeleri hemen bulsun diye.

Saat 3’ü biraz geçti sanırım, sarma sigarayı yaktığıma göre daha zamansız bir anda değilim, henüz yeryüzündeyim, bahçede hafif bir ürperti içinde, gökyüzünü izliyorum ve bunu biliyorum. Biliyorum o halde gökyüzü var. Breh breh breh, Descartes halt etmiş. Bence Dekart’ta çok matah biri sayılmaz, böyle oturmuş bahçesinde, gökyüzünü izlemiş, rüzgarı dinlemiş, ne yapacağını bilemediği bir anda evreka…

Çok bulutu var doğanın, o kadar çok ki tüm gökyüzünü öylesine bir anda kapatabiliyor. Öylesine kapatabiliyor ama öylesine kapattığını düşünmüyorum. Utangaç biri gözleri doluyor, saklamak istiyor. Doğanın gözleri neden dolar acaba, o da aşk acısı çeker mi? Canı yanar mı? Sevdiği birini kaybetmişliği var mıdır? Bende ki de laf, eğer bu dediklerim olmasa neden bu kadar ağlasın…

III

Hey! Saklandığın delikten çık.

Nerede coşkun, cesaretin. Hayat bir eğlenceydi hani küçük ukala! Demek sözcüklere de değer vermiyorsun. Demek işine gelene eyvallah, gelmeyen önemsiz…

Sen yazarda mı oldun, aşk,ölüm daha neler neler. Neler? Bırak bu ayakları! Çok konuş ki anlasınlar içinden gelen tıngır, tungur sesleri. Boş sesleri, boşluğun sesleri.

Sakın, sakın hiçbir şey yaratma ama en büyük sanatçı sen ol. Anlamsızca konuş ki filozof diyebil kendine, inançları kur, inançları yık, insanı anlat, anlat kalabalıklara, arkanı dönünce köylü de, sürüde de babam de, alkışlar kıyamet tadını çıkart. Bak sağına soluna, dumanlı konuşmaların ortasında kendi başına, gözlerini kırpıştırma, yalnız başına, yapayalnızsın tek başına…

Küfür etmek istemiyorum sana ulu piç! Özgüven, lafazanlık sende, sevgi üstüne at, tut, yut, koyun koyuna, tüm koyunlarda geçirdiğin anlar boyunca, gerçek de, gerçekten birgün gerçeği söyle, sevmedim de kimseyi, sevmedim. Kendimden başka hiçbir şeye değer vermedim.

Değeri sadece kendi üstünden biçenler, en değersizler bil istedim. Sen yine de bildiğin gibi yaşa, padişahım çok yaşa…

Barış, Kadıköy 1995-1999

Sıtkı Sıyrıldı

Kelebekler aforizması ile aramızda belli bir saygınlığa ulaşmışlığı da olmadı değil. “Kelebekler en fazla bir hafta yaşar, zaman aynı zamandır. Biz insanlara da onlara da. Bir kelebek olmadan sorgulayamazsın süreyi.” Sıtkı Sıyrıldı, hayretler içindeydik.

“Sonu gelmeyen dehliz / Sürünmekte çaresiz

Sonsuza giden zaman / Sonu olan insan için ne kadar gayesiz”

Böyle başlıyordu konuşmaya., Sıtkı Sıyrıldı. Anne babasının ona yaptığı en büyük kötülüğün ismi olduğunu söylemeden önce, mutlaka ama mutlaka şiir okurdu. Her gece şiir yazar, türkü dinler, gitar çalardı. Kötü şiir okur, kötü türkü dinler, kötü gitar çalardı. Azmine hayrandık, kendisine katlanamıyorduk. Toplumun ondan sıtkı sıyrılmıştı, ha ha haaa!

10 yıl oldu tanışalı, anlamsız biriydi zaten. Karafatmayı anlattığı, o muhteşem imge ve tasvirlerle dolu olduğunu söylediği yazısını bana okuttuğu o an, aman Allahım, içki ile birleşen mide sorunu, yazısı ile dışarı çıkmıştı, içimde tutmayı çok isterdim ama başaramamış yazısının üstüne kusmuştum. Gerçi Allahı var (o reddediyordu da lafın gelişi benim ki) tek laf etmemişti. Karafatma şiirini okuyarak bitirmişti geceyi.

“Kara kapkara gece karanlıkta / Birden fırladı ayak altında

Kara kapkara bir gecede ben yalnızdım, karafatmalar asla yalnız gezmezlerdi oysa”

Kelebekler aforizması ile aramızda belli bir saygınlığa ulaşmışlığı da olmadı değil. “Kelebekler en fazla bir hafta yaşar, zaman aynı zamandır. Biz insanlara da onlara da. Bir kelebek olmadan sorgulayamazsın süreyi.” Sıtkı Sıyrıldı, hayretler içindeydik.

Uçamayan uçurtması konusu vardı misal, mavili, yeşilli, kırmızılı, sarılı cıvıl cıvıl, hayat dolu bir uçurtma. Öyle bir anlatırdı ki gökyüzü inerdi avuçlarımıza, saçmalıkları ile ünlü Sıtkı Sıyrıldı, nadir zamanlarda, kısa anlarda sizi şaşırtabiliyordu. Uçurtmayı anlatırken durur, en sevdiğim renk siyah derdi. Siyah; asaletinden değil karanlığa benzediğinden, yıldızsız, aysız geceye benzediğinden. Bir ürperti dolaşırdı etrafta, bu ani geçişleri kaldıramayan insanlar gördüm etrafımızda. Biraz önce mavi gökyüzünden, gözlerinde alevlerle karanlık gece methiyesi haliyle ürkütüyordu insanı. Gözlerinde ki alevler söndüğünde, ben böyle geceler düşmanım diye bitirdi. Yıldız olmayan gökyüzü gökyüzü olamaz.

