Böyle bir sevmek | Attila İlhan

Böyle bir sevmek şiir kitabı, Attila İlhan’ın 8. kitabı olarak 1977 yılında yayınlanmıştır. 25. basımı olarak İş Bankası yayınlarından çıkan son basımı, şiirlerinin yanında “meraklısı için notlar” ve “meraklısı için ekler” bölümleri ile daha da ilgi çekici bir kitap haline dönüşmüş.

Atilla Hamdi İlhan; 15 Haziran 1925 İzmir, Menemen doğumludur. 10 Ekim 2005 yılında aramızdan ayrılmıştır. Attila İlhan sadece bir şair değil aynı zamanda romancı, düşünür, deneme yazarı, gazeteci, senarist ve eleştirmendi.

Daha lisede henüz 16 yaşındayken Nazım Hikmet şiirleriyle yakalandığı için tutuklanmış, iki ay hapis yatmıştır. Ey gidi ülkemiz ey, şiir okuduğu için 16 yaşında bir çocuğu hapis yatıran ülkemiz. Daha trajik olanı ise tüm insan haklarına aykırı bir uygulama ile Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilmiş ve eğitim hayatına ara vermiştir. 1944 yılında Danıştay kararı ile okuma hakkını tekrar kazanan İlhan, İstanbul Işık Lisesi’ne gitmiştir. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne giden şair 1948’de ilk şiir kitabı Duvar’ı yayımlamıştır. Hukuk Fakültesi’ni son sınıfta bırakarak gazeteci olmuş, 2005 yılında ki vefatına kadar hayatı davalar, göz altılar, baskılar içinde geçmiştir.

1948 Duvar, 1954 Sisler Bulvarı, 1955 Yağmur Kaçağı, 1960 Ben Sana Mecburum, 1962 Bela Çiçeği, 1968 Yasak Sevişmek, 1973 Tutuklunun Günlüğü, 1977 Böyle Bir Sevmek, 1982 Elde Var Hüzün, 1987 Korkunun Krallığı, 1993 Ayrılık Sevdaya Dahil, 2002 Kimi Sevsem Sensin kitapları yayımlanmış olan yazar sadece şiir kitapları ile bile oldukça üretkendir. Bunların yanında roman, senaryo kitapları, denemeleri vardır. Gazete yazıları da bulunmaktadır.

Böyle bir sevmek

Şiir kitabının İş Bankası yayınları 25. basımın da “meraklısı için notlar” bölümü var. Attila İlhan’ın kendi ağzından şiirleri ile ilgili yorumlarının yer aldığı bu bölüm şiirlerini gayet güzel anlatıyor. Ben de yazımı Attila İlhan’ın sözleri ile sürdüreceğim.

“böyle bir sevmek’teki şiirlerin hemen hepsi Ankara şiirleridir.” diyor İlhan. Ankara’da yazıldıkları için diyor. Bu kitabın şiirleri, içerik yönünden olduğu kadar, söyleyişleri yönünden de başka havalardan çalıyor.

“ne kadınlar sevdim zaten yoktular / yağmur giyerdi sonbaharla bir / azıcık okşasan sanki çocuktular / bıraksam korkudan gözleri sislenir ” – böyle bir sevmek

Şairin kendi söylemi ile de şiirlerin yazıldığı 70’li yılların baskıcı rejimi (hiç bitmeyen rejim) ve 73 seçimleri ile oluşan nispeten demokratik ortam, o dönem şiirlerinde çokça rastladığımız “ölürüz bin doğarız” sloganlı şiirler yerine İlhan, şiirin kavgacı yanından ziyade insancıl yanıyla üretmiş ve kitabını bu şiirlerle bezemiş. Yazarın en belirgin eleştirisi de burada dönem şiirlerine ve o dönemin ortamına geliyor; “okurla şiir arasında ki bağın kopmasını az da olsa korumuş oldum” diyor. Çünkü şiir okuru miting şiiri sevmiyor, haliyle toplumcu ozan şiir okuru ile dirsek temasını yitirmiş oluyor.

Böyle bir sevmek şiir kitabı; “Gündelik şeyler” – “kavaklıdere balladları” – “varsağı” – “jilet yiyen kız” – “gözlüklü hamdi’nin notları” – “ki” ana başlıklarından oluşuyor. Bu başlıkların altlarında da şiirler var.

“Gündelik şeyler, siyasal şiirin nasıl yazılması gerektiğini somutlaştırma çabasıdır.” diyor şair. “sana ne yaptılar” şiiri için Sansaryan Hanı’nda işkence gören genç kızların şiiridir diyor. Okuduğunuzda bu etkiyi hemen hissediyorsunuz.

“bir bıçağın ağzında yürür gibiydin / demirlerin soğukluğu soluk dudaklarında / gözlerinde karanlığı dar hücrelerin / seni görür görmez özgürlüğümden utandım” – sana ne yaptılar

Özellikle üzerinde durulan şiirlerden biri de “sakın ha”; bir sendikacının tutuklanmasını anlatıyor şiir. O dönemin siyasal ortamında, insanları etrafında benzer hikayeler oluştuğu ve şiirin bu yaşanmışlıklara ait duyguları çok iyi verdiği bir gerçek. Öylesine yalın, içten ve gündelik bir anlatımla yazılmış ki şiir, öyküsü, bir öykü okuruymuşuz hissi uyandırıyor.

“sabiha bu adamlar beni alıp götürecek / sakın ha ağlamanı istemiyorum / soracakları varmış yıllardır sorarlar / anlaşılan bu sorgu daha yıllarca sürecek / ilk götürülüşümü bak hatırlıyorum / sendikaya yazıldığım günlerdi sanıyorum / otomobil farlarına yağmur yağıyordu / cıgaram ıslanmış sokaklar nedense dar / bu defa aksi gibi zilzurna ilkbahar” – sakın ha

Şiirlerin hem şiir formu normlarını en üst düzeyde temsil ediyor oluşu hem de gündelik hayatın içinde akıp giden sözcüklermişçesine okunuşu hayranlık uyandırıyor. Tam anlamı ile yetkin bir kalemin eserlerini okuyoruz.

böyle bir sevmek şiiri için ayrı bir parantez açalım; temelde aşk şiiridir ama yeryüzündeki akıp giden hayatında şiiridir. İçtenliği ve samimiyeti şiir okuru olarak bizim kadar, müzisyen Timur Selçuk ve Ahmet Kaya’yı da etkilemiş olacak ki ikisi de şiiri bestelemiştir.

Böyle bir sevmek – Ahmet Kaya
Böyle bir sevmek – Timur Selçuk

Beni etkileyen şiirlerden biri de “ihtiyarlar balladı” oldu. Attila İlhan’ın sözlerini şiiri okurken tam olarak hissettim diyebilirim. “çağdaş toplumlarda ihtiyarların yaşadığı dram bütün heybetiyle gözüme 1960’ların son yarısına doğru Paris’te çarptı. Huzur evleri ile ilgili izlediğim bir program. 10 yıl sonra yazılmış bir şiir bu. Endüstri kapitalizminin üretici olmayan herkese karşı ne kadar acımasız olduğunu saplama fırsatını buluyorum. “

“idam mahkumlarıdır aslında ihtiyarlar / ölüme koşullanmış bütün davranışları” – ihtiyarlar balladı

İhtiyarlar Balladı – Timur Selçuk

Böyle bir sevmek içinde ki şiirlerin “Vasağı” bölümü de hayli etkileyici şiirler. Zaten tür olarak böyle bir söyleyiş şekli; vasağı. Yiğitçe bir söyleyiş, şiirleri okurken bu etkiyi alıyorsunuz. Belki de Ahmet Kaya’nın ünlü bestesi kulaklarınıza takılmıştır.

