Ayhan Işık (5 Mayıs 1929, İzmir – 16 Haziran 1979, İstanbul)

Ayhan Işık, Türk sinemasının “Taçsız Kral”ı. Zamanın önemli yayınlarından biri olan Yıldız Dergisi’nin yarışmasını kazanan erkek Ayhan Işıyan’dır. Kadın kazananı ise Belgin Doruk | (28 Haziran 1936 – 26 Mart 1995) dergi Türk Sineması’na yaptığı iki büyük keşfin farkında mıdır bilinmez ama Taçsız Kral, bugün bile efsanedir.

Siyah beyaz filmlerden fark etmesek de ela gözleri ve 1.80 boyu ile Amerikalı jönlere bile taş çıkartan bir yakışıklıdır. İlk filmi olan “Yavuz Sultan Selim ve Yeniçeri Hasan” sinema kariyeri için başlangıçtır. Yıl 1951’dir. 139 filmde arzı endam edecek olan Işık, 1952 yılında ki Kanun Namına ile bir anda en popüler oyuncu haline gelir. Lütfi Akad ve Osman F. Seden tarafından yazılan ve Lütfi Akad tarafından yönetilen film hala bile sinemamızın iyilerinden biri olarak gösterilmektedir.

“İsmim Nazım. 32 yaşındayım. Bu şehirde doğdum büyüdüm. Bu film benim hikayemdir. “

Kanun Namına (1952)

1951-1958 yılları arasında arka arkaya filmlerde oynar. Aranılan, beklenilen bir oyuncudur. Kendi kuralları vardır. Çok disiplinli, işine bağlıdır. “İşimi ölesiye sevdim” der bir röportajında.

“1958’de Hollywood’a gittim. Orada yaklaşık bir yıl boyunca bizim mesleğin ne tür kurallara bağlı olarak yürütüldüğünü gözlemledim. Dışarıda film oyuncularına emekleri karşılığında vadeli senetler vermek gibi tuhaf uygulamalar yoktur, çalışma ve dinlenme saatleri titizlikle kontrol altına alınmıştır. Sendika bütün çalışmaları denetler. Piyasada hak ihlali yaratacak işlerin yapılmasına engel olur.

Amerika’ya gidişi olay olur. Türkiye kariyerini bırakıp orada Dünya starı olmaya karalıdır. Şartlar farklı gelişse, annesi o dönemde vefat etmese, belki de bugün Dünya Sineması ondan bahsedecekti.

“Altı yaşındayken babasız kaldım. Gazete ve dergilerde hikaye ve kapak resimleri çizmeye başlamıştım. İlk kazandığım parayı sanki dünmüş gibi hatırlarım; 14 lira. Eve koşup anneme verdiğim bu müjdeyi hiç unutmam. Yaz tatilinde Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası’nda kırık şişe kontrolörlüğü yaptım. Haftada 25 lira alıyordum. Vapurla gidip gelirken boş durmuyor, mecmuaların ısmarladıkları ve illüstrasyon denilen renkli resimleri çiziyordum. Şirket-i Hayriye’nin 63 numaralı Sütlüce vapuru, sanki benim resim atölyem olmuştu.”

Ayhan Işık’ın 2. dönemi Amerika’dan dönüşüdür. 1960’lı yıllarda Otobüs Yolcuları(1961),Üç Tekerlekli Bisiklet (1962), Acı Hayat (1962) gibi filmlerde ardı ardına oynar.

1961 yılında Belgin Doruk ile birlikte çektiği Küçük Hanımefendi filmi öylesine beğenilir, ikili bir birine öyle çok yakıştırılır ki, ayrı düşünülemez hale gelinir. 1970’li yıllar sinema için kara yıllardır. Kral, bu filmlerde oynamayı reddeder ve içinde taşıdığı yetenek onu bu sefer sahnelere taşır. Münir Nurettin Selçuk’ta aldığı dersler ile Türk Sanat Müziği söyleyerek sahneye çıkar.

Ayhan Işık – Gönül Belası

Yetmişli yılların furyasında yönetmenlik de yapmış olan Ayhan Işık, ressam, oyuncu, şarkıcı gibi sanatın bir çok dalı ile başarılı bir şekilde ilgilenmiş. Çok yönlü bir insandır. 1979 yılında geçirdiği beyin kanaması ile aramızdan çok erken ayrılmıştır.

Blind | Körlük (2014)

Blind, Körlük, asıl işi senaryo yazarlığı olan Norveçli senarist Eskil Vogt’un ilk yönetmenlik denemesi olarak karşımızda. Ellen Dorrit Petersen’in Ingrid rolü ile başarılı bir performans sergilediği filmde Henrik Rafaelsen, Vera Vitali ve Marius Kolbenstvedt ana kadroyu oluşturuyor.

Sitemi takip edenlerin daha önce okuduğu The Worst Person In The World |Dünyanın En Kötü İnsanı (2021) filminin senaryosu da Eskil Vogt’a ait. Yani yakın dönem iskandinav sinemasının başarılı insanlarından biri ile karşı karşıyayız.

Blind, Körlük filminin daha başında Norveç hakkında filmin renklerinden dolayı bir algımız oluşmaya başlıyor. Soğuk ama güzel bir ülke. Ingrid görme yetisini kaybetmiş biri olarak öğretmenlik mesleğini artık yapamamakta ve güvenli liman olarak gördüğü evinde akşama gelecek olan kocasını beklemektedir. Bu bekleyişin içinde Ingrid’in artık kendine has bir dünyası oluşmaktadır.

Doğuştan görme yetisi olmayan biri ile sonradan bu yetiyi kaybeden biri arasında ciddi farklar oluştuğunu, filmi izlediğimiz zaman çok net görüyoruz. Filmi enteresan kılan olay Ingrid’in bir kitap yazmaya başlamış olması ile birlikte bu yazarlık çalışması esnasında kocasının onu izlediğini düşünmesi. Bu düşüncenin aktarıldığı sahnelerde ki gerilim düzeyi oldukça iyi verilmiş diyebilirim.

Bir yönetmenin kendi filmi için olabilecek en iyi durumlardan biri, filmin belli sahnelerinin ikonikleşmesidir sanırım. Burada da cam önünde oturan Ingrid’in görmeden dışarıyı seyrediyor olması, radyosu ve çayı ile bu başarı yaklanmış gibi duruyor.

Blind, körlük ile ilgili en olumlu düşüncem, hayal gücünün zihni yavaş yavaş ele geçirdiği anların, görenler olarak bizim zihnimizi zorlamaya başlamasındaki kaçınılmazlık oldu.

“Yalnızlığı sevenlere güvensizlik artıyor. “

Ingrid’in yazmaya başladığı roman ve bu romanın kahramanları, Ingrid’in yaşadığı hayat ve bu gerçek hayatın bireyleri bir noktadan sonra tamamen iç içe girmeye başlıyor. Bizlerde karakterle birlikte hareket ederken “gerçek hangi taraf?” bunun bilgisinden uzaklaşıyoruz.