Sıtkı Sıyrıldı, kısa bir ömür sürdü. 42 yaşında sirozdan öldü. 5 kişi katıldık cenazesine. Benim işim olduğundan mezarlığa gitmedim. Nereye gömüldüğü konusunda bir fikrim yok aslında. Cennete inanmadığını söyler ama kesinlikle oraya gideceğini iddia ederdi. En güzeli diyordu inanmadığın bir yere gidebilmek. Bu gece nereden aklıma geldi Sıtkı Sıyrıldı bilemiyorum. 42 yaşıma bastığım gün olduğu içindir belki. Böylesi bir gökyüzü altında eve doğru yürürken, evren genişliyor hacı, evren genişliyor. İnsanlar daraldıkça, evren genişliyor. Biz darala darala patlayacağız, evren ise genişliye genişliye hacı. Bir insanın ömrü mahallesini keşfetmeye bile yetmiyor hacı, evren durmuyor ki sırrına erelim, çaresiziz hacı, çok çaresiz. Süt, yumurta, peynirle uğraşıyoruz. Sıtkım Sıyrıldı hacı, çaresizim. Evrenin sırrı nedir hacı, ölüm nedir? Böyle böyle konuştuğu akşam öldü. Böyle bir gökyüzü vardı, İstanbul’da elektrikler kesilmiş, Samanyolu Galaksisi yanı başımıza kadar inmişti. Evren genişliyor…

Barış, Nisan 2019

Deli Rıfkı

Rıfkı deli, deli ama öyle böyle deli değil, kimse cesaret edipte bir şey diyemez, vurdumu dört adamı devirdiği rivayettir söylenir. Rıfkı ile ilgili anılarını yazsa mahalleli tüm çocuklar kitap olur, İnce Memed’den kalın, cilt cilt kitap. O yüzden sadece bir tanesini yazıyorum. O seneyi…

Bizim mahallenin delisi; Rıfkı. Bağırıyor yine sabaha karşı, sabaha karşı dedimse, imam daha yatağında, güneş henüz dünyanın çok uzağında, horozlardan önce uyanmış Rıfkı “-sudan ucuz sulu boyalarım var.” sabahın köründe küfürler, belalar havada uçuşuyor… “-Koş vatandaş koş, boya alana su bedava!”

Rıfkı deli, deli ama öyle böyle deli değil, kimse cesaret edipte bir şey diyemez, vurdumu dört adamı devirdiği rivayettir söylenir. Rıfkı ile ilgili anılarını yazsa mahalleli tüm çocuklar kitap olur, İnce Memed’den kalın, cilt cilt kitap. O yüzden sadece bir tanesini yazıyorum. O seneyi…

Üniversiteyi kazandım, senden bir halt olmazlarla büyümüş bir çocuk olarak İstanbul Üniversitesi’ni kazanmış bir genç mahallede nasıl karşılanırsa öyle karşılandım. Bilmiyor musunuz nasıl karşılanacağını? O zaman mahalle arası bir düğünde olduğunuzu hayal edebilirsiniz. Anne babamın bir sokakta yürüyüşleri var, sanırım ben değil onlar kazanmış olmalı. Her yerde elim sıkıyor, artık başım okşanıp, elime şeker verilmiyor, elim sıkıyor, aferin, bravo, gurur duyduk, bizim çocuğa da bir el atıverler, gülümsemeler, kahkahalar, gurur duydukları belli olan bakışlar arasında geçiyor zamanım.

Gel gör ki Rıfkı’da bir efkardır gidiyor. Çocukluğumuzdan beri biz onun bir numaralı belalılarıyız, arkasından “-sen oyna Rıfkı sen oyna” deyip şıkkıdı şıkkıdı oynatarak mahallede tur atmalar mı dersin, sevmediğimiz, azar işittiğimiz birin evine götürüp küfür ettirmeler mi ? Bir kıza aşıksak söyletmeler mi , alt mahallenin çocukları ile kavgaya tutuşturmalar mı… Çocuktuk, neşeli ve acımasızdık…

“Toprağı bol olsun Resul Amca vardı, mahallenin çocuğu oldun mu herkesin çocuğu olduğun zamanlardı, babalar hepimizin babası analar hepimizin anasıydı, sevdiler mi tüm çocukları sevme, dövdüler mi tüm hepimizi dövme hakları vardı. Resul Amca’da tüm çocukların amcasıydı işte, hepimizin babasının kardeşi, öz be öz amca. Nedenini unuttuğum bir çocukluk haytalığından mütevellit güzel bir tokadını yemiştim. Amca dövdüğü zaman gidip evdekilere söylenemezdi, desem ki babama Resul Amca bana tokat attı, hiç sormaz o da basardı tokadı. Neyse. Ana babaya söyleyemezdik ama Rıfkı öyle mi ya! Çete toplandı Rıfkı ile doğru Resul Amca’nın evinin önüne, Rıfkı bağırır “-Resul pipisi minik, nereden geldi bu enik?” biz de sanki konuya uzak “-aaa! ne ayıp öyle miymişşş!” diye avaz avaz… Hatta dışarı çıkan konu komşuya Rıfkı diyor ki “-Resul Amca’nın pipisi minikmiş.” “-Aaaa! tövbeler tövbesi, sus deli” kıkırdamalar, herkese eğlence lazım tabi, mahallede olay yok ki. Resul amca utancından bir hafta evden çıkmamıştı”

Rıfkı da neşeli ve acımasızdı. Bize çocuk, ona, deli diyorlardı, iyi anlaşıyorduk. 

“Orta sondu sanırım, Arzu diye bir kız vardı, kahverenginin en güzeli gözleri vardı, o güne kadar böylesine bir renkten haberim yoktu, kör arkadaşlarım kahverengi işte diyorlardı, öylesine kahverengi, kör oğlu körler. Elmacık yanaklarının üstünde belli belirsiz çilleri için güneşli günlere dua ederdim, güneşten yandı mı yüzü çilleri öylesine belirgin olurdu ki, dünya durur, ay dururdu. Jüpiter’e kadar çarpardı kalbim. Dudaklarının üstünde iki çizgi vardı ki dünya da daha güzel iki doğru yoktu. Gülümsediğinde dudaklarının yanında belli belirsiz gamzesi çıkardı, kendi bile bilmezdi, gülümsesin diye ömrümün kalanını o an ona verebilirdim. Bizim yıllarımız enteresandı, sevda çekmek acı çekmekti. Acı çekmiyorsan sevdalı değilsindir kesindi netti. Böylesi bir yara içini delik delik ederken, gidip de söylemek ne mümkündü? Gizli gizli sevilir, şiir yazılır, kaset doldurulur, arabesk şarkıların tamamı ezberlenir, 15 yaşında dert sahibi olunurdu. Elini tutmak, dudağını öpmek mi? Hadi canım hadi hangi kalp dayanırdı buna. İşte böyle dertliyken kimse ile konuşamaz ama Rıfkı ile konuşurdun. Zira Rıfkı deliydi, ne anlayacaktı, sessizce dinlerdi seni, bir tebessüm ederdi, hafif geriye yaslanırdı olduğu yerde, yan yana seninle sen kalkana kadar güneşin batışını izlerdi öyle uzaklara uzaklara bakarak, o ne görürdü ederdi bilmem, ama sen arkanı sağlama almış, gökyüzünde her bulutta bir çift kahverengi göz, bir gülümseme görürdün. Türkan Şoray filmlerini anlardın o zaman, basit hayatın, Yeşilçam oluverirdi. Hüzünlü olmasın ama Rıfkı’nın anıları, artık bu derde düştün mü, allem eder kallem ederler, kıza bir yerde Rıfkı’ya söyletirlerdi durumu. Kıpkırmızı yanaklarla kız karşına geldiğinde anlardın hemen, içinde ki öfke ve sevinç karışmış duygunun başka bir ismi olması gerektiğini. Ya yerdin tokadı, ya abisinden yerdin tokadı, yada bir sıcak el tutardı elini, hey allam ya.”