Haçan Ölesim Gelir – Ahmet Kaya

Kitap için daha uzun uzadıya şiirlerle ilgili bir şeyler yazmak mümkün. Son sözü “ki” şiirleri için söyleyerek bitireyim. “İnsan olarak benim son birkaç yıl boyunca geliştirdiğim duygusallıkların ve düşünselliklerin büyüme eğrisine uygunlar” diyor Attila İlhan. Çok etkileyici bir anekdot olarak ta 4. şiiri Server Tanilli’nin Devlet Güvenlik Mahkemesinde yargılanırken savunmasında kullanmış olması.

o sözler ki acıdır / mapusane avlularında / demirli kırbaçlar gibi şaklar / o sözler ki sırasında / çiçek açmış bir nar ağacıdır / dağ ufkuna vuran deniz aydınlığı / sırasında gizemli bıçaklar

O sözler ki / imgelem sonsuzluğunun / ateşten gülüdürler / kelebek çarpıntılarıyla doğarlar ölürler / o sözler ki kalbimizin üstünde / dolu bir tabanca gibi / ölüp ölesiye taşırız / o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan / uğrunda asılırız. – “Ki – 4.”

Hem şiirlerinin güçlü etkisiyle hem de bir düşünce insanı olarak Attila İlhan’ın fikirsel etkisi ile mutlaka tanışmanız gerekir. Kitapın şiirleri , şiir olma gerekliliğini taşırken, toplumcu, etkileyici ve güçlüdür. Kitap sonunda ki ekler, yazarın gençliğinden yaşlılığına uzanan fikirsel değişimini görmek açısında başlı başına bir yazı konusudur.

Okuyun, ezberleyin. Okutun…

Barış, Eylül 2022

Körlük | Jose Saramago

Körlük, Portekizli yazar Jose Saramago’nun 1995 yılında yazdığı 1998 yılında Nobel Edebiyat ödülünü aldığı romanıdır. Türkçeye Işık Ergüden tarafından çevrilmiştir.

Hiç bir karakterinin adının olmadığı roman, trafikte birden bire beyaz bir ışıkla birlikte körleşen bir adamla başlar kitap. Akabinde bir doktor ve hastaları kör olur. Buradaki altı kişi ana karakter gibi dururken, körlük durumu salgın halinde yayılmaya başlar. Kenti yönetenler bu durumu durdurabilmek için kör olan insanları eski bir akıl hastanesine karantina altına alırlar.

Yaşadığımız döneme dair en çarpıcı toplumsal eleştirilerden birini simgeleştirdiği körlük durumu ile bize anlatan yazar. Karantinaya alınan insanların durumu, kenti yönetenlerin yaptıkları. Bu karantina ortamında ki insanların ego savaşları, açlık savaşları, kurtuluş yolu savaşlarını öylesine ustalıklı bir şekilde anlatır ki, yeri geldiğinde sayfalarca süren tanımalar ile okunması zor bir kitap gibi dururken bir solukta okunup bitirilir hale gelmesi şaşırtıcı değildir.

Yazarın simgeleştirdiği karantina bölgesi yaşadığımız kapitalist toplum düzeninden başka bir şey değildir. Aslında gözlerimiz açık olarak yapıp ettiklerimiz ve çevremizle olan bağlantılarımız, egolarımız, çıkar çatışmalarımız, bizi yönetenlerin karaları ve küçük toplulukların birey üzerinde oluşturduğu baskı, var olan kapitalin birebir yansımasıdır. Körlük, var olan hayatların içinde ki ikiyüzlülük, hırsızlık, istismar, yolsuzluk, ahlâksızlık, gibi durumları görmezden gelerek gelecek kurmaya, başka insanların, başta toplumların üstüne basarak hayatlarımıza devam etmeye çalışmamız durumudur.

Yazarın en temel anlamda birey ve bunun üstünden topluma kendini göstermek için kullandığı körlük; insanların, erdem, ahlâk gibi değerleri sorgulamaya başlamasını istediği bir metafordur. Ters çevrilmiş bir madalyondur, çuvaldızıdır.

Erdemlerimiz evrensel midir? Genel geçer ve mutlak doğru ahlaktan bahsedebilir miyiz?

Saramago için kitapta sadece tek bir olguyu eleştirdiği, sorguladığı ve param parça ettiğini söylemek, en hafif tabirle böylesi bir yazara haksızlık olur. Zira bu kalibre bir yazar için bir romanın içinde onlarca gönderme, sorgu ve eleştiri vardır. Romaların genel bir özelliği olarak ta ki bu filozofların fikirleri, düşünceleri içinde geçerlidir, çözüm anlatmaya kalkmazlar. Olay ve hikaye anlatılır, çözümü verecek olan akıldır, toplumsal sorgudur. Şimdi, kapitalist toplum konusu tamam. Peki erdem ve ahlakımız? Doğuştan gelme, genel kabul körmüş nezaketimiz? Her şart altında uygulanabilir mi? Yazılı olmayan yapmacık bir ahlak ve nezaket anlayışımız olabilir mi?

Körlük kitabı ile filozof vari bir sorgulama ile de bizi baş başa bırakıyor yazar. Karantinaya alınan insanların, gözetleyen – gören olmadığı zamanki davranışları. Toplumsal nezaket olarak kabul gören her türlü davranışa karşı duyarsızlaşmaları, yavaş yavaş bu davranışları terk etmeleri. Buradaki acımasızca anlattığı hatta bazılarımızın belki de midesini kaldıracak olaylar, akli sorgu ile rahatça ulaşabileceğimiz durumlardır. Zira bizde mahalle baskısı denilen şey davranışlarımızı yönlendiren bir unsur değil midir? Ortadan kalktığı anda aynı davranışı sürdürmediğiniz olmadı mı?

“Aslında körlük, umudun tükendiği bir dünyada yaşamaktır.”

Saramago’nun karantinası içinde ki insanlar başlangıçta sosyal düzenlerini sürdürmeye çalışır, alışkanlıklarını devam ettirme güdüsü içindendirler. Fakat belli bir zaman sonra dengeler değişimi yaşanır; güçlü-güçsüz ayrımı ortaya çıkar. Kabile toplumu yapısına dönülmüştür. Zannedersem ilk insandan kaçamıyoruz. Hayatta kalma içgüdüsü, eylemlerimizi belirleyen en doğal dürtüdür kaçınılmaz olarak, Homo sapiens olan insanın Homo sapiens sapiens’e dönüşümü acılı bir süreçti. Gerçi bu dönüşümü yapıp yapmadığı hala tartışma konusu olabiliyor.

Karantina bölgesinde gücü belirleyen unsur artık yönetici tarafa evrilmiş ve koruma kavramı ortaya çıkmıştır. Bu çok tehlikeli kavram, kanunlar oluşturur ve kendi çıkarı için adil olduğunu iddia ederek her türlü adaletsizliği de yapar. Diğerleri artık kitle konumuna dönüşür, hayatta kalabilmek için dikte kurallara uyulur, istismarlara göz yumulmaya başlanır. Güçlü önce eşitsizliğe oradan otoriterizme ardında da despotizme evrilir. Bu noktada Saramago, kendi fikrini belirtmekten geri durmaz; yıkım ve anarşi.

Gücü elinde tutan grup için ortada zaten bir anarşi vardır. Karşıt devrim olmadan bu durum ortadan kalkamaz. Ölümü göze alan kitle kendi duvarlarını ve toplumun duvarlarını da yıkacaktır. Kitap tam da bu noktada başta bahsi sıkça geçen yedi kişi ile bu devrimi gerçekleştirir. Binanın duvarları da yıkılır ve insanlar şehre yayılır, kaos artık her yerdedir. Zulmün, istismarın, yolsuzluğun önü kaos ile kesilmiştir. Şehre yayılan insanlar, fark ederler ki körlük artık her yerdedir. Fakat onlar artık kör değildir. Umut ardına kadar açılmış bir kapıdır.