Körlük ismi aslında başlı başına ürkütücü bir isim. Filmin açılış da bu korkumuzu haklı çıkartacakmış izlenimi veriyor, veriyor vermesine ama ilerleyişi ağır bir dram filmi şeklinde değil. Vogt, için aslında kafasında ki kurgu ve hikayeyi çok iyi bize aktarmış demek isterdim fakat bunu o kadar iyi başardığını söylemek film için fazlaca pozitif bir yaklaşım sergilemek olur. Bu coğrafyanın soğuk ve gri ikliminden midir bilinmez ama mizahi bir yaklaşım içine girme çabası bizimde bakış açımızı olumsuz bir şeklide etkiliyor. Zira o coğrafyanın mizah anlayışı ile bizimki pek uyuşuyor gibi değil. Mizahi olmaktan çok acımasız bir yaklaşım varmış gibi duruyor. Politik bir iki gönderme de yine dünyanın en az politize olmuş bu toplumunun insanının üzerinde eğreti duruyor.

“Kimse sorunları olan biri ile olmak istemez.”

Blind, Körlük ile daha önce yine bu sitede yazmış olduğum Körlük | Jose Saramago nun bir ilgisi yok, fakat şunu belirtmem gerek, kitabın çok güçlü bir etkisi varken film de ara ara bu etkiyi sunmayı başarıyor.

Blind, Körlük filminin asıl meselesi fiziki olarak görme yetisinin kaybedilmesi ile oluşan zorluk değil, zihnin bu olay karşısında takındığı tavır. Tabi buradaki zihin bir yazarın zihni olunca, hayal gücünün çarpıcılığı, yarattığı karakterleri dışardan izlerken birden onlara hükmetmeye başlaması çok iyi detaylar.

Film için son söz olarak; müstehcen hatta pornografik sahnelere sahip bir film izleyeceğinizi bilmeniz lazım. Böylesi detaylara gerek yok izlenimi ile bitirdim filmi. Kendi içinde farklı ve etkileyici bir konu varken yönetmenin akışa müdahaleleri, kafası karışık ve çok şey yapmak isteyen bir insanın düzgün işleyen bir mekanizmayı bozması gibi olmuş.

Bu kısa sürede kafamdakilerin hepsini aktarmalıyım çabası, yer yer anlaşılması zor, bütünden kopuk bir hal alıyor. Oyuncuların iyi performansları durumu kotarır gibi dursa da çok daha iyi bir film izleme şansımızı bu acelecilik elimizden almış gibi .

Film bittiğinde aklıma nedense Özcan Alper’in Aşıklar Bayramı (2022) | Özcan Alper filmi geldi. Kendimizden olan bir şeyi eleştirmeyi ve yerden yere vurmayı nasıl bu derece başardığımızı anlamakta zorlanıyor insan. Blind’in aldığı ödüller ve sinefiller tarafından yüceltilmesi iki filmi arka arkaya izleyen beni hayli şaşırttı. Özcan Alper sevişme ve çıplaklık kullanmadığı için kötü film yapmış, Eskil Vogt, yaratıcı ve çarpıcı bir konuyu pornografi ve çıplaklıkla süslediği için iyi bir film yapmış durumu oluşmuş.

Son söz; ailecek oturup izlenecek bir film değil ama izlenebilir bir film. Çok daha iyi olabilirmiş. 7/10

Barış Ekim 2022

Beğendiğim Youtube Kanalları

Şu an geldiğimiz noktada Youtube’un önemli bir yer tuttuğunu düşünüyorum. Bu mecra içerinde çok iyi içerik üreticileri var. Bu kanallardan haberdar olmak için bu sayfayı düzenli olarak güncellemeye karar verdim.

Kendi beğendiğim, düzenli izlediğim, bilgi aldığım, eğlendiğim kanalları buraya ekleyerek sizlerin de faydalanmasını sağlamayı amaçlıyorum.

Barış Özcan

Güncel hali ile 6 milyon abone sayısına erişmiş olan kanal, Youtube’un en nitelikli içerik üretici kanallarından bir tanesi. Çoktan duymuş olduğunuzu düşünsem de önermeden geçemeyeceğim bir yer.

Barış Özcan

1974 doğumlu Barış Özcan 2014 yılından beri Youtube’a içerik üretiyor. Çok kaliteli videoların hazırlayıcısı ve sunucusu konumunda. Türkiye’nin en iyi Youtuber’ı olduğunu söylesek abartmış olmayız sanırım.

Barış Özcan, kanalında bilim, sanat, tasarım ve teknoloji alanlarında içerikler üretiyor. Her Pazar Türkiye saati ile 09.00’da kanalına yeni video yükleme disiplinine sahip. Bilim ve Uzay içerikleri içinde çok bilgilendirici içerikleri var.

Ozan Sari

1989 Bursa doğumlu olan Ozan Sari, Türkiye’nin yakın dönem Keman virtüözlerinden biridir. Kendisi Youtuber olmasa da kanalına yüklediği videoları ilgi ile takip etmekteyim.

Ozan Sari

Ozan Sari aynı zamanda Uludağ Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda Öğretim Görevlisi olarak gençleri yetiştirmekte, Cihat Aşkın ve Küçük Arkadaşları projesi olan CAKA’nın masterclass çalışmalarında öğretmenlik yapmaktadır.

Sık sık video yayınlamasa bile takip etmenizi ve usta kemanının tadını çıkartmanızı öneririm.

Sunay Akın

Tam adı Şükrü Sunay Akın olan Türk şair, yazar, gazeteci, araştırmacı ve tiyatro oyuncusunu zaten tanıyorsunuzdur. Özellikle şiir dendiğinde ilk akla gelen kişilerden biri olan yazar 1962 Trabzon doğumlu olup İstanbul Üniversitesi Fiziki Coğrafya Bölümünden mezunudur.

Sunay Akın – Ve işte o Çocuk

İlginç hikayeleri ile tanıdığımız yazar. Son zamanlarda Youtube için benim çok ilgimi çeken “Ve işte O Çocuk” içeriğini üretiyor. Türkiye’nin çok değerli oyuncu, yazar, iş adamı veya sanat insanlarının hayatını kendi dili ile anlatıyor. 1 saatlik videolar, çok eğlenceli anılar ve ilginç bağlantılar etrafında sunuluyor.

Liziqi

Li ziqi, Çin’de bulunan Mianyard Şehrinin Pingwu köyünde ki (bir nevi bizim Karadeniz) büyükannesiyle beraber geçirdiği günlük yaşamını videolara yansıtıyor. Bahçeye gidiyor, ürünleri ekiyor, topluyor, yemek yapıyor ve oturup yiyorlar.