Nerede kaldık? Ben üniversiteyi kazandım. Rıfkı yanıma geldi, elinde bir tüy. “-al.” dedi, gözlerini benden uzak tutuyordu. Rıfkı ağlamazdı hepimiz bilirdik.

Rıfkı’nın duyguları yoktu, öylesine duygusuzdu ki Rıfkı, içinde kocaman bir volkan taşırdı ben biliyordum, nereden biliyorum söyleyemem ama biliyordum, bilir insan, sizde bilirsiniz, biliyorsunuz, nasıl bildiğinizi düşünmeden biliyorsunuz. Patlamayan bir volkan, sönmüş bir yanardağ taşırdı, kor kor olmuştu içi Rıfkı’nın mağma halt etmişti. Duygusu yoktu Rıfkı’nın dedimse aynı bakardı, ağlamazdı gözleri, gülümsemezdi, öfke duymazdı, umut taşımazdı bakışları, gözlerinin rengi yoktu, güzel gözleri vardı ama, hiç kimsede olmayan gözleri vardı. Duygusuz Rıfkı, bir kediyi bile okşarken incitmemiştir, duygusuz Rıfkı bir kadına yanlışlıkla bile çarpmamıştır, duygusuz Rıfkı mahallenin tüm tabutlarını duygusuz gözlerle taşımış, son toprağı üstüne o atmıştır. Sabaha kadar mezarlıkta yatmıştır her ölünün ardından.

Gözlerini sağa sola çeviriyordu Rıfkı, bilmesem tanımasam diyeceğim ki ağlıyor Rıfkı. “-bu ne? dedim. “tüy” niye? “-okulda yazı yazman için. Güzel şeyler yazman için” Allahın delisi işte.

Mahallenin bir sinema salonu var, her şeyin ilkini yaşadığımız karanlık alan, ilk öpüşme, ilk mastürbasyon, ilk kavga, ilk devrimcilik… Bir film gelmiş eski zamanları anlatıyor, Rıfkı salonun bir köşesinde, filmin bir yerinde o zamanın insanları, hakimi, savcısı, avukatı, doktoru her kimi ise işte osu tüy ile yazıyor… Allahın delisi işte.. 

Gözlerini gözlerime dikti. Çocukluğumun bittiği andı. Rıfkı, sevdiği bir arkadaşına kendi meşrebince veda ediyordu. Çocukluğumu bırakıyordu, tüy kalem ile ellerime. Öyle bir ağladım ki öyle bir ağlama görülmemiştir. Hüzün ve çaresizlik hissi birleştiğinde başka bir isim alır, bilmediğimiz bir isim, sadece hissettiğimiz bir isim, isimsiz bir isim.

Barış Tolga Çoruh, Şubat 2011

Bir Sıradan Güvercin gibi

Bir zamanlar bir güvercin varmış. Tüm güvercinler gibi bir güvercin. Tüm güvercinler gibi uçup, tüm güvercinler gibi yürürmüş. Bizim güvercinin büyük bir sıkıntısı varmış. Tüm güvercinler, su içerken akislerine bakıp, kendilerini beğenirken ya da uçup kanatlarını gururla açarken ve ya şöyle kafalarını kanatlarının arasına sokup kaşınıp sonra etrafa mağrur mağrur bakınırken…

Bir zamanlar bir güvercin varmış. Tüm güvercinler gibi bir güvercin. Tüm güvercinler gibi uçup, tüm güvercinler gibi yürürmüş. Bizim güvercinin büyük bir sıkıntısı varmış. Tüm güvercinler, su içerken akislerine bakıp, kendilerini beğenirken ya da uçup kanatlarını gururla açarken ve ya şöyle kafalarını kanatlarının arasına sokup kaşınıp sonra etrafa mağrur mağrur bakınırken veya başlarını arkaya döndürüp masum bir çocuk gibi uyurken, bizim güvercin, hepsini yapmasına rağmen, beğenme, gururlanma, mağrur mağrur bakma, masum uyuma durumlarını yapamıyormuş. Çünkü bizim sıradan güvercinimiz kendini çok sıradan buluyormuş.  Bu yüzdende hep mutsuzmuş.

Bir tane martı arkadaşına özenerek, arkadaşlarından daha hızlı uçmaya çabalamış ama olmamış, daha güzel yürümeye ama ıhh! tüylerini uzatmış suya bakmış nafile, kısaltmış bakmış nafile, sporcu olmaya karar vermiş yok, yazar olmak istemiş yok.. yok yok, yok oğlu yok. Bizim güvercinimiz daha yavaş uçanları değilde misal daha hızlı uçanlar gibi olmak istiyormuş. Hatta bu söylene gelen

“-bak sen kendi haline gaga bürüyorsun ama neler neler var gagana rahmet” lafına çok kızıyormuş.

“-Bir güvercin” diyormuş, “-nasıl daha iyi olabilir, kendinden daha kötülerden iyi olduğunu düşünüp yalan dolanla mutlu olarak mı, yoksa kendinden iyileri feyz alarak mı?

    Şimdi bizim güvercinimizin mutsuzluğu kendi içinde, kendi kendini, bir böğürtlen kurdu gibi iştahla kemirirken, dışarıda arkadaşları onu pek bir sever, neşesine hayret ederlermiş.. Ve de bizim bu kendini sevmez güvercinimize dışarıdan baktığınız zaman  kanatları sağlam, gözleri sağlam, yürümesi sağlam fiziken kusursuz bir görüntüsü varmış. Güvercin güvercin konuşurlarken, pek derin, pek duygusal, pek yoğun mevzulara girmediği( veya giremediği – bu kendi tabiridir-) içinde kimse onun kederli durumunu bilmezmiş. Bazen durgun bir bakış, yorgun bir kanat kaldırış fark edildiğinde de hep neşeli ve fırlama olduğu içindir ki bazı birkaç arkadaşı “neyin var” “hayırdır” diye soru verirler, o da uzun uzadıya anlatamayacağı içindir ki “hiç” deyip geçiştiriverirmiş.