“Fikir değiştirmenin en iyi yolu bir umuda bel bağlamaktır.”

İlk kör olan adam, ilk gören olur. Herkes düzelir. Yıkım ve inşa öyküsü bitmiştir, ama başarılı olur mu ucu açıktır. Zira tarih bir tekerrür içerinde sürüp gidiyor. Umut korunması gereken bir hissiyat, utanma duygumuzdan, korkumuzdan daha önemli bir hissiyat.

Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük, gören körler mi, gördüğü halde göremeyen körler mi?”

Platon’un “Mağara Metaforu” şunu anlatır; Bir mağarada insanlar sadece karşılarında ki duvara vuran gölgeleri görürler. Bu gölgeler onlar için gerçek olanlardır. Birkaçı zincirlerinden kurtuluyor ve görüyorlar ki bir mağaranın içindeler ve gerçek dışarda olan, yansıyan ise gerçek olanın gölgeleri. Mağaradan dışarı çıktıklarında güneşin parlaklığı onları geçici olarak kör yapıyor. Güneşe alışınca tekrar görmeye başlayan insan, geri dönüp mağaradakileri uyarmak istiyor. Peki içerdekileri ikna edebilirler mi?

Körlük, Saramago’nun Mağara Metaforu aslında, belki de Platon’un eleştirisi, zira Platon özgürlüğünden vaz geçen insan artık özgür olamaz diyor yani geri döndüğü anda özgürlüğü biter. Saramago ise hayır, geri dön ve herkes ile birlikte özgürleş diyor.

Kolay okunur bir kitap olduğunu söylemiyorum. Uzun cümleler, tasvirler, yorumlar, betimlemeler ile başta zorlayıcı olabilir. Kitap okumaya buradan başlamanızı önermem, ama bu kitabı mutlaka okumanız gerektiğini söyleyebilirim. Okuduğum en iyi 10 romandan biri.

Barış, Temmuz 2022

MerhumE | Murat Uyurkulak

“Bir gün, öyle bir an geldi ki kötü biri olmaya karar verdim. Taştan bir kalple kurtulurum sandım ama çok geçti artık, tüm vakitlerin sahibi silahına benden önce davranmıştı. Şahane bir tebessümle bastı tetiğe, kurtulamadım, günaha girdiğimle kaldım.”

Tol ve Har gibi son dönem edebiyatımız kalbur üstü romanlarının yazarı Murat Uyurkulak’ın April Yayıncılıktan çıkan 320 sayfalık son romanıdır, kitap.

Merhume

Tol ve Har romanlarının hayranı olarak, heyecan verici bir ilgi ile okumaya başladım kitabı. Aslında o iğrenç kapak tasarımı pekte alınası bir kitap olmadığı yönünde bir ipucu veriyordu. Tabi ki sadece bir kapağa bakarak kitap alacak değilim, kararlarımı bu şekilde almıyorum ama insanı etkilediği de muhakkak. Yazar olsam izin vermezdim bu kapağa. Daha sonraki basımlar da değişti zaten. Neyse…

Hiç lafı dolandırmadan söylemeliyim ki “Merhume” yi sevmedim. Hele son bölümü olmasa açık açık kötü bile diyebilirdim. Kitabın başlangıçtaki dili beni çok şaşırttı, Murat Uyurkulak’ın önceki kitaplarında kullandığı, esprili, yaratıcı, etkileyici dil yerine giriş cümlesi dışında, vasat bir roman yazarını okuyormuş hissiyatı ile başladı kitap ve son bölüme kadar böyle geldi. Yazarın bilinçli bir tercihi midir bilemiyorum, zira son bölümde aslında neden böyle hissettiğimizi anlıyoruz. Nispeten etkileyici bir son olduğu için tadını kaçırmaması adına yazmayayım.

Yazarın edebi dili kuvvetlidir, öyle gördük, bu kuvvet kurduğu cümlelerin şiir gibi etkileyici yanların olmasından gelir, altını çizdiğiniz, ezberlemek istediğiniz bir çok cümle seçebilirsiniz. Merhume’de de bu tarz cümleler var, var tabi ki ama o kadar çok siktir git, o kadar çok bel altı kelime, o kadar çok bel altı cümle, olay, karakter var ki, bu etkileyici cümleler bunların içinde kaybolup gidiyor, ciddiyetini, vuruculuğunu yitiriyor.

“…bir müddet sonra yoruldu, nefes nefese sustu; senelerce bayat bir suskunluğun, sırtı hepten nasır bağlamış hamalı oldu.”

Kitapla ilgili bazı eleştiriler okudum, hepsi Uyurkulak’ın politik tarafından kaynaklı övme çabaları gibi duruyor zira kendi adıma beklentinin altında bir roman, dil olarak çok kaba ve gereksiz şiddet, cinsellik eğilimli, akışın takip edilmesi zor, ortasına kadar gelip, kim kimdi, ne oluyor durumu yaşanıyor, sonu olmasa vasat yazar geçerdim. Yazarın hem eski romanlarına hem duruşuna hayran olmam alelacele, para kazanmam lazım kabilinden yazılmış gibi duran bir roman okuduğum fikrini değiştirmiyor.

İşinizi kolaylaştırmak adına şöyle bir karakter bilgisi bırakayım, kişilere önceden vakıf olunursa okuması belki daha kolay olur.

Evren Tunga: Ölmeden önce sevdiklerini kurtarmaya çalışıyor.

Hilmi Şerbet: Hafiye

Davut Vahdet: Hilmi Şerbet’in ortağı

Alper Kenan Kaldıran: Evren Tunga’nın bir şeyi, polisiye roman yazarı ve hafiye

Suna Kaldıran: Alper Kenan’ın karısı. Kayıp.

Gülsüm Tunga: Evren Tunga’nın annesi, fahişelik yapmış.

Yusuf Sertoğlu: Eski yazar, ayyaş…

Bir roman başlı başına yeni bir dünya, yepyeni hayatlar, bu hayatların içinde ki büyüleyici hikayeler bütünüdür. Var olduğumuz hayat dışında yeni hayatlar yaşıyormuş hissiyatımızı besler, varlığımıza varlık katar. Bu bağlamda farklı bir deneyim olarak bir kenara konulabilir. Kendi adıma zaman geçtikçe bir kez daha elime alıp okumalıklar listesinde yer almayacak.

Barış, Mayıs 2022

Benim Hüzünlü Orospularım | Gabriel Garcia Marquez

1982 yılında Nobel ödülü alan Gabriel Garcia Marquez’in 76 yaşında yazdığı son romanıdır. “Yüzyıllık Yalnızlık” gibi kendi adıma Dünya’nın en iyi romanlarından birisini yazmış olan yazara saygım, hürmetim, beğenim sonsuzdur. Bu sebeple taraflı olarak yazdığımı belirtmem lazım. Zira hayatımda okuduğum en iyi 10 roman içindedir kendileri. Bu bilgi ışığında son kitabına şüphe bir tarafa nasıl bir heyecan bizi bekliyor acaba diye başladım.

Kitabın ismi, konusundan önce kitapla ilgili ilk söyleyebileceğim şey yalın, sade, rahatlıkla okunabilecek olan üslubu ile yazarın bizi yine yanıltmadığıdır.

90. yaş gününde kendisine bir hediye vermek isteyen eski gazetecimiz müdavimi olduğu genelevden bakire bir kız ister. Zira kendisi hayatı boyunca sadece para karşılığı kadınlarla beraber olmuştur ve aşk denilen duygudan bi haberdir. Genelev tarafından sunulan 14 yaşında ki “Delganida” hayatla ilgili tüm bakış açısını değiştirecek, daha önce tatmadığı duyguları yaşatacaktır. Uyanıkken hiç görmese, konuşmasa bile o uyurken ona hikayeler okuyacak, saçlarını okşayacak ve kendi geçmişi, şimdisi ile yüzleşecektir.