Liziqi

Mutfağında kullandığı her şeyi ya bahçesinden ya da köyündeki ormandan toplayan genç kızın kanalını enteresan kılan içeriğin kalitesi ve izlerken sizi oldukça rahatlatması. Tüm üretim sürecini anlattığı videolarını artık yayınlamıyor olsa da 17 Milyon abonesi sanırım sabırsızlıkla bekliyor.

Köyün enfes güzellikteki doğası ile kullandığı arka plan müziğinin yanında gereksiz diyaloğa girmeyen Youtuber, sakince akan bir 20 dakika vadediyor. Çok beğendiğim kanallardan biridir.

ortapia

Ortopia, Dr. Serkan Karaismailoğlu’nun youtube kanalıdır. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim dalından yüksek lisans yapmış olan doktorumuz kanalında ağırlıklı olarak hafıza ve beyin üzerine bilgiler veriyor.

Serkan Karaismailoğlu

Oldukça ilgi çekici bir sunumu olan Karaismailoğlu düz bir şekilde anlatıyormuş gibi görünse de çok kaliteli bir içerik sunuyor. Aynı zamanda kitap,dizi ve film tavsiyelerinden oluşan videoları da mevcut. Ses tonu, konuya hakimiyeti, bilimsel yayınları sunması hemen ilginizi çekecek ve ara ara açıp izlemek isteyeceksiniz.

Tahsin Hasoğlu

Komedyen olan Tahsin Hasoğlu özellikle hafta hafta yaptığı süper lig yorumları ile sizi güldürmeyi başaracaktır.

Tahsin Hasoğlu

Şimdiden 500 bin abonesi olan komedyenin ismini daha çok duyacağımız kesin. Üzerinde uğraşıldığı oldukça belli olan videoları, esprileri ile benzeri yok gibi duruyor. 1984 doğumlu komedyenin özellikle Verder Veremem Spor teknik direktörü olarak canlandırdığı “Gamsız Arif” şimdiden fenomen olmuş durumda. Spor dışında güncel konular içinde yaptığı videolarla gülme garantili bir komedyen.

Flu TV

Benim ilgimi Prof. Erkcan Özcan ile yapılan “Olmaz Öyle Saçma Bilim” başlığı altında verdikleri videolar ile çeken kanal. Ekonomiden, siyasete, tarihten, bilime bir çok alanda “olmaz Öyle Saçma …. ” başlıkları ile konunun uzmanı kişilerle soru cevap yapıyorlar.

Flu Tv

Ben ağırlıklı olarak; Yönetmen, Sinema Eleştirmeni, Blogger olarak showrunner’lık yapan İlker Canikligil’in videolarını izlediğim için bu videoları tavsiye ediyorum. Diğer içeriklerine de göz atma şansı bulduğum kanalda Tarih ve Tıp alanında da videolar çok keyifli ve bilgilendirici durumda. Standartlar dışı cinseller videoları da çok iyi diyebilirim. Hem ufkunuzu hem de bilginizi genişletecek bir kanal.

Cihat Aşkın

1968 İstanbul doğumlu olan keman sanatçımız, sadece Türkiye’nin değil tüm Dünya’nın sayılı virtüözlerinden biridir. Özellikle batı müziği ile Türk müziğini birleştirerek icra ettiği eserler ile tanınır ve hayli etkileyici bir çalma tekniğine sahiptir.

Cihat Aşkın – Zeybek Havası

Benim kendi sitemde de daha önce hikayeleştirdiğim bir yazı mevcut. Merak edenler Cihat Aşkın’ın Kemanında ki Bülbül yazımı da okuyabilirler. Cihat Aşkın’ı sadece müziği ön plana çıkartmaz aynı zamanda CAKA isimli eğitim çalışması ile yeni gençlerin hem müziği sevmesini hem de Dünya çapında olmalarını sağlayan projenin de kurucusudur.

Şöyle yorgun argın eve gelmişken, açın bir kaç parçasını dinleyin. Hem bedenen hem de ruhen dinlenin.

Can Özhan

Madem keman sanatçılarını paylaştık, onlardan biri ile devam edeyim. Çok beğendiğim yakın dönem sanatçılarımızdan biri olan Can Özhan, 1990 Antalya doğumludur. Vurgulu ve net çalışı ile ön plana çıkan sanatçı, dinlerken sizi etkilemeyi başaranlardandır.

Can Özhan

Can Özhan’ı farklı kılan taraflardan biri de çaldığı muhteşem kemanın yanında, eğitimci olarak özellikle Antalya’da çocukları yetiştirmesidir. Yakın zamana kadar Akdeniz Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan sanatçı, kendi projesi olan “Mini konservatuar” ile daha etkileyici bir öğretme deneyimi sunmaktadır.

Takip edin, ara ara açıp dinleyin memnun kalacaksınız.

Daniel Rosas

Müzikten, dansa geçelim. Özellikle latin danslarına merakınız varsa, yapmasanız bile estetik bir şeyler izlemekten keyif alıyorsanız tam size göre bir kanal öneriyorum.

Asdrubar – Abrázame | Salsa Dance on2 | By Daniel Rosas & Ece Buse Demiray

“Hayat bir danstır.” mottosu ile hem dans eden hem de youtube içeriği üreten sanatçı, kendini şöyle ifade ediyor: “Benim tutkum, hayatınızı beden ve zihinle uyumlu hale getirmek. Buna dans etmek de dahildir. Bir çift olarak uyumlu bir şekilde dans edebilmek için öncelikle kendinizle ve müzikle uyum içinde olmalısınız. Hayatta da aynı. Başarılı ve mutlu olmak için, gerçekte kim olduğunuzu, sizi kalbinizin sesini, yani amacınızı takip etmeye iten şeyin ne olduğunu acilen bulmanız gerekir.”

Kıvrak Latin ezgileri ile dansın ve estetiğin bir araya gelişini izlemek hep çok keyifli olmuştur. Bu keyfi en iyi şekilde alabileceğiniz kanallardan biri.

Takipte Kalın Devam edecek….

Belgin Doruk | (28 Haziran 1936 – 26 Mart 1995)

Belgin Doruk, namı diğer “Küçük Hanımefendi” Türk sinemasının 1950 ve 60 lı yıllarının güzeller güzeli. Türkan Şoraylar, Filiz Akınlar yokken Belgin Doruk vardı. Özellikle Ayhan Işık ile oluşturduğu birliktelik ile hafızalarımıza kazınmıştır.

Belgin Doruk daha ortaokul yıllarında katıldığı bir yarışmada birinci oldu ve “Çakırcalı Mehmet Efe’nin Definesi” adlı filmde Sadri Alışık ve Kadir Savun’a eşlik ederek sinema kariyerine başladı. Aynı yarışmanın erkek birincisi kimdi peki: Ayhan Işık. Ne yarışmalar yapılıyormuş eskiden insan hem gıpta ediyor hem de üzülüyor. 81 filmde oynayan Belgin Doruk, lakabı haline gelecek olan “Küçük Hanımefendi” filmlerini oynayarak 1950’ler ve 1960’ların en ünlü siması haline geldi.