Aslında bizim güvercinimizin sıkıntısı bu içinde taşıdığı keder halinden utanmasıymış, bir taraftan mükemmellik nedir? diye kafa yorarken diğer taraftan dünyanın diğer güvercinlerinin acıları ile üzüntü çekiyor bu duruma bir gag sesi verememenin ezikliğini yaşıyormuş. Bu eziklik içerisinde birde “vay efendim benim kederim var”, “sevdim kavuşamadım”, “içimde ki yavru güvercin öldü” lafları minik gagasını kızartmaya (en azından kendi kendisi için) yeterde artarmış bile… 
    Bizim sıradan güvercinimiz sevdayı da bilirmiş elbette, ama gene kendisi gibi, vurulmuş bir martıya! Gene olmayacak düşlerin peşinde, arkadaşları yapma etme bak ne güzellerimiz var derken, bizimki kulak asmazmış. Kuytularda bekler, martısını görürmüş, aman aman dünya o gün şenlik kumpanyası, dünya o gün bolkepçe darı. Gel zaman git zaman utanır olmuş bu sevdadan. Düşünmemeye çalıştıkça batar olmuş içine, ben sıradan minik bir güvercin, o ihtişamlı bir martı. Her yerde  olduğu gibi kurt başlamış güvercini kemirmeye, çıkamamış işin içinden.
    Günlerden bir gün bizim sıradan güvercinimiz, Kadıköy’de Haydarpaşa Garı’nın en üst noktasında  Marmara Denizi’ne karşı elinde cigarası ile efkar efkar dururken kendini görmüş; Kadıköy’e bakarken, Marmara’ya ve Türkiye’ye, Avrupa’ya ve de Dünya’ya, Samanyolu’na…

Bir bütünün  minicik parçası. Bir kar tanesi, kış vakti dolu dolu lapa lapa, tek başına bir arada yağar gibi. Bütün için kıymeti var mı yok mu bilinmez ama bütün bu minicik parçaların toplamı değil mi? Hepsi birbirinden değerli, hepsi birbirinden farklı. Ait olma duygusu garip bir sevinç vermiş bizim minik güvercinimize, ben bu dünyaya aittim nasıl olursam olayım, derin bir nefes çekmiş cigarasından, DÜNYAnın mini minnacık parçası güvercinimiz, başında martılar uçuyormuş… 

Barış Tolga Çoruh – Şubat 2011

Şıp Şıp

-Kapatın şu musluğu, uyuyamıyorum. (şıp şıp şıp…) Damlalar gözbebeklerime yıldırım gibi düşüyor, yüreğim yanıyor, beynim damlaya damlaya göl olmuş öyle işliyor.

-Kapatın şu musluğu, uyuyamıyorum. (şıp şıp şıp…) Damlalar gözbebeklerime yıldırım gibi düşüyor, yüreğim yanıyor, beynim damlaya damlaya göl olmuş öyle işliyor.

-Tamirci çağırdım birazdan gelir. Sende kalk artık, öğlen iki oldu hâlâ yataktasın, bağırmayıda kes! Cırtlak sesin hiç çekilmiyor bilesin.

-Sen git muslukla uğraş, bana karışma, bak, o şıp şıplar yüzünden yatağa işemişim. Hay allah! külotuma kadar ıslanmışım. Ay! şey yani, külotumdan eşofmanıma kadar, bu daha doğru oldu.

-Ne, ciddi misin sen? Tüüü! Allah belanı versin, damlalar yıldırım gibi düşüyormuş, aaaa, allahın cezası, çocuk musun sen lan, sekiz yaşında insan bile yatağa işemiyor, koskoca sıpa çiş etmiş. Dur bakiyim, aaaaa! Hem de yeni aldığım çarşaf. Muhabbete bak ya! Ulan tövbe, o çarşaf benim lan… Şimdi yıldırım gibi vazoyu geçireceğim kafana.

-Ne bağırıyon oğlum kulağımın dibinde? N’apiyim şıp şıplar yüzünden oldu, işemişiz işte, duyanda bilerek yaptığımızı zannedecek. Bağır bağırda bütün mahalleye duyur. Melahat kılıklı, bu arada bizim gül gibi yatağı soran yok.

-Bi de konuşuyon mu lan sen? Hasta! Biz niye işemedik, bizde şıp şıp duyduk herhalde.

-Ben bilmem. O, seninle, seninkinin arasında ki mevzu, beni karıştırma. Benim çük çok duyarlıdır, anında tepki gösterip, hiçbir şeye duyarsız kalmaz, öyle yetişti abisi, anladın.

-Ne kadar espirili bir ev arkadaşısın sen öyle.Adama bak ya! Hem suçlu hem de pişkin. Altını bezlemek lazım senin, yoksa ortalığa sıçarsın da sen.

-Ne biçim konuşma o öyle lan, zıçarsınlı, mıçarsınlı? Bizim kıçımız da eğitimli, delik görmeden boşaltım yapmıyoruz.

-Aaaa aaa! Soğuk sıkım taş baskı mısın lan sen? Zeytinyağı gibi, ana, utanmasa kalkıp dövecek. Pis çişli, allahın sidiklisi, kalk üstünü değiştir anten.

-Tamam tamam da kalbimi kırıyon ha! Öyle çişli mişli, hem de pis. Bi kerem çok temizdir çişim. Küçükken doktora idrar tahlili götürdüydük, doktor benim idrarı içip, masadaki suyu tahlile gönderdiydi. O kadar temiz ve berrak yani. Düşün gelen tahlil sonucu yüzünden 10 gün yoğun bakımda yattım, bu şehirde su içilmez aman diyeyim.

-Ay! deli olucam, lan gavat, işiyince keyfin yerine mi geldi? Kalk gerdan kır istersen, belki boynun kırılır da ben de kurtulurum.

-Oğlum be, senden bir ricam olacak, şu biricik, nacizane dostunu kırmazsın herhalde? Şu çarşafı yıka, zaten senin, şurayı da sil, odayı havalandır, benim külot, eşofmanı da makineye at, enflasyonu düşür, Fenerbahçe’yi şampiyon yap, bi hatun bul getir. Hadi be gülüm, ha!