“İnsanların sonunda başkalarının sandığı gibi biri olmaması imkansız.”

Marquez sıradan bir yazar değildir. Olaya yaklaşım olarak kendi basit değer yargılarımız ve ahlaki anlayışımız kitapla uyuşmaz, fakat bilmemiz gereken bir şey var ki en doğru gözlemler en çarpık kurgulardan çıkar, bu kurguları oluşturmak basit gibi görünür ama en zorudur, bayağı ve nefret uyandıracak derecede gayri ahlaki bir duruma düşülebilir. Usta yazar, tüm bu uçurumun kenarında öylesine incelikle dans ediyor ki, bir tarafımız nefret ederken, bir tarafımız her cümlesini büyüleyici bir hayranlıkla okuyoruz. Kitabında “Seks, insanın aşkı bulamadığında elinde kalan bir tesellidir.” diyor. Bize yol gösteriyor, elinize aldığınız bu sözcükler yığınını bu bağlamda okumayın.

“Katedralin saati yediyi vurduğunda gökyüzünde pembe renkli, berrak, tek bir yıldız vardı; geminin biri kederli bir veda çığlığı attı; yaşanabilecekken yaşanmamış tüm aşkların sıkıntısını bir Gordion düğümü gibi hissettim gırtlağımda.”

Artık hayatının sonu gelmiş sevgisiz, aşksız bir ömür geçirmiş olan ihtiyarımızın küçük kızla yaşadığı aşk, veya adlandırdığı aşk, içinde cinsellik barındırmaz. Yazar böyle bir sahne betimlemez ama 90 yaşındaki bir adamın tüm hayat tecrübesini bize aşk, tutku, cinsellik, hayat ve ölüm kavramlarının etrafında, etkileyici, şiirsel bir dille anlatır. Kahramanına da acımaz ve şu cümle çıkar ağzından; “Hayatta hiç bir becerisi, parlak hiçbir yanı olmayan, soyu tükenmiş biriyim.

“Sabahın erken saatlerinde nerede olduğumu hatırlayamayarak uyandım. Kız, sırtı bana dönük olarak cenin gibi kıvrılmış uyuyordu hâlâ. Onun karanlıkta kalktığını ve banyoda sifonun sesini duymuşum gibi belirsiz bir duyguya kapılmıştım, ama rüya da olabilirdi. Bu benim için yepyeni bir şeydi. Kadınları baştan çıkarma hünerlerinden haberim yoktu benim, bir gecelik sevgililerimi ben hep hoşluklarından çok ücretleri için seçmiştim, çoğunlukla yarı giyimli olarak ve her defasında birbirimizi olduğumuzdan daha iyi hayal edebilmek için karanlıkta yatarak, sevgisiz sevişirdik. O gece, uyuyan bir kadının vücudunu, arzunun zorlamalarına kapılmadan ya da edep duygusunun engellerine takılmadan seyretmenin inanılmaz zevkini keşfetmiştim.”

Romanda ön planda işlenen yaşlı adamın adı hiç geçmez. Gerek yoktur, biri olması önemli değildir. Burada önemli olan o yaşların hissiyatı, hayatın sonunun sorgulanması, yaş ile ruhun aynı şey olmadığı, tutkunun her an tekrar belirebileceğidir. Aradaki fark özellikle seçilmiş gibi duruyor. 14 yaşın masumiyeti, dokunulmazlığı, sade kusursuzluğunun yanında fiziği gibi yaşamı da buruş buruş olmuş, kirlenmiş, kusurlu bir ihtiyar.

“Kendi yarattığım ve bana korku veren bu sürekli sarhoşluğa kendimi nasıl kaptırdığımı bende bilmiyorum. Başıboş dolaşan bulutların arasında uçuyor, kim olduğumu öğrenmek gibi hayli boş bir hayalle aynanın karşısında kendi kendimle konuşuyordum. saçmalıklarım o dereceye varmıştı ki, taşlarla şişelerle girişilen bir öğrenci gösterisinde içinde bulunduğum gerçeği ortaya koyacak şekilde “aşkımdan çıldırıyorum” yazılı bir pankartla en öne geçmemek için kendimi zor tutmuştum.”

Marquez, Kolombiya’lı bir yazar olarak ülkesi ile ilgili her daim söz söyler, açık açık olmasa bile okuduğunuz şeyin o ülkeye ait olduğunu anlarsınız. Bu kitap bizim ülkemizde geçmiyor bunu bilin, bu adam bu toprakların yaşlı adamı değil, bu ülkenin değer yargılarını taşımıyor, bu adam ömrünün sonunda kendini ibadete vermiş cami cami gezen tonton amca olmadığı gibi, böyle görünüp çoluk çocuğu taciz eden yaşlı morukta değil. Kolombiya toplumuna ait bir birey, yaşantısı, değer yargıları, kültürü orası ile ilgili, yazar evrensel kahraman yerel. Yazarın duygu ve hissiyatı anlatışı ustalıkla ilgili kusursuzluk taşıyor. Konu acımasızca sert. Bu konunun içinden bize anlattığı, hissettirdiği, sorgulattığı durum takdire şayan.

İnsan gerçekte olduğu değil, hissettiği yaştadır.

Barış, Mayıs 2022

Sıkı Düşmanlar | Jean-Pierre Filiu & David B.

ABD – Orta Doğu İlişkilerinin Tarihi alt açıklaması ile Karakarga yayınlarından çıkan Çizgi roman şeklinde ki kitabın orijinal ismi “Les Meilleurs Ennemis”dir.

Orta Doğu Tarihi Profesörü Jean-Pierre Filiu tarafından yazılan kitabı, Çizer David B. resimlemiş ve zor okunur bir kitap olmaktan çıkartıp, çok yalın ve anlaşır bir hale gelmesini de sağlamış. 313 sayfa olarak yayınlanan kitap o kadar seri bir şekilde okunabiliyor ki elinize almanız ile bitirmeniz bir oluyor.

“Eski bir Hikaye” alt başlığı ile başlayan kitap, 4400 yıl öncesine uzanıp Gılgamış’tan anekdot aktarıyor. Bu çok değerli bir ön bilgilendirme aslında çünkü sorunun kökeninin ne kadar eski olduğunu anlamamız ve tarihsel süreci hissedebilmemiz için önemli.

Uruk kentinin kralı Gılgamış ve arkadaşı Enkidu’nun hikayesi 2003 yılında Amerika’nın Irak’a saldırısı ve ülkeyi kargaşaya terk etmesi üzerine Başkan George W. Bush’un sözlerine bağlanıyor. Aslında binlerce yıldır anlatılan hikayeden ders çıkartamamış bir coğrafya için Gılgamış’a atıfta bulunan iki acımasız insana bağlanıyor daha doğru.

“Harekete geçmek riskli, harekete geçmemek de aynı derecede riskli. Bildiğimiz şeyler var ve onları bildiğimizi biliyoruz. Bu, bilinen bir bilinendir. Bir de bilmediğimiz şeyler var. Bu da bilinen bilinmeyendir. Bilinmeyen bilinmeyen de vardır; Yani henüz bilmediğimizin farkında olmadığımız bilinmeyenler. Bu bize bir şeyler öğretir mi? Yaşadığımız dünyanın sert ve engin bir dünya olduğunu öğretir mi?” Enkidu / Gılgamış

“Barbarlık” alt başlığı ile Amerika’nın Cezayir ile ilk diplomasisi ve sürecin işleyişini, “Petrol” alt başlığı ile Amerika – Sudi Arabistan ilişkisi başlangıcı ve süreci, “Darbe” alt başlığı ile Amerika – İran ilişkilerinin başlangıcı ve İngiltere, Fransa gibi ülkelerle de başlayan rant kavgası, bu kavga ile İran’ın içten içe çürütülmesi süreci (burada eski İran başbakanı Musaddık’a da değinilmiş sadece bunun için bile okunmalı),

“Benim tek suçum, petrol endüstrisini millileştirmektir.” Musaddık

“Altı Gün” alt başlığı adını aldığı savaş döneminde Mısır – Suriye – Ürdün – Sudi Arabistan gibi Orta Doğu topraklarının yanı sıra, Fransa – İsrail ilişkileri, Rusya’nın bu coğrafyada söz sahibi olmasını engelleme politikası anlatılır.