Lütfi Ömer Akad’ın yönettiği “Öldüren Şehir” filmi kariyerinin dönüm noktası sayılır. Ayhan Işık ile birlikte oynadığı ilk film de budur. 25 yaşındaki Ayhan Işık ile 17 yaşında ki Belgin Doruk. Doruk, 1954 yılında henüz 18 yaşındayken yönetmen Faruk Kenç ile evlenmiştir.

Belgin Doruk için sinema kariyerinin en belirgin yılı 1961’dir desek sanırım yanılmış olmayız. Nejat Saydam’ın yönettiği “Küçük Hanımefendi” filminde Ayhan Işık ve Sadri Alışık ile birlikte başrol oynaması, Türk izleyicisi üzerinde öylesine derin bir etki bıraktı ki, artık “Küçük Hanımefendi” filmin değil Belgin Doruk’un ismi haline geldi.

1964’e yılına geldiğimizde sadece buğulu gözlü güzel abla olmadığını bize gösterdi. Orhan Elmas, Vedat Türkali ve Turgut Özakman tarafından senaryosu yazılan Orhan Elmas tarafından yönetilen “Duvarların Ötesi” adlı filmde Tanju Gürsu ile rol aldı ve hem yılının hem de Türk Sinemasının ses getiren filmlerinden birisine imza atmış oldu.

Zeki Müren ile birlikte oynadıkları 1955 yapımı “Son Beste” filmi ile başlayan sinemasal birlikteliği de en az Ayhan Işık’la olduğu kadar beğenilmiş ve sevilmiştir.

Hüzünlü gözlere ve bakışlara sahipti Belgin Doruk, oyunculuğunda öylesine bir duygu yoğunluğu vardı ki, gerçek hayatının içinde bir şeylerin kalbini kırdığı görülüyordu. Kariyeri öylesine başarılıydı ki, halk için mutluluğun tanımıydı. 70’li yılların başında yaşadığı sağlık sorunları ve kişisel hayatında ki sorunlar, bir dönem sinemamızın en çok film çeken yıldızını duraklattı. Daha az filmde izlesek bile 1970 yılında, Uluslararası Antalya Film Festival’inde “Ayşecik Yuvanın Bekçileri” filmindeki performansı “en iyi kadın oyuncu ödülünü” kazandı.

Türk sinemasının benli güzeli, o dönemde ki kadınların moda ikonudur. Giydikleri kadar benini de taklit eder kadınlar.

“Annem bana hamileyken Ankara’da Gazi Çiftliği’ndeymiş. Gamzeli olmamı çok istediği için çok ayva yemiş hamileliğinde. Tesadüftür ki gamzeli doğdum, annem tesadüf olmadığını söylerdi.”

1975 yılında sinemayı bıraktığında henüz 39 yaşındaydı. 1995 yılında kalp yetmezliğinden dolayı 59 yaşında İstanbul’da hayatını kaybetti. Ankara’dan başlayan yolculuğu 59 yıl sürdü ama hepimizin üstünde derin izler bırakmayı başarmış bir 59 yıl.

Barış, Eylül 2022

Tony Manero (2008) | Pablo Larrain

Tony Manero, Santiago, Şili’de 1976 yılında doğmuş olan Pablo Larrain’in ikinci uzun metraj filmidir. Senaryo konusunda da birlikte çalıştıkları Alfredo Castro başta olmak üzere, Amparo Noguera ve Hector Morales başrollerdedir.

“Kendi yuvasına sıçan kuş, iyi bir kuş değildir.”

Saturday Night Fever filminde John Travolta, Tony Manero karakterini canlandırmıştı. Filmin temeline aldığı konu; Raul Peralta karakteri (Alfredo Castro) saplantılı bir şekilde bu karakteri taklit eder. Hatta taklit etmekten ziyade o olmaya çalışır. Şili’de bir televizyon programında ki yarışmayı kazanmaya çalışma hikayesidir.

1978 yılında Santiago / Şili, Diktatör Pinochet yönetimdedir. Cinayetler, işkenceler, bombalar ve zulüm her yerdedir. Yoksulluk, sefalet ve insanlıktan çıkmış bir toplumun ortasında 52 yaşındaki Raul Peralta takıntılı bir hayalin peşindedir. Öylesine bir takıntı içindedir ki arkadaşları tutuklanırken, işkence görüp, öldürülürken Raul, Tony Manero olmak için her şeyi yapabilir.

Şili’nin bu karanlık döneminden tüm çıplaklığı ve acımasızlığı ile kesitler sunan film aynı zamanda hırs, ihanet, cinayet ve hayal kırıklığın kavramların da alt üst ediyor. Öylesine rahatsız edici bir üslup ile aktarılan hikaye ara ara sizi hayli sinirlendiriyor.

“Çünkü hayat bugün bize bir şans veriyor.”

1977 yapımı, yönetmen John Badham’ın “Saturday Night Fever – Cumartesi Gecesi Ateşi” filmi özellikle John Travolta’yı bir ikon haline getirmeyi başarmıştı. Bu film için en kaba tabirle eğlenceli bir müzikal diyebilirken, bu filmin karakeri Tony Manero’yu odağına yerleştiren Şili’li yönetmenin Tony Manero’su için bırakın eğlenceyi kabaca falan da değil, direk aşırı rahatsız edici bir film tanımlaması yapılabilir.

Pinochet gibi birinin yarattığı Şili’de yaşamayan bizler için, her sahne başlı başına etkileyici aslında, insanlığın bittiği bu dönem için, normal insanların aldığı hal belki de psikolojinin bir araştırma alanı olabilir. Yaşamadığımız bir dünyanın ortasında kalmış olduğumuz hissiyat film boyunca bizi ratsız eder. Bu ortamdan kurtulma hissiyatı, öncelikle baş karakterin durumundan ziyade yaşamla ilgili kaygılarımız artırır.

Alfredo Castro’nun oyunculuğu için bir karakteri oynamış diyemeyiz, sanki o karakterin kendisi olmuş. Bu derece başarılı bir canlandırma az rastlanır türden. Hayranlığının ve sadece kendini düşünmenin yarattığı hikaye ise bir miktar kendimizi içsel bir sorgu içine sokmamıza da neden olur.

Tony Manero 2008 Trailer

Tony Manero’da bir yan konu olarak politikadan bahsedebiliriz. Pinochet’e karşı olanlara uygulanan şiddet her ne kadar vurucu bir şekilde verilmiş olsa bile bunların hepsi ana karakterimizin ekseninde değerlendiriliyor. Baş karakterimiz bu konulara tamamen ilgisiz. Filmin vurgulamaya çalıştığı konu bu ilgisizlik de değil, bu karakterin kendi kişisel hedefi için etrafında ki her şeyi herkesi yok sayması. Pinochet hayranı yaşlı kadın ile girdiği sahnesel ilişkide ki safi kötülük, bizim hazırlıksız yakalanmamıza neden oluyor. Zira burada politik bir tepkiden ziyade, tek bir birey olarak birinin içindeki kötülüğü aniden görmemiz, bu noktada başka bir eleştiri alanı açılabilir tabi, politik bir tepki ile bir insana uygulanan şiddet olumlu mudur?