-Valla ayıp ediyon lan, ni demek, bende bir şey isteyeceksin zannettim ya, allah ta benim belamı versin. Laaaan taşşak mı geçiyon?

-Ah! ne atıyon be kokmuş çoraplarını yüzüme. Tamam yapmazsan yapma, sen böyle götsün işte. Bari kızı bulsaydın?

-Şimdi senin götüne de kızına da! Kalk lan kalk zibidi. Ben mutfağa gidiyorum, çay yok, süt ısıtacağım. Geldiğimde bi halletmemiş ol burayı, o zaman dünyaya yeni bir top kazandırıyor muyum, kazandırmıyor muyum görürsün?

-Pağırma lan, pağırma, kalkıyoruz. İyi ki işedik. Hem musluğu yaptırmaz hem de şıp şıp duyup işeyince kızar.

-Ne diyeyim san ben, ne diyeyim ha! Pes valla pes. Bir de sırıtıyo lavuk. Lan gülmesene, ne kikirdiyon, ulan gitti güzelim çarşaf, ben anlamam 75 TL bayılırsın senin olur.

-Yetmişbeş telen kadar konuş lan, veririz. Alt tarafı işedik yani, demek ki senden saklamayıp gece yanlışlıkla, bak buranın altını özellikle çiziyorum yan-lış-lık-la, sigara ile yaktığımı söylesem, öldürücen bizi. Tüü sana yazıklar olsun! Söylesem bunu tüüü, yani, yani tüüü!

-Ne! Ne? Bir daha söyle bakiyim. Ne yaptın, neyi çizdin? Allaaaahh!

-Bu arada imana gelmeye başladın, Allah lafını kaçıncıdır söylüyorsun. Ben tüyerken sen devam et, lafını böldüğüm için özür.

-Kaçma yedim seni…

-Kaçmaya fırsat vermiyon ki, gelme atarım kendimi, anneee! Ah, vurma lan, Ayağım oy!

-Nerde lan yanık, orada boğayım seni.

-Ah başım, dur lan bişi söyliycem, dursana ah parmağımmm, kır bari ayı, lan dur, aaaaaa! Boğuluyorum kurtar beni, eyyy üstün insan neredesin?

-Merak etme birazdan yanlarında olursun.

-Dur lan, oğlum dursana, birşey söyleyeceğim…

-Hele bi öl, hemen akabinde söylersin.

-Ahhhhhğğğğğğoooolllaaaannnn!

-Bağır rahatlarsın. Gırçççç, gırççççç!

-Aslıma dönüp toprak olunca çiçek olur mezarımı süslerim.

-Ne güzel ne güzel, bende üstüne işerim. Kusura bakmasın Aşık Veysel, bu kişisel bir mesele.

-Sen ne anlarsın edebiyattan, sazdan, sözden, alaturkadan, bugün “Bir Nisan” oğluuummmm.

-Ne? 1 Nisan mı? Aaaa! Nasıl yuttuk lan zokayı, bi tonda dövdüm seni, ilahi daha önce söylesene oğlum. Hay allah! Ulan nereden gelir böyle şeyler aklına, ulan haha! Valla çok gülesim geliyor haha ha, hiiiaaa, haha!

-Kalk üstümden öyle gül. Bi şaka yaptık, elli ton dayak yedik. Ah sırtım! Ovsana biraz şurayı?

-hadi lan! Ne biliyim oğlum, öyle söyleyince böyle oldu. Hay allah! Hayırdır çıkıyon galiba donuna kadar değiştin, bakkala gidiyorsan bir diş macunu al kalmamış.

-Hı olur, gelirken alırım. Manitayla buluşcam.

-Lan oğlum, bu çarşaftaki ıslaklık ne lan?

-Su su

-Sınıffff, sınıffff. Ya bu kok… Allahhh, kaçma lan, gel buraya…

-Hi ha hohoho, sıvışşşş

-Ne aptalım ya Ocak ayındayız, nasıl yedim numarayı, lan kaçma, bak az dövücem söz. Aaaaa sigara yanığı, kaç lan kaç, az maz dövmiycem, ulan elbet bu eve geleceksin sen…

-…….

-Hay allah, tüydü hıyar. Hi haha manitası yok ki salağın? Ha haha kimle buluşacak, salak salak salak. Bari diş macununu unutmasa. Tüüüüü, çarşafın tamamı ıslak, kocamanda yakmış puşttt, ne biçimde kaçtı… sınıff sınıff lan süttt süt taştı….

Barış Tolga Çoruh, Ocak 1998 – Erenköy

“Ben” e dair bir kaç söz

Hayata dair ukalalık yapmak bizim haddimize değil tabi ki. Bu işi yapacak entel, entelektüel bir çok aydın, filozof, yazar, şair mevcuttur sanırım. Hem “ben” kimim ki?

Hayata dair ukalalık yapmak bizim haddimize değil tabi ki. Bu işi yapacak entel, entelektüel bir çok aydın, filozof, yazar, şair mevcuttur sanırım. Hem “ben” kimim ki?

“Doğmuş, yaşayan ve ölecek olan bir metabolizma, en basit anlatımı bu sanırım. Ve benim türümün ortak adı “insan.” İnsan, düşünen varlık, yo yo bu yeterli değil; insan, düşündüğünün üstüne düşünebilen varlık, peki bu yeterli mi? Zannımca hayır; insan, düşündüğünün üstüne düşünebilen aynı zamanda da bunu yapıp etmeleri ile ortaya koyabilecek yeteneğe sahip olan varlık. Bu en doğrusu sanırım, yoksa Dostoyevski’nin her hangi bir romanını bile açıklayamazdık.

İnsan en genel isim. Kuş, maymun, çiçek gibi bir sürü örnekle çoğaltılabilecek genel isimlendirme. Hayvan demedim mesela, aslında o insanın da üstündeki ad. Yani tümelden hareketle; Varlık-Canlı-Hayvan-İnsan-Erkek ve “ben.” Tüm bu sıranın en sonunda ki “ben” tüm üstündeki adlandırmalardan pay alıyor. Bütünün parçası. “Ben” isimlendirilebiliyor, toplum içinde daha rahat tanımlanabilmek adına, ama “ben” Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma demeyerek “ben” diyerek yazıya devam edeceğim. “

Ben, düşünen bir varlığım, düşündüğünün üstüne düşünebilen bir canlı, düşündüğünün üstüne düşündüğünü ortaya koyma yeteneğine haiz bir insan. Hayvanlık kısmım iç güdüsel hareketlerimle, erkeklik kısmım da üremedeki rolüm ile ortaya çıkıyor.