“Orta Doğu’nun özgür devletleri, bağımsızlıklarını korumak için yardımcı güçlere ihtiyaç duymaktadır ve bu devletlerin büyük çoğunluğu bunu arzu etmektedir.” / Eisenhower (ABD Başkanı). Ne güzel açıklamış değil mi, tüm yapılanların 1956 yılında ki açıklaması bu işte, yardım, destek, bağımsızlığı koruma, inançlara saygı falan filan. Bu toprakların hala ders almayıp aynı söylemlerle sömürüldüğünü görmek üzücü gerçekten.

“İki Savaş Arası” alt başlığına geçtiğimiz de artık yeni bir oyuncu sahneye çıkar. Önceleri sesi çok çıkmayan küçük bir devlet; İsrail. İlginç bir not: Kasım 1967’de, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı karar taslağı oylanır ve Fransızca metinde “İsrail’in işgal ettiği tüm topraklardan çekilmesini” ön gören karar, ABD’nin “evet” oyuyla kabul edilir. Ancak metnin İngilizce versiyonunda ( ki bunu sadece ABD imzalar) bu geri çekilme belli şartlara bağlanır. Nasıl devlet eliyle kandırmaca, hem de tüm dünyanın gözü önünde.

“1979” alt başlığı Jimmy Carter’ın başkan seçilmesi ile yeniden şekillenecek olan İsrail meselesini, İran Devrimi’ni, İsrail – Arap Barışı’nı, Kara Kasım’ı, Mekke Katliamı’nı ve Afganistan sürecini anlatır. “Lübnan (1982 – 1984)” başlığı ile bu ülkenin kargaşaya sürüklenmesi, “Yeni Düzen (Irak 1990 – 1991)” alt başlığında önce İran – Irak Savaşı, devamında da Irak’ın (En güçlü Arap ordusu olduğu söyleniyor) nasıl darmadağın edildiği anlatılıyor. Bu bölüm de Bin Ladin olayı ve 11 Eylül saldırısı da anlaşılır bir netlikle açıklanmış.

Sonrasında Amerikan başkanlarının görev sürelerinde ki Orta Doğu politikaları bu coğrafyanın nasıl kaderi haline geldiğini anlamamıza yetecek düzeyde anlatılıyor ve şu cümleler ile kitap bitiyor:

“Amerika bölgeye her zaman iyi amaçlarla müdahil olmamış. Ama bölgeden hep kötü zamanlarda çekilmiştir. Oysaki; Pakistan’dan Libya’ya, Türkiye’den Yemen’e bütün halkların yaşadıkları savaş, açlık, sürgün ve terörizmin ucu bir şekilde Avrupa’ya ve ABD’ye dayanmaktadır.”

Çizgi roman haline getirilerek kolay okunur olmuş, basit anlatımı ile tarihten günümüze kadar ki süreç çok iyi özetlenmiş. Kendi yaşadığımız coğrafyayı anlamamız açısından çok faydalı bir kitap olduğu kanaatindeyim. Alın, okuyun notu ile bitirelim.

Barış, Mayıs 2022

Hayvan Çiftliği | George Orwell

Her ne kadar hayvanlar tarafından yönetilen bir çiftlik söz konusu olsa da Orwell’in Stalin’i ve onun dönemini eleştirdiği kabul edilir. Dünya edebiyatında hatırı sayılır bir başarısı olan kitap hep en çok satanlar listelerine girmeyi başarmış hem de Orwell’in masalsı dili ile geniş bir okuyucu kitlesi edinmişti.

“Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir. “

Olaylar, Jones isimli çiftçinin çiftliğinde başlar. Hayvanların kötü şartlarda yaşamaktadır ve ayaklanma olur. Jones hayvanlar tarafından kovulur. Çiftliğin ismi “Hayvan Çiftliği” olarak değişir. Domuzların öncülüğünde başlayan bu ayaklanma sonucunda yönetim kadrosu da domuzlardan oluşması kaçınılmazdır. “Herkes eşittir” düsturu ile yola çıkan yönetim zaman içinde eski baskıcı döneme dönüşür. İşte bu dönüşümün trajik hikayesidir, Hayvan Çiftliği.

Orwell’in net bir şekilde Stalin’i eleştirdiğini söylemiştik. Kitaptaki karakterlerden biraz bahsedebiliriz. Napoleon adlı domuz Stalin’i temsil eder ve ayaklanmanın başıdır. Kitap, Napoleon’un iktidarın tek sahibi olma hikayesidir.

Snowball isimli domuz, Napoleon ile yol arkadaşıdır ve Troçki’yi simgeler. Devrime bağlıdır ve doğru anlamda gelişmesi için çabalar. Napoleon ile iktidar mücadelesi vermesine rağmen sürgün edilmekten kurtulamaz.

Squealer,Napoleon’un sözcüsüolan domuzdur ve Stalin dönemindeki Pravda gazetesinin simgesidir. Söz oyunlarında çok iyidir ve halkı kandırma görevi edinmiştir.

Boxer çiftliğin çalışkan ve güçlü atıdır. Proleterya sınıfının temsilcisidir. Sorgulama yapmaz, iktidarı ölümü pahasına savunur. Aynı zamanda Çin’deki Boxer Ayaklanması’na da göndermedir.

Benjamin, yaşlı eşeğimiz. Yaşlı kuşağın temsilcisidir. Etliye sütlüye karışmamayı tercih eder. Hiç bir yeniliğin fayda getirmeyeceğini düşünür, “her şey eskiye döner” der. Haklı çıkması tam bir trajedidir.

Moses, ajan kargadır. Kiliseyi temsil ettiği düşünülür. Sürekli öldükten sonra gidilecek olan “Şeker Kaplı Dağlar’dan” bahseder.

Muriel okuma bilen bilgili keçidir. Yöneticilere eleştiri yöneltebilecek kadar kendini eğitmiş olan işçi kesimini simgeler. Fakat inancı yoktur ve iktidara karşı çıkmaz.

Jones, kitapta çiftliğin eski sahibi olan insandır. Gerçek hayattaki çarlık dönemi hatta Çar II. Nikola’yı temsil ettiği kabul edilir.

Köpekler, KGB’yi (Sovyet Gizli Servisi) ve Satlin’in korumalarını simgelerler. Napoleon onları özel olarak eğitmiş ve Snowball’ın sürgüne gönderilmesinde büyük rol oynamışlardır.

Orwell’in dört ayda yazdığı bu Stalin dönemi sosyalizm eleştirisi, ünlü romanı 1984’ün temelidir. 1984’te, daha acımasız ve sert bir dil kullanmasına karşın burada daha masalsı ve üstü kapalı bir anlatımı tercih etmiştir.

Orwell diyorki: “Önemli olan yaşamak değildir, başarmak hiç değildir. Önemli olan insan kalmayı bilmektir.” Sonuçta insanlar tarafından yönetilen insanların yaşadığı bir toplumda yönetim sisteminin adının ne olduğu önemli değildir. İktidarı elinde tutanın güç istenci törpülenemediği müddetçe insanlık kazanamaz.