Karşımızda çok ilginç bir karakter var. Sinemanın böylesine kötü bir karakteri bize daha önce sunduğunu pek hatırlamam. Yukarda da bahsettiğim gibi Alfredo Castro’nun çarpıcı oyunculuğunun da burada etkisi çok yüksek. İnanılmaz derece de soğuk bir ifade ile oynadığı karakter, aynı zamanda dans gibi estetik bir olgu ile de zıtlaşıyor. Filmde ki aynı evde yaşadıkları diğer karakterle olan ilişkisi de hem anti patik hem de gerçek değil duygusu yaratıyor.

Sonuç olarak, sert bir film izliyoruz. Ara ara sinirlerinizi geren, ara ara midenizi bulandıran bir film. Bazı bazı gerçek duygusunda kopan da bir film. Sizi mutlu etmeyeceği garanti olan bu filmi ben niye izleyeyim ki diye sorabilirsiniz? Yaşamadığınız bir dünyayı görmek için olabilir, çok ilginç, sert ve iyi bir oyunculuk izlemek için olabilir, Şili’den bir film izlemek için olabilir, bencillik ve hırsın fazlasının bir insana ne yaptığını görmek için de olabilir.

Barış Eylül 2022

Le Doulos | Unutulmazlar (1962) – Jean-Pierre Melville

Le Doulos, Türkçe çevrimi Unutulmazlar; Jean-Paul Belmondo, Serge Reggiani, Jean Desailly’in başrollerini paylaştığı, 1973 yılında kalp krizi sebebi ile dünyadan ayrılan ünlü Fransız yönetmen Jean-Pierre Melville’in kalsikleşmiş filmlerinden biridir.

Jean-Pierre Melville hakkında daha önce Leon Morin, Pretre | Rahip Leon Morin (1961) – Jean-Pierre Melville yazımızda bahsetmiştim, tekrara gerek yok.

Le Doulos, argo olarak şapka demek ama polis muhbirlerine verilen bir isim. Filmin konusu zaten bu göndermeye yakın. Hırsızlıktan hapis yatan Maurice (Serge Reggiani) hapisten çıkar ve çalıntı malların aracısı bir adamı öldürerek yeni soygunu için kaynak elde eder. Soygun için diğer ekipmanları arkadaşı Silien (Jean-Paul Belmondo), sağlayacaktır. Silien’in polis muhbiri olması işlerin karışması için yeterli bir nedendir.

Jean-Pierre Melville’in haklı ünü polisiye filmlerden gelmektedir. Bu filmde de bu ününün hakkını verdiğini söylemeliyiz. Polisiye film dediğimiz zaman aklınıza klasik Amerikan filmleri geliyorsa, tam bu noktada yanılırsınız. Melville, polisiyelerinde, ön plana çıkan suç ve gerilim olgusudur. Aksiyon durumu yoktur. Karanlık karakterler, diyaloglar, sahne sahne tırmanan gerilim, suç olgusu gibi kavramların deşilmesi.

Le Doulos, Unutulmazlar filmi Pierre Lesou’nun romanından sinemaya uyarlanan bir film. Senaryo Melville’e ait. Dediğimiz gibi gerilim düzeyinin yoğunluğunu aksiyondan değil, karakterlerinden ve atmosferinden alan filmlerin ustası bir yönetmen Melville.

“Siz hödükler iyi bir iş bulamıyor musunuz? – Polis kuvvetlerine katılacağız ama önce emekli parasına ihtiyacımız var.”

Serge Reggiani gibi iyi bir oyuncunun yanına başka bir iyi oyuncu ekleniyor; Jean-Paul Belmondo. Hem genç hem de sempatik Belmando yeri geldiğinde takındığı sert tutum ile bizi şaşırtmayı başarıyor.

“Başka bir yerde yaşayacağım, henüz neresi olduğunu bilmiyorum. Polis ve kabadayıların olmadığı bir yer varsa orası olacak.”

Reggiani, zaten usta bir oyuncu olarak, ihanete uğramış ve yorgun bir adamı başarı ile canlandırıyor. Melville’in bir tercihi mi olduğunu bilemediğimiz bir şekilde film çarpıcı bir muhbir ile ihanete uğrayan mücadelesi göstermiyor. Oyuncuların karakterlerini hikayeleştirme başarısından ayrı bir durum bu.

Fransız yeni dalgasının vaftiz babası deniyor demiştik daha önce ki yazımızda Melville için. Bu filmde de başarılı bir örnek olarak karşımızda bu durum. İşlenen cinayetler ve bu sahnelerde ki ışık kullanımı hayli çarpıcı. Özellikle siyah – beyazın fonun kendi doğası gereği estetik olma durumu, farklı kamera açılarından seyirciye sunulunca daha da çarpıcı oluyor.

Günümüz Amerikan sinemasına alışmış izleyiciler için çok durağan ve vasat gelebilir film. Fakat sinemanın etkileyici ve duygulara direk işleyen yanını benimsemiş izleyici kitlesi için tam anlamı ile bir cevher. İzlediğimiz şey, anlamsız bir aksiyon değil nihayetinde, duygu ve karakter taşıyan gerçek insanlarla yapılmış gerçekçi bir suç filmi.

Polis memurunun Belmando’yu sorguya çektiği sahneyi ele alalım. Kameranın hareketi ile sorgu odasının içinde olma duygusunu yaşarız direk. Belmando ile konuşan biz olabilir miyiz?

“Bu meslekte sonun ya aylaklık olur ya da mermi manyaklığı”

Le Doulos, Unutulmazlar dediğimiz zaman, gerçek ve karakterlerin amaçları konusunda izleyiciler olarak bizi ardı ardına aldatmayı başaran bir filmden söz ediyoruz. Belki tüm dönüşler aman sende durumu yaratabilir izleyicide fakat oyunculuklarda ki net diyaloglar, yönetmenin kısa ve etkileyici geçişleri bu durumu bertaraf ediyor. Usta işi ve zekice yapılmış bir suç filmi çıkıyor ortaya.

Trençkotlar, sigaralar, ihanetler, silahlarlar ve kötü adamları ile tüm klişelerin kullanımı, bırakın anti patik bir durum oluşturmayı, bu filmle bunlar başlamış izlenimi veriyor.