Düşünebilen “ben” idrak ediyor. İdrak düşünmeyi daha karmaşık hale getiriyor ve yeni idraklar ortaya çıkıyor, böylece düşündüğümün üstüne düşünmüş oluyorum. Bunu ortaya çıkarma yetisi tamamen “ben” e ait bir olgu.

Buraya kadar enteresan bir şey yok. Her şey en temel anlamı ile. Şimdi, hayvandan gelen insan, diğer canlılardan kendini ayırıp başlıca bir dal haline getirmiş. Hareket kabiliyetli canlılara da – hayvan – ismini uygun görmüş. Peki, insan dışındaki hareket eden canlıları bizde bu isimle belirtelim. Yani; maymun, kuş, kedi yerine bunların geneline verilen ismi kullanarak hayvan diyerek geçelim.

Her canlının ortak özelliklerinden biri kendi cinsiyle birlikte yaşayabilmesi. Maymun maymunla,kedi kediyle, insan insanla vs. Hayvanların bir aradalığına sürü, insanların bir aradalığına toplum diyoruz. Ne oluyor, insan toplumu oluşturmuş oluyor. Şimdi “ben” bu noktada toplumun bir parçası, onu oluşturan öğelerden biri oluyorum. “Ben” doğumundan itibaren yaşadığı toplumu oluşturan değer yargıları ile yüklenmeye başlıyor ve tam manası ile onun bir parçası oluyor. Güzel…

Düşünen insan fiziksel görme yeteneğinin dışında bir görme yeteneğininde sahibi, bu da fikir denilen olguyu ortaya çıkartıyor. Fikrin söylenmesi de zikir adını alıyor. Çizilmesi; resim, yazılması; yazı vs. kabaca böyle.

Ya…

İşte böyle…

Şimdi ne olacak.

“Ben” toplum içerisinde, toplumun değer yargıları ile büyür, düşünmeye başlar, düşündüğünün üstüne düşünmeye de başlar hatta bunu ortaya koyma yeteneği gelişir, kendi fikri oluşur ve topluma ters düşer. Yaş 25. “ben” sıçar…

Burada ki sıçma, yediklerinin posasının dışarıya atılması değil, bu argo, açıklaması, ne yapacağını bilemez. Kendine ait bir dünya oluşturmak ister ama başaramaz. Boku yer… Bu da simgesel, ne yapacağını bilemez anlamında.

“Ben” toplumun en küçük parçası olarak başladığı yolculuğa, toplumdan ayrı fikirler edinimi ile devam eder, eder mi? Bazı “ben” ler eder, bazı “ben” ler edemez. Buradan bir sonuç çıkartmamız kaçınılmazdır. Demek ki toplum yaşayan bir organizmadır. Yaşayan her organizma, bizim bilimimizin müsaade ettiği ölçüde bilebildiğimiz bir fikir geliştirme süreci yaşar ve fikir geliştiren her organizma, anti yapısını da içinde yaşatır. Gelişen fikirler bir biri ile ortak bir sonuca varmak durumunda değildir. Fakat ortak fikirlerin olduğu bir ana yol oluşturulabilir, tali yollarda seyreden “ben” ler herkesin kullandığı alanları ortak fikirler doğrultusunda kullanabilir.

Ortak alanın içini tüm alanlar için doğru kabul etmek yanıltıcı ve de gelişimi önleyici bir durumdur. Toplum bir aradalığını sağlamaya çalıştığı ortak alan yollarını fiziki kurallar ile belirlemesi gerekir. Zihinsel kurallar tali yolları yok edecektir. Yok etmek, genişlemeyi durdurmaktır. Zira “ben”ler farklı farklı fikirler ile bir arada yaşayabilmeli ve büyüdükçe, yeryüzünü küçülte bilmelidirler. Toplumu, sürü haline getirmeye çalışan güdücüler her dönemde olacaklardır. “Ben” çok güçlü bir kavramdır ve her dönemde kazanır.

Barış Tolga Çoruh, 2002 – Erenköy

Kalem Çıldırdı

-Biraz, biraz olsun ışık veremez misin?

-Hayır. Işık yok sana. Karanlığa mahkûmsun sen.

-Mahkûm mu! Seviyorum karanlığı. Onu seçen benim zaten. Ama bazen ışığı özlüyorum. Monotonluğu yıkmak, bir az değişim aramak için.

-Ben veremem ışığı sana. Sen al. Doğrusu sen almalısın. Elde etmek yani.

-Üşüyorum, kemiklerim titriyor, için buz kesti. Bir sigara ve bir fincan kahve özledim. Annemi verin bana.

-İstek hakkın yok, unutma. Senin bu tür isteklerin olamaz ki.

-Peki. Umut etmek zor olmasa gerek. Kim demişti “Umut etmek en büyük kötülüktür” (*) diye. Gerçek bu galiba. Kötülük zorluktan doğar.

-Saçmalama sen düşünemezsin.

-Üç parmak arasında sıkılıyorum. Ağlatma beni artık, bitirme gözyaşlarımı, tükenir biliyorsun.

-Sen tekil olansın, kimse için bir değerin yok, iş gördüğün ölçüde değer kazanansın.

-Gülmek zor olmasa gerek, güleceğim işte …

-Boş boş konuşma. Kendine gel. Yapamazsın bunu sen.

-Senin her dediğini yapmak zorunda değilim. Benim de isteklerim var.

-İsteklerin mi var? Sen istekleri yapansın. Uçmasın, kalsın diye bulunansın. Ötesini arama boşuna, boşuna çabalama. Sus artık.

-Hiçbir şey olmayan değilim ben. Değerim varolduğumdan beri var ettiğimden. Misal ben olmasam şunu bilemezdin; “Aslıma dönüp toprak olunca, çiçek olur mezarımı süslerim.” (**) Söyle, ben olmasam nereden öğrenecektin bunu?

-Tamam, tamam. Gereklisin kabul. Ama haddini bil biraz. Sen, sen olarak kal. Unutma ki, ben olmasam, senin olmayacağın gerçeği var. Bunlarda olmayacak. Seninde o vakit hiçbir değerin olmayacaktı.

-Ağlat, ağlat beni. Sesimi kıskan, hani bir baş kaldırandın sende, neden bu susturmaya çalışman?