Sözlerimizi romanın başında geçen ve devrimin fikir babası olan ama devrimi göremeden ölen Koca Reis’in söyledikleri ile bitirelim:


“Evet yoldaşlar, yaşadığımız hayat nasıl bir hayattır? Açıkça söylemekten korkmayalım: Şu kısa ömrümüz yoksulluk içinde, sabahtan akşama kadar uğraşıp didinmekle geçiyor. Dünyaya geldikten sonra yaşamamıza yetecek kadar yiyecek verirler; ayakta kalanlarımızı canı çıkana kadar çalıştırırlar; işlerine yaramaz duruma geldiğimizde de korkunç bir acımasızlıkla boğazlarlar. İngiltere’de, bir yaşına geldikten sonra, hiçbir hayvan mutluluk nedir bilmez, hiçbir hayvan dinlenip eğlenemez. İngiltere’de hiçbir hayvan özgür değildir. Hayatımız sefillikten, kölelikten başka nedir ki! İşte, tüm
çıplaklığıyla gerçek budur.”

Rahatlıkla okunabilecek, akıcı ve masalsı bir dile sahip, güzel bir kitap olarak, özellikle 15-16 yaş üstü tarafından mutlaka okunması gerekiyor. Hatta yaş ilerledikçe, fikirler oturduğu, hayata bakışın değiştiği dönemlerde tekrar okunursa farklı lezzette bir eser. İyi okumalar.

Barış, Mayıs 2022

Tiamat | İhsan Oktay Anar (2022)

1995 yılında yayınlanan Puslu Kıtalar Atlası ile edebiyatımıza şaşalı bir giriş yapan Anar, Kitab-ül Hiyel (1996), Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri (1997), Amat (2005), Suskunlar (2007), Yedinci Gün (2012)ve son kitabım dediği Galîz Kahraman (2014) ile artık tartışmasız en önemli yazarlarımızdan biri. Puslu Kıtalar Atlası’nın insanı sarsan ve derinden etkileyen dili, roman örgüsü diğer kitaplarına da sirayet etmiş, şahsi fikrim olarak Amat ile bir üst seviyeye gelmişken, Suskunlar ile mükemmele ulaşmış durumdaydı. Felsefe, mitoloji ve tarihi ustalıkla birleştiren Anar, etkili dili ile de okurlarını büyülemeyi başarmıştı.

2014 yılında ki Galiz Kahraman ile roman yazmayı bıraktığını açıkladığı zaman, bende birçok insan gibi çok üzülmüştüm. Her romanını okuduktan sonra bir sonrakini sabırsızlıkla beklediğimi belirtmeliyim.

Puslu Kıtalar Atlası yayınlandığı zaman üniversiteye yeni girmiştim. Felsefe okuyordum, mitolojiyi ve tarihi seviyordum. Haliyle etkisi muazzam olmuştu. Tiamat’ın yayınlanması çok sevindirici oldu kendi adıma. Özlediğim bir tat geri geldi.

T1AMAT isimli Abdülhamid sınıfı, Osmanlı denizaltısı Akdeniz’de mücadele ederken terk edilmiş bir gemiden altın bir sandığı ve 7 adet mıh’ı ganimet olarak alır. Fatak, hangi Anar kitabında herhangi bir şey kendisidir ki. Burada da sandık bir canavara dönüşür. Ateşle beslenir, mürettebatı tek tek yutar.

Kitap hem Amat’a gönderme yaparken hem de Antik Babil efsanesinde ki Tiamat’a. Wikipedia’da şöyle diyor. Tiamat; antik Babil inanışına göre daha genç tanrılar üretmek için tatlı su tanrısı Apsû ile çiftleşen tuz denizinin ilkel tanrıçasıdır. İlkel yaratılıştaki kaosunun sembolüdür. Kadın olarak anılır ve “parıldayan” olarak tanımlanır. Tiamat’ın tuzlu ve tatlı su arasında kutsal evlilik yaptığı bir yaratıcı tanrıça olduğu ve birbirini izleyen nesiller boyunca kozmosu barışçıl bir şekilde yarattığı iki bölüm olduğu öne sürülür. İkinci Chaoskampf’ta Tiamat, ilkel kaosun canavarca bir düzenlemesi olarak kabul edilir.

Bu sandık Tevrat’ta yer alan Hz. Musa’nın sandığı olarak ta düşünülebilir. Ateşle beslenen yaratık Şeytan’ı temsil ederken ganimet alınan yedi çivi de muhakkak ki yedi ölümcül günahla ilişkilidir. Aynı zamanda sandık açılır ve kötülük etrafa yayılır. Pandora’nın kutusu misali ve içinde umut kalır.

Anar, gemicilik terimlerine çok hakim bir yazar, bu anlamda sizi zorlayacağı muhakkak. Hikayeciliği çok güçlü olduğu için sürükleyiciliğine ve esrarına kapılıp devam etme isteğinizi körükleyecek, bu sebeple de kelimelerin zorluğu sizi yıldırmayacaktır.

Biraz sert bir kitap okuyacağınızı bilmenizde de fayda var. Zira işin içine 7 ölümcül günah ve şeytani yaratık girdikten sonra her şey vahşice ilerliyor olacak. Sıkışıp kalmışlık duygusu ve korkunun roman kahramanlarından size işlenmesini daha iyi anlatabilecek bir yazar tanımıyorum diyebilirim.

Amat’ta gerilim yavaş yavaş tırmanır ve acaba ne olacak diye size bir soluklanma fırsatı verirken, Tiamat’ta denizaltının o karanlık atmosferi, şeytani ölümlerin yaşattığı dehşet ve mürettebatın kurtulma çabası öylesine hızlı bir şekilde cereyan ediyor ki tüm hücrelerinizde dehşeti hissediyor ve soluklanmaya fırsat bulamıyorsunuz.

Anar’ın ustalığına büyük saygı duyuyorum. Her cümlesinin özenliliği, yaptığı işi ne derece mükemmel yaptığının göstergesi. 150 sayfalık basit bir kitap okumuyorsunuz, okuduğunuz şey sizi meraklandırıyor, heyecanlandırıyor, korkutuyor, dehşete düşürüyor, araştırma isteği uyandırıyor. Bir yanınız gerçek olmayan, akıl ve mantıkla açıklanamayacak bu hikayeyi mantıklı bir hale getirmeye çabalarken, bir yandan da sanki gerçek bir olayın içindeymişsiniz ve kurtulmaya çalışan sizmişsiniz hissiyatı doğuruyor.

Akıl, hayatı sürdürme kabiliyetine denir.

Anar’ın kendince bir mizah anlayışı mevcut. Bu anlayışı romanlarında yaptığı kurgu gibi düşünmek gerekiyor. Hiçbir olgu tek başına var olmuyor, bir karma ve birbiri ile ilişkilenme durumu var. İnsan evladına yaptığı eleştiri, kendi mizah anlayışı, inanç ve sorgulama ile bir düşünülmeli. İkiliklerin varlığı kendi hayatlarımızın içinde ki durumu da açıklayabilmemizi sağlaması gerekiyor. Melek veya şeytan, günah veya sevap, yaşam veya ölüm, inanç veya inançsızlık, korku veya cesaret gibi ikili kavramlar tek başlarına bir anlam taşımıyor, tek başlarına var olamıyorlar.

Son söz; “Başlangıçta her şey soğuk, boş ve anlamsızdı.” Şimdi hayat var. Hiçbir şey soğuk, boş ve anlamsız değil!

Barış T. Çoruh, Mart 2022

Tais | Anatole France

Yazar: Anatole France

Orijinal Adı: Tais

Türkçe Adı: Tais veya Thais

Çeviri: Nazan Danişmend

Yayınevi:  Semih Lütfi Erciyas Suhulet Kitapevi – 1938

1938 yılı basımı bir çeviriden okuduğum kitaptan vakti zamanında bir çok not çıkartmışım. Özellikle bilmediğim kelimeler için baya zaman ayırmışım. Bazılarını buradan da paylaşacağım.