Melville kadınlar konusunda çok eleştirilmiş bir yönetmen, zira filmlerinde çok sert davranışlar görülüyor. Bu hakikatten çok dikkat çekici bir durum. Fransız yönetmenin “ben değil, filmlerimde ki karakterler sert davranıyor” diyor. Bakıldığında kötü adamların, sert erkeklerin hatta duygusuz adamların filmleri bunlar, suçlular ve bu davranışları anormal değil. Fakat bildiğim kadarı ile de hiçbir filminde bir özür sahnesi yok, gerçi kötü adamların yerine o niye özür dilesin.

Ben iyi bir film izledim. 1962 Paris atmosferinde duru ve gerçekçi bir gösteri. İlerleyişi, sahneleri, diyalog ve oyunculuğu ile etkileyici bir film. Bir klasik.

Barış, Eylül 2022

Böyle bir sevmek | Attila İlhan

Böyle bir sevmek şiir kitabı, Attila İlhan’ın 8. kitabı olarak 1977 yılında yayınlanmıştır. 25. basımı olarak İş Bankası yayınlarından çıkan son basımı, şiirlerinin yanında “meraklısı için notlar” ve “meraklısı için ekler” bölümleri ile daha da ilgi çekici bir kitap haline dönüşmüş.

Atilla Hamdi İlhan; 15 Haziran 1925 İzmir, Menemen doğumludur. 10 Ekim 2005 yılında aramızdan ayrılmıştır. Attila İlhan sadece bir şair değil aynı zamanda romancı, düşünür, deneme yazarı, gazeteci, senarist ve eleştirmendi.

Daha lisede henüz 16 yaşındayken Nazım Hikmet şiirleriyle yakalandığı için tutuklanmış, iki ay hapis yatmıştır. Ey gidi ülkemiz ey, şiir okuduğu için 16 yaşında bir çocuğu hapis yatıran ülkemiz. Daha trajik olanı ise tüm insan haklarına aykırı bir uygulama ile Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilmiş ve eğitim hayatına ara vermiştir. 1944 yılında Danıştay kararı ile okuma hakkını tekrar kazanan İlhan, İstanbul Işık Lisesi’ne gitmiştir. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne giden şair 1948’de ilk şiir kitabı Duvar’ı yayımlamıştır. Hukuk Fakültesi’ni son sınıfta bırakarak gazeteci olmuş, 2005 yılında ki vefatına kadar hayatı davalar, göz altılar, baskılar içinde geçmiştir.

1948 Duvar, 1954 Sisler Bulvarı, 1955 Yağmur Kaçağı, 1960 Ben Sana Mecburum, 1962 Bela Çiçeği, 1968 Yasak Sevişmek, 1973 Tutuklunun Günlüğü, 1977 Böyle Bir Sevmek, 1982 Elde Var Hüzün, 1987 Korkunun Krallığı, 1993 Ayrılık Sevdaya Dahil, 2002 Kimi Sevsem Sensin kitapları yayımlanmış olan yazar sadece şiir kitapları ile bile oldukça üretkendir. Bunların yanında roman, senaryo kitapları, denemeleri vardır. Gazete yazıları da bulunmaktadır.

Böyle bir sevmek

Şiir kitabının İş Bankası yayınları 25. basımın da “meraklısı için notlar” bölümü var. Attila İlhan’ın kendi ağzından şiirleri ile ilgili yorumlarının yer aldığı bu bölüm şiirlerini gayet güzel anlatıyor. Ben de yazımı Attila İlhan’ın sözleri ile sürdüreceğim.

“böyle bir sevmek’teki şiirlerin hemen hepsi Ankara şiirleridir.” diyor İlhan. Ankara’da yazıldıkları için diyor. Bu kitabın şiirleri, içerik yönünden olduğu kadar, söyleyişleri yönünden de başka havalardan çalıyor.

“ne kadınlar sevdim zaten yoktular / yağmur giyerdi sonbaharla bir / azıcık okşasan sanki çocuktular / bıraksam korkudan gözleri sislenir ” – böyle bir sevmek

Şairin kendi söylemi ile de şiirlerin yazıldığı 70’li yılların baskıcı rejimi (hiç bitmeyen rejim) ve 73 seçimleri ile oluşan nispeten demokratik ortam, o dönem şiirlerinde çokça rastladığımız “ölürüz bin doğarız” sloganlı şiirler yerine İlhan, şiirin kavgacı yanından ziyade insancıl yanıyla üretmiş ve kitabını bu şiirlerle bezemiş. Yazarın en belirgin eleştirisi de burada dönem şiirlerine ve o dönemin ortamına geliyor; “okurla şiir arasında ki bağın kopmasını az da olsa korumuş oldum” diyor. Çünkü şiir okuru miting şiiri sevmiyor, haliyle toplumcu ozan şiir okuru ile dirsek temasını yitirmiş oluyor.

Böyle bir sevmek şiir kitabı; “Gündelik şeyler” – “kavaklıdere balladları” – “varsağı” – “jilet yiyen kız” – “gözlüklü hamdi’nin notları” – “ki” ana başlıklarından oluşuyor. Bu başlıkların altlarında da şiirler var.

“Gündelik şeyler, siyasal şiirin nasıl yazılması gerektiğini somutlaştırma çabasıdır.” diyor şair. “sana ne yaptılar” şiiri için Sansaryan Hanı’nda işkence gören genç kızların şiiridir diyor. Okuduğunuzda bu etkiyi hemen hissediyorsunuz.

“bir bıçağın ağzında yürür gibiydin / demirlerin soğukluğu soluk dudaklarında / gözlerinde karanlığı dar hücrelerin / seni görür görmez özgürlüğümden utandım” – sana ne yaptılar

Özellikle üzerinde durulan şiirlerden biri de “sakın ha”; bir sendikacının tutuklanmasını anlatıyor şiir. O dönemin siyasal ortamında, insanları etrafında benzer hikayeler oluştuğu ve şiirin bu yaşanmışlıklara ait duyguları çok iyi verdiği bir gerçek. Öylesine yalın, içten ve gündelik bir anlatımla yazılmış ki şiir, öyküsü, bir öykü okuruymuşuz hissi uyandırıyor.

“sabiha bu adamlar beni alıp götürecek / sakın ha ağlamanı istemiyorum / soracakları varmış yıllardır sorarlar / anlaşılan bu sorgu daha yıllarca sürecek / ilk götürülüşümü bak hatırlıyorum / sendikaya yazıldığım günlerdi sanıyorum / otomobil farlarına yağmur yağıyordu / cıgaram ıslanmış sokaklar nedense dar / bu defa aksi gibi zilzurna ilkbahar” – sakın ha

Şiirlerin hem şiir formu normlarını en üst düzeyde temsil ediyor oluşu hem de gündelik hayatın içinde akıp giden sözcüklermişçesine okunuşu hayranlık uyandırıyor. Tam anlamı ile yetkin bir kalemin eserlerini okuyoruz.

böyle bir sevmek şiiri için ayrı bir parantez açalım; temelde aşk şiiridir ama yeryüzündeki akıp giden hayatında şiiridir. İçtenliği ve samimiyeti şiir okuru olarak bizim kadar, müzisyen Timur Selçuk ve Ahmet Kaya’yı da etkilemiş olacak ki ikisi de şiiri bestelemiştir.