-Çıldırdın galiba ya da ben mi çıldırıyorum? Sen düşünemez, sen baş kaldıramazsın, senin sesin ancak benim elimdeyken çıkan bir sürtünmedir, sen katısın sen gözyaşı dökemezsin. Şimdi seni köşeye koyacağım ve tamamen sessizliğe bürüneceksin, anladın mı? Bir ölü gibi uzanacaksın. Bir ölü sessizliği olacak tüm çevrende. Ölü sessizlik istiyorum senden.

-Beni çok arayacaksın, unutma! Benden vazgeçemezsin…

-Yarın, yarın yeni kelimeler geçireceksin buraya. Başka başka düşünceleri ölümsüzleştireceksin. Benden çıkan ve sana ulaştığı anda artık bana ait olmayanlar olacak. Düşünmeleri, düşünce yapacaksın. Benimle tartışman boşuna, tüm isteklerin şuna benziyor; Bir balık çıkmış denizden, balıkçıya demişki -ben yürümek istiyorum. Ben balığa gülerim, sana da gülüyorum. Ha ha ha…

(*) Friedrich Nietzsche

(**) Aşık Veysel Şatıroğlu

Barış Tolga Çoruh, Erenköy – Ocak 1998

Kırlangıçlık

Uçaktan atladım gene, çok yorgunum, tam onbin metre yüksekten boşlukta süzüldüm. Kollarımı çırpıp durdum, kuş gibi uçmak için. Yer çekimi engellenemiyor, hızla düştüm. Rüzgar havada hasta etti beni, evde yatıyorum, ateşim 40 derece, kimse inanmıyor uçaktan atladığıma. İşte gene uçaktayım, boşluk çekiyor beni, hop hızla yere inmeye başladım, anlım buz tuttu. Gözlerimi hafif açtım, annem ağlamaklı, ben gözümü açınca gülümsedi. Bu bezi kim koydu anlıma? Çok üşüyor anlım. Üç gündür baygınmışım, konuşurlarken duydum. Sesim çıkmıyor bir türlü, “alın şu bezi” diye bağırıyorum, duyan yok. Işıklar ağırdan sönmeye başladı yine, hava kararıyor, uçağa binmek üzereyim. Birazdan atlayacağım, kulağımda garip uğultular.

Hostes anons yapıyor, “sayın yolcularımız korkmayınız ateşiniz 41 derece, maşallah maşallah, isteyen atlayabilir…” Boşluk çok çekici uçaktan bırakıyorum kendimi, midem bulanıyor, bu sefer ne varsa çıkartıyorum. Gözlerimi açıyorum, üstüm başım kusmuk içinde, kim kustu üstüme? Kötü de kokuyor üstelik. Işıklar geldi demek, çok güzel ama ışık gözümü alıyor. Hayda yine kararıyor etraf, kim oynuyor bu ışıklarla? Uçağı kaçırmışım ! Nereye gideceğim ki? Hiç, hiç işte, en iyisi yürüyeyim. Neredeyim ben? Bu bulut kümesi de ne? Aşağısı mavi, ben beyazlar içinde bembeyaz bir bulutun üstünde yürüyorum. Son adımım boşluğa geldi, hızla düşüyorum… Düşüyorum, sürekli düşüyorum, ama aşağıya doğru düşmüyorum, ben düştükçe boşlukta düşüyor, ben hep aynı yerde durarak düşüyorum. (Etrafımda yağmur damlaları var, hıçkırma sesleri geliyor kulağıma.) Beyaz bir bulut, beyaz ki gözleri açık bakamaz insan, ama biliyorum beyaz ve görüyorum, üstüme örtülüyor. Odama tepeden bakıyorum, düşmüyor muyum artık? Annem ağlıyor, ben uzanmışım, kendimi mi görüyorum, öyle uzanmış? İmkansız mı? Işık yayılıyor her yanıma, ışığı görmüyorum, ben ışığım! Annemi görmüyorum artık, ışıktan ben ile ışık içinde ilerliyorum, o kadar ışık içinde ışıktan ben etrafı aydınlatmıyor, garip bir yoğunluk, ton farkı, aslında bunu sadece hissediyorum, bilmeden biliyorum. Işığım ben, ışığın ağırlığı var mıdır? Ah diyorum, keşke fen derslerine daha çok çalışsaydım. Ah! Bilmeden bilen ben biliyorum ki hafifim, ağırlığım yok, tüy gibi değilim, tüyün bir ağırlığı var, benim yok. Peki, ağırlığı olmayan ben, nasıl uçuyorum? Ben mi uçuyorum, etrafım mı yer değiştiriyor? Burada ne çok soru var? Üşümem geçti, ateşler içinde yanmam geçti, hava yok…

Uçuyorum, önce ki gibi değil, o kadar hızlı uçuyorum ki, yetmiyor, daha hızlı daha hızlı uçmak istiyorum, ağırlığı, hacmi, kütlesi olmayan olarak daha hızlı daha hızlı uçmak istiyorum. Çocukken babam elime bir kitap tutuşturmuştu, bir martı, neydi adı; Jonathan, Martı Canıtın, en yükseğe çıkan martı, ne kadar iyi anlıyorum, sınırlarını aşmak isteyen o martıyı. Evet, evet daha hızlı uçuyorum, öylesine hızlı uçuyorum ki, kollarım kanatlara dönüşüyor, küçük bir kuyruk… Dünyayı yeniden görüyorum…

Altımda deniz mavi ve yeşile çalmış, az biraz üzerimde gökyüzü, yağmur yeni kesilmiş, gökkuşağı bin renkten oluşmuş. Şimdi gökkuşağının ortasından bir hızlı geçiş, ufak bir sorti, aşağıya süzülüş ve bir ağacın dalına konuş. Bir çocuk annesinin elini tutmuş, beni gösteriyor.

“Aaaa!! Bu mevsimde kırlangıç, ne işi var burada?”

Barış Tolga Çoruh, 27.04.1998 – Sahrayıcedit

Cihat Aşkın’ın Kemanında ki Bülbül

Kadim dönemlerden gelen bir gelenek ile belli yıllarda özel bir çocuk doğar. Bu özel çocuğa daha doğmadan evvel özel bir yetenek verilir ve çocuk o yeteneği ile büyür. Yolu çizilmiştir. Her şey o yolda gider, zaman o yolda akar, gerekirse durur. Faniler bilmez, onlar sadece yaşar ve ölür.

Kadim geleneğin çocukları her daim ölümsüzdür. Bu ölümsüzlük öyle bedensel bir şey değil tabi ki. Yetenekleri ile isimleri bütünleşir. Onu dinleyenler, okuyanlar, izleyenler artık unutamaz. Nesilden nesile aktarılarak yaşamaya devam ederler.