Erdem nedir? Haz nedir? Etik nedir? Tanrı var mı? Felsefe tarihinde çokça sorulmuş ve bir çok filozof tarafından karşılığı bulunmaya çalışılmış olan soruları, bu kez de yazar soruyor ve felsefi bir romanla bize cevap vermeye çalışıyor.

Pafnüs (Papnuce) isimli dağ keşişinin aşka yakalanması (fahişe İskenderyeli Tais (Thais) ve geçirdiği buhranların tüm yorumunu tanrıya dayandırması üzerinedir. Pafnüs, fahişe Tais’i dine davet eder fakat sonra anlar ki yeryüzünde ve edebiyette Tais dışında her şey boş ve anlamsızdır. Hatta aşkına kavuşamadıktan sonra Tanrı’nın bir anlamı var mıdır?

1938 baskısı çok fazla eski kelime olması sebebi ile çok zor okunuyor. Anatole France’in dilide zor bir dildir. Felsefe ile yoğrulmuştur. Cümleler art anlamlar taşır, belli bilgilere sahip olmazsanız kitaplarından zevk alamazsınız.

Kitaptan aldığım notlar:

Zünnar: Papazların bellerine bağladıkları kuşak.

Habis: Kötü, alçak,pis, soysuz.

İrşad: Doğru yolu gösterme, uyarma.

Mugayir: Aykırı, uymaz,başka türlü

Sayfa 76, “Eğer gözlerin insan vücudunun sakil manzaralarına alışmış olmayıp ta eşyanın mistik manzarasını görebilseydi, sen şimdi beni Tanrı’nın dağ başında Hz. Musa’ya gösterdiği çalı yangınından ayrılmış bir dal şeklinde görürdün; Tanrı bu manzarayı Musa’ya hakiki aşkı, insanı yarattığı halde yok etmeyen ve söndükten sonra faydasız küllerle kömürler bırakmayıp her hulul ettiği cismi en güzel kokularla edebi surette tatir eden hakiki aşkı öğretmek için göstermiştir. “

Sayfa 93, “Çünkü insan üç esastan mürekkeptir; biri maddi cisim, biri cismi latif olan ruhu ve biride her türlü fesat ve inhilâlden masun olan akıldır.”

Sayfa 97-98, “Senin iman ettiğin Allah’ın Dünya’yı yarattığını biz de biliyoruz, Markus. Her halde bu yaratış onun mevcudiyetinde büyük bir buhran teşkil etmiştir. Allah bu işe karar vermeden evvel ezelden beri mevcuttu. Amma haksızlık etmiş olmamak için şunu da söyleyim ki onun bu vaziyeti her halde çok müşkül bir vaziyetti; Çünkü Allah ekmeliyetini muhafaza için hiç bir şey yapmamak mecburiyetinde olmasına mukabil, kendi mevcudiyetini kendi kendine karşı ispat etmek istediği taktirde mutlaka bir şey yapmak mecburiyetindeydi!”

Bir Ses Böler Geceyi | Ahmet Ümit

Yazar: Ahmet Ümit

Orijinal Adı: Bir Ses Böler Geceyi

Türkçe Adı: Bir Ses Böler Geceyi

Çeviri: –

Yayınevi:  Doğan Kitap

Kısaca konusuna değinerek başlayalım, Süha isimli kahramanımız, arabasıyla kaza geçirir. Kaza yaptığı yer bir mezalıktır. Boş bir mezar ve ilerledikçe boş olan bir köy…

Birde ikinci bölümden bir ilerleme var. 1980 öncesi yaşananar, köyde ki Süha ile öğrenci Süha’nın kesişmeleri. Öğrencilik, Sol, Siyaset ve Alevilik.

Aslında kitapla ilgili en söylenilesi olan şey, klasik bir Ahmet Ümit kitabı olmadığı. Yazarın, sade, akıcı ve diğer polisiye kitaplarındaki heyecan verici dili bu kitapta daha zor akan, daha fazla bilgi ile roman kurgusunun işlenmeye çalışıldığı, heyecan düzeyini polisiyeye kaydırmamaya çalışan bir hal alıyor. Bu açıkama ile bu eserin kötü olduğu fikri oluşmasın. Kitapla ilgili olarak duyduğum olumsuz eleştirilere katılmıyorum.

Ahmet Ümit, polisiye roman yazarı olarak bir üne sahip, haliyle bu tarzın içinde çok akıcı heyecan dozu sürekli yüksek bir yazım tarzı var. Böyle tanınınca da her yazdığı yazı için beklentinin böyle olması doğal olsada, böyle olmadığında “ama bu kitabı kötü” demek saçma.

Beni kitapta en çok etkilendiğim unsur Alevilik öğretisini, roman içinde çok iyi bir şekilde verilmesiydi. Bilgi anlamında çok eksik kaldığımı da fark etmeme sebep oldu. Tüm inançlar için düşündüğüm kişisel fikrimin bir yansımasını da kitapta buldum.

İnancını akıl ve yüreği ile yaşamak isteyen insanlar ile cebi ve nufusu ile yaşayan insanlar arasında bir mücadele var ve / ve ya var olması gerekiyor.

Kesinlikle okumanız gerektiğine inanıyorum. Fakat Ahmet Ümit tarzı ile değil, iyi bir roman olarak, yazarından bağımsız düşünüp okuyun.

“-On iki İmam mı? Onlar da kim?

-On iki İmam, Hz. Ali ve onun inancını sürdüren çocukları ve torunlarıdır. On bir imam ecel şerbetini içerken, On ikinci İmam Muhammed Mehdi ölmedi, bir gün kayıpara karışıp gitti. Demek istiyordu ki umudunu kaybetme, zulum altındayken bile gelip sizi kurtaracağım.”

Barış, Kasım 2018

Ve Günler Yürümeye Başladı – Los Hijos De Los Dias | Eduardo Galeano

Yazar: Eduardo Galeano

Orijinal Adı: Los Hijos De Los Dias

Türkçe Adı: Ve Günler Yürümeye Başladı

Çeviri: Süleyman Doğru

Yayınevi:  Sel Yayıncılık – 2016

Ve günler yürümeye başladı.

Ve onlar, yani günler, bizi yaptı.

Ve bu şekilde doğduk biz,

yani günlerin çocukları,

sorgulayıcılar,

yaşamı arayanlar.

(Mayalara göre, Yaradılış)

 

1 Ocak ” Ama şunu kabul etmek gerekiyor: zaman bize, yani gelip geçici yolcularına karşı yeterince sevecen ve bugünün günlerin ,ilki olabileceğine inanmamıza ve onun bir manav gibi neşeli olamasını istememize izin veriyor.”

2 Ocak ” Ateş, cehennemden doğan sözcüklerin gittikleri yerdir.”

4 Ocak “ve yerçekimi kanunu;bizi çağıran ve çağırırken de bizi kökenimizi ve kaderimizi hatırlatan toprağın karşı konulmaz çekim gücü”

6 Ocak “Türkiye 2009 yılında, daha önce vatandaşlıktan çıkarılmış olan Nazım Hikmet’i vatandaşlığa geri aldı ve hem en sevilen hem de en nefret edilen şairinin Türk olduğunu kabul etti.”