Böyle bir sevmek – Ahmet Kaya
Böyle bir sevmek – Timur Selçuk

Beni etkileyen şiirlerden biri de “ihtiyarlar balladı” oldu. Attila İlhan’ın sözlerini şiiri okurken tam olarak hissettim diyebilirim. “çağdaş toplumlarda ihtiyarların yaşadığı dram bütün heybetiyle gözüme 1960’ların son yarısına doğru Paris’te çarptı. Huzur evleri ile ilgili izlediğim bir program. 10 yıl sonra yazılmış bir şiir bu. Endüstri kapitalizminin üretici olmayan herkese karşı ne kadar acımasız olduğunu saplama fırsatını buluyorum. “

“idam mahkumlarıdır aslında ihtiyarlar / ölüme koşullanmış bütün davranışları” – ihtiyarlar balladı

İhtiyarlar Balladı – Timur Selçuk

Böyle bir sevmek içinde ki şiirlerin “Vasağı” bölümü de hayli etkileyici şiirler. Zaten tür olarak böyle bir söyleyiş şekli; vasağı. Yiğitçe bir söyleyiş, şiirleri okurken bu etkiyi alıyorsunuz. Belki de Ahmet Kaya’nın ünlü bestesi kulaklarınıza takılmıştır.

Haçan Ölesim Gelir – Ahmet Kaya

Kitap için daha uzun uzadıya şiirlerle ilgili bir şeyler yazmak mümkün. Son sözü “ki” şiirleri için söyleyerek bitireyim. “İnsan olarak benim son birkaç yıl boyunca geliştirdiğim duygusallıkların ve düşünselliklerin büyüme eğrisine uygunlar” diyor Attila İlhan. Çok etkileyici bir anekdot olarak ta 4. şiiri Server Tanilli’nin Devlet Güvenlik Mahkemesinde yargılanırken savunmasında kullanmış olması.

o sözler ki acıdır / mapusane avlularında / demirli kırbaçlar gibi şaklar / o sözler ki sırasında / çiçek açmış bir nar ağacıdır / dağ ufkuna vuran deniz aydınlığı / sırasında gizemli bıçaklar

O sözler ki / imgelem sonsuzluğunun / ateşten gülüdürler / kelebek çarpıntılarıyla doğarlar ölürler / o sözler ki kalbimizin üstünde / dolu bir tabanca gibi / ölüp ölesiye taşırız / o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan / uğrunda asılırız. – “Ki – 4.”

Hem şiirlerinin güçlü etkisiyle hem de bir düşünce insanı olarak Attila İlhan’ın fikirsel etkisi ile mutlaka tanışmanız gerekir. Kitapın şiirleri , şiir olma gerekliliğini taşırken, toplumcu, etkileyici ve güçlüdür. Kitap sonunda ki ekler, yazarın gençliğinden yaşlılığına uzanan fikirsel değişimini görmek açısında başlı başına bir yazı konusudur.

Okuyun, ezberleyin. Okutun…

Barış, Eylül 2022

İşe Yarar Bir Şey (2017) | Pelin Esmer

İşe yarar bir şey, Başak Köklükaya, Öykü Karayel ve Yiğit Özşener’in baş rolleri paylaştığı Pelin Esmer filmidir. 11’e 10 Kala ve Gözetleme Kulesi filmlerinden 5 yıl sonra çektiği bu film ile başarı grafiğini yukarı yönlü olarak sürdürmeyi başarmış yönetmen.

Film, Başak Köklükaya’nın 24. Adana Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünün yanında yine Adana Film Festivali’nde senaryo ödülünü de aldı. Senaryosunda Barış Bıçakçı ve Pelin Esmer birlikte yazdı. Şair bir kadın hakkında bir film diyerek özetleyebileceğimiz bir yapım.

“Baktım rüzgarsın sen / baktım çamaşır ipini zorluyorsun / hepimizin derdi güzel yaşlanmak sevgilim / baktım bir kitabın sayfasını çeviriyorsun/ ayağına terlik giy / bildiğimiz şeylerin taşında yalınayak geziyorsun”

Şair Leyla ile genç hemşire Canan’ın yolculukta kurdukları diyalog ile başlayan film, Boynundan aşağısı felç olan Yavuz’un hayatına son vermek istemesi ve bu isteği Canan’ın gerçekleştirmek üzere yola çıkmış olması, Yavuz’un yanına Leyla’nın da gelmesi şeklinde ilerliyor.

İşe yarar bir şey filmi için yönetmeni Pelin Esmer; “Şiirin üzerimizde bıraktığı o tanımlaması zor etkiyi sinemadan çıkan insanın üzerinde deneme arzusu biraz.” diyor. Nispeten başarılı olduğunu düşünüyorum. Edebiyat severler için çok güçlü bir film mi bilemiyorum ama denenmesi bile güzel.

Filmin şiir, edebiyat gibi olgulardan bağımsız birde ötenazi hakkı için geliştirdiği bir söylem var. Kanaatimce çok katı bir red veya savunma algılamadım. Hayat her şeye rağmen güzel gibi bir basitliğe de inmemiş belki de filmi başarılı kılan unsurlardan biri burası, izleyiciye bırakmış olması. Tamamlanmamış öyküler konusunda Türk izleyicisinin biraz katı olduğunu düşünüyorum, hazır kalıpları, giriş gelişme ve sonuçları sever bizim izleyicimiz. İşe yarar bir şey ise şiirden yola çıkan bir film olduğu için hem sahnelerde hem de diyaloglarda tamamlanması gereken alanlar bırakarak bitiyor.

“başka evlerin kadınları erkekleri tam bir kahraman / tül perdeler uçuşurken başka evlerin pencerelerinde / bizi bir kitabın sayfaları arasında kurutuyor zaman / ama baktım sen rüzgarsın sevgilim / kitapları bir başından bir sonundan okuyorsun / başucunda bir bardak su / beni başucumda bir bardak su gibi avutuyorsun”

Alejandro Amenábar’ın 2004 yapımı “İçimdeki Deniz” filmini izlemiş olanlar bilir. Ötenazi konusunda yapılmış en etkileyici filmlerden biridir. Özellikle “Javier Bardem” in temiz oyunculuğu ile çok daha etkileyici filmdi. Tabi bu film de bütün mesele hayat kime aittir ve bize aitse buna son verme isteği de bize mi aittir” dogmasıydı. Pelin Esmer’in filmi bu konuda yardımcı konu gibi kalmış. Zira Leyla karakteri ve Canan karakterinin ilerleyişleri sanki daha önemli bir işleyiş haline gelmiş.