68 yılı içinde İstanbul da sabah ezanları okunurken, müjdeciler de şehrin çeşitli yerlerinde yeni çocuğun bilgisi için ateşler yakmış, iyilikler yapmış, müzikler çalmış ve söylemiştir. Bu dili bilenlerin ve kalbi açık olanların,hissedenlerin gözleri dolmuş, yüreklerini sıcacık bir duygu kaplamıştır.

Sesinin güzelliği ile başka dinden olanları ürküten, kendi dininden olanları şükrettiren, Hafız Sami’ye oğlunun müjdesi verildiğinde, kutsal kitabından başını kaldırarak şöyle bir bakınmıştır boşluğa. Bir bülbülün sesini duyuyor, gözleri sisli bir İstanbul sabahının ışıklı parlaklığı ile parlıyor, kalbi anlamadığı bir duygu ile çarpıyordu.

Remziye Hanım gözlerini açarken bir bülbül şakıyordu, dışarıda bir yerlerde. Oğlunun sesi ile birlikte duyuyordu bunu ama gerçekte var mıydı bu ses. Ama oğlunun ağlama sesi Dünya’da ki en güzel ses değil miydi?

Gözlerimi açamıyorum. Süreyya Operası’nın içinde sahneden gelen kemanın kusursuz sesi, Dünya ile olan bağlantımı tamamen koparmış durumda. Başımın ucunda, çiçekler açıyor, çiçekler dökülüyor, yağmur başlıyor, fırtına çıkıyor, atlar geçiyor sahnenin önünden, savaş çığlıkları atıyor kahramanlar. Çocuklar koşturuyor, bir köpek yürüyor, bir dal rüzgarda hafifçe esniyor. Bir yaprak önce sonbahar oluyor, sonra düşüyor. Yaprak düşüyor zaman duruyor. Zamanın durması ile izliyorum yaprağın düşüşünü…

Sessizlik…

Gözlerim kapalı bir sağa bir sola bakıyorum. Ürküyorum, çok derinlerden bir keman sesi geliyor. Kusursuz, ter temiz bir ses. Her nota tam hakkı ile duyuluyor. İçim rahatlıyor. Olduğum yeri biliyorum. Konserdeyim. Kadıköy’de, Süreya Operası’ndayım. Rahatlıyorum. Bu sesi tanıyorum. Kusursuz bir “si” duyuyorum. ve arka arkaya akıyor notalar. Bu melodiyi tanıyorum. Kültürel olarak bu melodi dilimden içime işliyor. Konuştuğum lisan bu melodiye beni yakınlaştırıyor.

“si la sol bemol la do re do si do mi fa mi re bemol mi
si la sol bemol la si la sol bemol la do la si sol la
si la sol la sol la si la sol la sol la si la sol
fa bemol mi (do mi ) (re fa) (mi sol mi sol) la sol fa mi re
si la sol bemol la do re do si do mi fa mi re bemol mi
si la sol bemol la si la sol bemol la do la si sol la
si la sol la sol la si la sol la sol la si la sol
fa bemol mi (do mi ) (re fa) (mi sol mi sol) la sol fa mi re
(la do) (si re )(do mi do mi) fa mi re do si”

Evet sahnede Cihat Aşkın var. Biliyorum. Gözlerim onun “bis”inde doluyor. Cihat Aşkın çalıyor, çalıyor. Nasıl diyorum. Nasıl böylesine duru, böylesine sessiz, böylesine yakın, böylesine hüzünlü, böylesine….

Duyuyorum. “Bis” yapıyor. içinden geldiği gibi çalıyor. Gözlerimi açamıyorum ama duyuyorum, sanki kapalı gözlerim kulaklarım oldu, açsam gözlerimi her şey kaybolacak. Bir bülbül ötüyor. Süreyya Operası’nın duvarlarında yankılanıyor bülbül sesi. Kapalı gözlerimle arıyorum bülbülü. Öksürükler, ayak vurmalar, kağıt hışırtıları şaşırtamıyor beni. Tanıyorum, okudum evet okudum. Ben bu bülbülü okudum…

Duyuyorum bülbülü, gözlerimi kaçırmıyorum. Tüm duvarları tarıyorum. Yaklaşıyorum sese, biliyorum. Sahnede Cihat Aşkın var. Çalıyor. Kusursuz bir “fa” ve bülbül sesi, kusursuz bir “re” ve bülbül sesi. Git gide yaklaşıyorum sese, git gide büyüyor gözbebeklerim, yaklaşıyorum, Cihat Aşkın çalıyor. Kemanını görüyorum. Kusursuz bir “sol” ve bülbül sesi. Görüyorum sesi görüyorum, yardım dilenir gibi bakıyorum kemana. Git gide yükseliyor ses, git gide büyüyor Cihat Aşkın.

Görüyorum…

Kemanın içinden bir bülbül bana göz kırpıyor.

Alkış kopuyor.

Açıyorum gözümü, Cihat Aşkın bana bakıyor, gülümsüyor. Gülümsüyorum.

Sahafların en üst rafında Harper Lee’nin Bülbülü Ödürmek kitabını gördüğümde içimden geçiyor cümle “Saksağanı vur vurabildiğin kadar, ama unutma bülbülü öldürmek günahtır.” Yanında ki kitaba takılıyor gözüm. İstanbul’un Gizemli Bülbülü. Rast gele bir sayfa açıyorum. Sözcükler ile birlikte odanın içinden çıkıyorum.

“İstanbul derler adına, gizemlerin şehri güzeli,içinde yaşar kıymetli, seçilmiş doğar sabah ezanı, bir bülbül öter. Bir bülbül, kıskanır sesi, gizlenir ve duyulmaz olur sesi.”

Merakla yöneliyorum kasaya, oğlum çıkıyor yan taraftan gülümsüyor bana “yakala” diyor ve hop atıyor elindeki beresini. Kasada elimde Harper Lee, diğer kitap nerede diyorum. Sahafa soruyorum. “Sanırım yanılıyorsunuz böyle bir kitap bende yok maalesef” diyor. Müzik setinden bir ses geliyor, içim parçalanıyor. Gözlerim dolu dolu soruyorum bu çalan ne? “Erkan Oğur ve Cihat Aşkın” diyor adam, “bülbülüm altın kafeste”

Barış Tolga Çoruh / Aralık 2018 – Kadıköy

Göster
Gizle