Nazım Hikmet Ran

7 Ocak “”Eğer dünya üzerinde ‘iyi’ yoksa onu icat etmek gerekir.” Kendi seçimi ile Paraguaylı, doğuştan devrimci Rafael Barrett evde geçirdiğinden daha fazla zamanı hapiste geçirdi ve sürgünde öldü. ” 

Rafael Barrett

8 Ocak “Manuela Leon, 1872’de Ekvator Devlet  Başkanı’nın emriyle kurşuna dizildi. Devlet başkanı idam kararını imzalarken Manuela’yı Manuel yaptı, zira kendisi gibi bir beyefendinin, kaba bir yerli bile olsa, bir kadını idam mangasının önüne gönderdiğine dair bir kanıt bırakmak istemedi. ” 

11 Ocak “Ben bir yere varmak için yolculuk etmiyorum. Sadece gitmek içi yolculuk ediyorum.  “”Juan Carlos Davalos” 

Juan Carlos Davalos

12 Ocak “Güzellik için vaktiniz var mı?”

15 Ocak “Rosa ne özgürlük adına adaletin, ne de adalet adına özgürlüğün feda edildiği bir dünya istiyordu. “

18 Ocak “Kutsal Engizisyon zamanında, banyo yapan İspanyollara Müslümanlık günahı işlemiş gözüyle bakılırdı.”

19 Ocak “Bugün yarın oldu, dün isetarih öncesine gönderildi.”

25 Ocak “Kazanamayacaksan berabere bitir. Berabere bitiremiyorsan karışıklık çıkar.””Güegüence”

27 Ocak “1756’da bugün Wolfgang Amadeus Mozart doğdu.”

Wolfgang Amadeus Mozart

27 Ocak “Anton Çehov 1860’da bugün doğdu.   

                      Hiçbir şey söylemiyormuş gibi yazdı.                                                                                                               Ve  her şeyi söyledi.” 

Anton Çehov

31 Ocak “1908’de bugün Atahualpa Yupanqui doğdu.                                                                           Hayatta üç kişi oldular: gitarı,atı ve o. Ya da, rüzgarı da sayarsak, dört.” 

Atahualpa Yupanqui

3 Şubat “Müzik olmadan hayatı anlamıyorum. “”Chiquinha Gonzaga” (1899’da Rio de Jeneiro sokaklarında karnaval tarihini başlatan şarkı çalıyordu. “O abre alas”) 

29 Şubat “Bugünün takvimlerden kaçma geleneği vardır, ama dört yılda bir geri döner. Yılın en tuhaf günüdür. 

17 Mart “Maya dilinde özneyle nesneyi ayıran bir hiyerarşi olmadığını öğrendiler, çünkü ben beni içen suyu içiyorum ve ben baktığım her şey tarafından bakılıyorum; ve şöyle selamlaşmayı öğrendiler: 

-Ben diğer bir senim.

-Sen diğer bir bensin.

2 Nisan “Gerçeklik gerçekte olan şey değil, benim sana olduğunu söylediğim şeydir. “(Edward Bernays)

Edward Bernays

5 Nisan “İhtiyar 3 oğlunu odaya topladı ve şöyle dedi:

-En değerli şeylerim bu odayı tamamen doldurana kalacak.

Ve dışarıda oturup gecenin çökmesini bekledi.  Oğullardan biri saman getirdi, odanın yarısı boş kaldı. Diğeri toplayabildiği tüm kumu getirdi ama odanın yarısı boş kaldı.

üçüncü oğul bir mum yaktı. Ve oda doldu.”

8 Nisan “Pablo Diego Jose Francisco de Paula Juan Nepomuceno Maria de los Remedios Cipriano de la Santisima Trinidad Ruiz ve Picasso, daha çok bilinen ismi ile Pablo Picasso.”

Pablo Picasso

19 Nisan “Onlar kendilerine bulutların çocukları diyorlar, çünkü kendilerini bildi bileli yağmurun peşindeler. Aynı zamanda da, çölde sudan daha nadir bulunan adaletin peşinde.

23 Nisan “Eğer hayatımı yeni baştan yaşayabilseydim / daha çok hata yapmaya çalışırdım…” (Jorge Luis Borges)

Jorge Luis Borges

1 Mayıs “En öndeki ördek yorulunca yerini, V şeklinin en arkasına geçiyor. Arkadakiler ve öndekiler, hepsi dönerek yer değiştiriyor ve hiçbiri de, ne kendini süper ördek zannedip hep önde ne de en güçsüz ördek zannedip hep en arkada uçuyor”

19 Haziran “Gerçek şu ki, bisiklet yüzünden kadınlar kendi başlarına çıkıp dolaşıyor, evden uzaklaşıyor ve özgürlüğün tehlikeli zevkini tadıyorlardı. Ve yine bisiklet yüzünden, pedal çevirmeyi engelleyen o bunaltıcı korse elbise çıkıp müzedeki yerini alıyordu.”

22 Haziran “İsa’dan önce 234 yılında, Eratosthenes adındaki bir bilge, İskenderiye kentinde tam öğle vakti yere bir sopa dikti ve gölgesini ölçtü.  1 yıl sonra aynı sopayı aynı zamanda Avsan şehrine dikti ve gölgenin olmadığını gördü.  Dünya düz değildi. İki şehrin arasını adımladı ve adımları ile ölçtü. Bu hesaptan dünyanın kemerini hesaplamaya çalıştı.

Bugünkü ekvator uzunluğundan sadece doksan kilometre yanıldı.”

Eratosthenes

24 Haziran ” Zamanın başlangıcında, toprak ve ve gökyüzü karanlıktı.

İlk kadın ve ilk erkek Titicaca Gölü’nün sularından dışarı çıkınca güneş doğdu. 

Güneş, Viracocha tarafından kadınla erkek birbirlerini görebilsinler diye yaratıldı.”

29 Haziran ” Bugüne Aziz Petrus Günü diyorlar ve Cennetin anahtarının onda olduğunu söylüyorlar.

Kim bilebilir ki?

İyi bilgi sahibi kaynaklar Cennet ve Cehennemin dünyanın iki isminden başka bir şey olmadığını ve her birimizin onları içimizde taşıdığımızı söylüyorlar.”

1 Temmuz  “2008 yılında Birleşik Devletler Hükümeti, Nelson Mandela’yı tehlikeli teröristler listesinden silmeye karar verdi.”

Nelson Mandela

 29 Ağustos  "Renkli Adam

Sevgili beyaz kardeşim:
Ben doğduğumda, siyahtım.
Büyüdüğümde, siyahtım.
Güneş yüzüme vurduğunda, siyahım.
Hastalandığımda, siyahım.
Bu arada sen:
Doğduğunda pembemsiydin.
Büyüdüğünde, beyaz oldun.
Güneş yüzüne vurduğunda kırmızısın.
Üşüdüğünde, morarıyorsun.
Korktuğunda, yeşilsin.
Hastalandığında, sarısın.
Öldüğünde, grisin.
Bu durumda hangimiz renkli bir adam oluyoruz?"

(Leopold Senghor, Senegalli Şair)

21 Ekim  “… 1895’te Nobel Barış Ödülü verilmeye başlandı. Adından da anlaşılacağı gibi, ödül barışçı militanları ödüllendirmek amacıyla doğdu. Onu finanse eden servet ise savaş alanlarında kazanıldı.”

1 Aralık  “Kosta Rika devlet başkanı Don Pepe Figueres şöyle demişti: -Burada kötü giden yegane şey, her şey. Ve 1948 yılında silahlı kuvvetleri kaldırdı.”

Don Pepe Figueres

8 Aralık  “1906 Nobel Tıp Ödülü’nü Santiago Ramon y Cajal aldı. … Bazen şaşkınlıkla sorardı: -Düşmanın yok mu? Nasıl olmaz? Yoksa sen hiçbir zaman doğruyu söylemedin mi? Sen hiçbir zaman adaleti tercih etmedin mi?.”

Santiago Ramon y Cajal

19 Aralık  “Eğer oy kullanma bir şeyleri değiştirecek olsaydı, yasa dışı olurdu.” Emma Goldman

Emma Goldman

30 Aralık  “Belki de bizim yaşamlarımız müzikten yapılmıştır.” Boabdil

Ve günler yürümeye başladı, gün gün hüzünle ve sevinçle, başka nereden okuyabileceğinizi bilemediğim isimlerle ve Galeano’nun şairane cümleleri ile muhteşem bir roman.

Barış Tolga Çoruh – Aralık 2019

Göster
Gizle