Gökyüzüne meydan okuyan devasal büyüklüğü ve toprağı sarıp sarmalamış kökleri ile çınar ağacı, bulutlarla şakalaşıyor, rüzgar ile türkü söylüyordu. Kolunda asılı duran kendi deyimi ile evlatlığı salıncağı tanıtıyordu tüm dostlarına. Kendisine sıkı sıkıya bağlı olan salıncağı öylesine sevmişti ki, kendinden bir parça olarak görüyordu onu. Aslında yanılmıyordu da, iplerini saymazsak, ahşap oturaklığı ile salıncak, çınar ağacı olmasa var olamazdı. İnsanoğlu ile neşeli bir birlikteliğini sağlıyordu bu evlatlık. Şimdi dostu rüzgar ile oynayan evlatlığına sevgi ile bakıyordu. Sonbaharın hafif hafif vuran soğuğunda, yağmur taneleri ile ıslanmış toprağın bir metre yukarısında, nazlı bir taka gibi sallanıyordu salıncak.
Güneşin tüm gücünü gösterdiği bir günde, elinde bir tahta parçası, halat ve yastık ile gelmişti Uğur Bey. Çınar’ın yabancısı biri değildi. Çınar biliyordu ki bu adam, köklerini saldığı toprağın ve bu toprak üzerindeki her şeyin sahibiydi. Bukleli saçları ile bir küçük insan duruyordu yanında, kırmızı fileli eteği, minicik elleri ile tam bir küçük insan. Bu küçük insanın bitmeyen bir neşesi ve enerjisi vardı. Uğur Bey, halatı tahta parçasına dolayıp, üzerine yastığı koyarken, o hiç durmadan hoplayıp, zıplıyor, çınarın etrafında pır dönüyordu. Küçük insanı izlemeye öylesine kaptırmıştı ki kendini dallarına sarılan halat parçasının sıkılması ile canı yandı. Küçük insanın gülüşleri çınarın canın yanmasının önüne geçmiş, nedenini bilmediği bir şekilde mutlu etmişti onu.
Salıncağın üzerine kurulan küçük insanı ileri itmeye başladı Uğur Bey. Küçük insan gidiyor, geri gelince tekrar itiyordu. Böyle böyle daha yükseğe daha yükseğe çıkıyordu kahkahalar. Böylesine içten kahkaha atan, sevinçle gökyüzüne yükselip geri gelen birini hiç görmemiş olan çınar şaşkınlık içindeydi. Kendi gövdesi kadar yüzünde çizgiler taşıyan Uğur Bey, çınara bakıyor “arkadaş getirdim sana Çınar Bey” diyordu. Çınar geçmişi anımsadı ona “Çınar Bey” ismini veren Mahir Bey’i, onu buraya ilk getiren, her gün konuşan, gövdesine yaslanıp sessizce oturan adamı. Çocukluk ve gençlik zamanları şöyle bir gözlerinin önünden geçti Çınar Bey’in.
Tam derin düşüncelere dalmışken irkildi. Küçük kız salıncaktan inmiş, kendisini izliyordu. En yüksek dalına kadar kaldırmış kafasını, gökyüzüyle birleştiği noktadan aşağıya kadar süzmüştü çınarı. “Ne kadar ufak” diye düşündü çınar, “on misli büyüğüm ondan.” Zernişan öylesine hayran hayran öylesine sevecen bakıyordu ki, tüm köklerine su değmiş gibi sevindi çınar. – Dede! bu ağaç benden büyük mü? Gülümsedi Uğur Bey – Bu çınar, senden, anne babandan, benden, benim babamdan bile büyük, dedem dikmiş bu çınarı buraya, çorak bir arazi iken buralar, bu çınar canlandırdı bu araziyi derdi” “Buralarda bu çınarın tek yaşıtı bizim evdir, o bile kaç kez onarıldı da bu devasal çınar böylesine haşmeti ile durdu yıllardır. ” Çınar Bey’in aklına o zamanlar geldi, tek başına yaşadığı, sessizlik dolu zamanlar, tüm gençliği. Mahir Bey’in arkadaşlığı geldi. Bir ev bir de çınar. Ev konuşamazdı, ölü ağaç parçalarına odun deniyordu ve odunların konuşma yetisi yoktu.
Zernişan kollarını açtı, çınara sarıldı. Düşen yapraklarını topladı. Şarkılar söyleyip dans etti etrafında. “Çınar çınar,koca çınar, benimle oynar mısın? dallarını sallar mısın? Salıncak salıncak, salın salıncak, benimle oynar mısın? yastığını bana atar mısın?” Bu neşeye ortak olmamak mümkün değildi, dallarını sallıyor çınar, Zernişan’ın üstüne yapraklarını bırakıyordu. Mahir Bey’i düşündü, oğlu Ferid, sonra Ferid’in oğlu Uğur, onun oğlu Ozan. Hepsinin çocukluğunu anımsadı Çınar Bey. Hepsini çok sevmişti ama ilk defa bir kız geliyordu yanına, küçük insan olarak bir kız, gövdesine sarılan, öpen, yanağını koyan bir kız, ismi güzel Zernişan.
Eylül geçti, ekim geldi. Yağmurlar dövmeye başladı yeryüzünü. Rüzgar gücünü gösterdi tüm var olanlara, uğul uğul uğuldayarak. Böylesi havalarda giderdi küçük insanlar, sonbaharda yapraklarını dökerken giderler, sonra elleri yanakları, gözleri, kulakları büyüyerek gelirlerdi. Yağmur toprağı beslediği gibi mi beslerdi küçük insanları? Mahir Bey’i anımsadı, güneşli günlerde de dururdu, bembeyaz kaplandığında etrafta, yağmurlarda da dururdu, ayazda da. Küçük insanlar güneş seviyordu, çınar biliyordu.
Çınarlar gökyüzünü iyi bilirdi, yeryüzünü toprağı iyi bilirdi, kuşları, böcekleri, renkleri iyi bilirdi. Yeşilden sarıya nasıl geçileceğini, etraf bembeyazken hangi sincabın gelip dallarında korunacağını iyi bilirdi. Rüzgarı bilirdi çınar, yağmuru bilirdi, ıslanmanın ne güzel bir şey olduğunu iyi biliyordu. Çınarlar sessizce duruyordu zamanın içinde, etraflarında insanoğlu büyüyordu, can veren de can alanda olan insanoğlu. Çınarlar bazı insanları biliyordu, bazılarını hiç bilmiyordu. Sevgiden doğmuşlardı yıllar yıllar evvel, Zernişanları beklemek bizim Çınar Bey’e daha çok ömür veriyordu.
Barış, Erenköy – 1997