Leyla, özgür ve güçlü kadın karakterken, Canan tam tersi hem genç olgunlaşmamış hem de Anadolu’da baskı altında büyümüş biridir. Leyla karakteri kendini gerçekleştiren insan desturuna yakındır. Canan karakterinin bu noktadan çok daha uzakta temel ihtiyaçları giderme adımında olduğu söylene bilir. Filmin güçlü yönü iki kadının yolculuğu ve erkekle bağdaşlaştırılma eğilimi içinde bulunulan edebiyat durumunun Leyla ile sunulmasıdır.

Yolda olmak durumu filmin asıl meselesi. Trenin penceresinden akan şehirler, sokaklar, insanlar. Bir şairin gözlerinden izlememiz, iyi kurgulanmış ve gösterilmiş. Geriden gelen iç ses, bize hem yolda olmanın hissiyatını hem de hayatta ki gibi düşüncelerimizin kafamızın içinde dolanma hissiyatını veriyor. Şiirlere yakış bir akış içindeyiz.

Şahsi fikrim olarak oyunculuklar konusu beni pek etkilemedi diyebilirim. Genel akış ve görüntü olarak filmi bütün olarak beğenmiş olsam da oyunculuklar için filmi başka bir yere taşımış diyemiyorum. Aşağı ve yukarı bir etki sağlamadıklarını düşünüyorum.

Genel anlamda sıkılmadan izlediğim iyi bir Türk yapımı diyebilirim. Mubi’de izlediğim filmi, izle notu ile paylaşıyorum.

Barış, Eylül 2022

Aşıklar Bayramı (2022) | Özcan Alper

Aşıklar Bayramı, kendi adıma en iyi filmlerden biri saydığım “Sonbahar (2008)”ın yönetmeni Özcan Alper’in son filmi. Yönetmenin kimliği düşünüldüğünde şaşırtıcı bir biçimde Netflix’de yayınlandı.

Kemal Varol’un aynı isimli romanından senaryolaştırılan film. “Sonbahar” sonrası “Gelecek Uzun Sürer (2011)” ve “Rüzgarın Hatırları (2015)” filmleri ile kendine hayli sağlam bir izleyici kitlesi edinmiş ve yakın dönemin en başarılı bulduğum yönetmenlerinden biri olan Özcan Alper için sanırım bir miktar ekonomik olarak refaha kavuşma filmi.

Özcan Alper konusunu kapatmadan önce yollarımızın Artvin ve İstanbul Üniversitesi’nden dolayı kesişiyor olması (her ne kadar Kadıköy’de küçük bir karşılaşma dışında tanışmış olmasak da) ona karşı bakış açımın olumsuz bir taraf içeremeyeceğini belirtmem gerekiyor. Zaten “Sonbahar” gibi hem ideolojik zeminde hem de coğrafi zeminde çok iyi iş çıkartmış ve her iki tarafın da hissiyatını yakalamayı başarmış bir yönetmene ne denilebilir ki.

Efendim, daha önce Gönül(2022) film eleştirimizde ne demiştik, Netflix bozuk saat misali günde iki kez doğruyu gösteriyor. Bu eleştirimizi çoğunlukla platformda yayınlanan Türk yapımlarının niteliksizliğinden dolayı yapmıştık. Aşıklar Bayramı işi o doğru gösterdiği zaman dilimine denk gelen bir yapım.

“Ben o yatılı okullarda her hafta sonu seni bekledim!”

Aşıklar Bayramı, kaba konu olarak, 25 yıl sonra ölmek üzere olan bir babanın oğlunun yanına gelmesi ve ikisinin 3-4 günlük bir yolculuğa çıkmasını anlatıyor. Başrollerini Kıvanç Tatlıtuğ (Yusuf) ve Settar Tanrıöğen’in (Aşık Heves Ali) paylaştığı film de yan karakterlerin çok bir rolü yok, ara ara sahneye giriyorlar ve başrollere işi bırakıp devam ediyorlar. Tam bir dram filmi olarak yolda devam eden film bir taraftan Jim Jarmusha’da selam yolluyor gibi. Bu yolculuk esnasında Özcan Alper’in olağan üstü fotoğraflama yeteneklerini konuşturduğuna da bolca şahit oluyoruz. Nuri Bilge Ceylan bu konuda ne der bilemiyorum ama kendisine bu anlamda iyi bir rakip bulmuş gibi.

İki oyuncu da vasat üstü bir performans ile arzı endam ederken, Kıvanç Tatlıtuğ, “Kelebeğin Rüyası” filminde de böyle bir rol üstlenmişti. Acaba Tarık Akan gibi bir dönüşüm içinde midir bilemiyorum fakat sinema adına doğru yolda olduğunu belirtmek lazım. İçi boş yakışıklı rollerindense böylesi çok daha iyi duruyor üstünde.

“Baba dediğin zaten yarım kalmış bir kelimedir. Babalar hep yarım kalır.”

Aşıklar Bayramı, Kırşehir’den başlayıp Kars’taki Âşıklar Bayramı’nda noktalanan bir güzergah filmi. Bu güzergah içinde Kemal Varol’un uydurduğu Arkanya’da yer alır. Filmde ki 84 Plakalı araç buraya aittir. Mitolaojide ki Pan’ın yaşadığı Arkadia ile bir bağlantısı var mıdır bilemem ama Arkanya’da türküler ve bu türküleri yakan aşıklar yaşıyor. Kırşehir’den başlayıp, Kayseri, Malatya, Elazığ, Erzurum üzerinden Kars’a ulaşan film, bu duraklarda Anadolu’nun aşıklarına ve bu topraklarda yaşayan kültürlerine selam ediyor.

Aşıklar Bayramı için kopukluklar var diyenler oldu, aslında bir kopukluk falan yok. Film asıl konu üzerinde ilerlerken hayat gibi, yandan müdahil olan olayları teferruatlandırma ihtiyacı duymadan akıyor. Sadece benim dikkatimi kameranın sallanma hareketi çekti. Sürekli olmayan ama yer yer sallanan ekran için Özcan Alper’e sormak lazım, bilinçli bir tercih mi(ki ben öyle olduğu kanaatindeyim) yoksa bir hata mı?

Aşıklar Bayramı filmi size çok güçlü bir hikaye vadetmiyor bunu bilerek izleyin. Hikaye güçlü değil ama hayattan ve etkileyici. Aşık Heves Ali’nin son günlerin de kefenini valizine koyup yola çıkışı ve her şehirdeki arkadaşlarına, sevgililerine uğrayarak helalleşmesi, oğlunun da çocukluğunda yaşayamadığı baba-oğul ilişkisini üzücü bir şekilde yaşaması, Anadolu coğrafyasının etkileyiciliği ile birleşerek, türküler ve danslarla süslenerek çok iyi verilmiş.

Özcan Alper filmle ilgili bir röportajda diyor ki “Sinemada yol filmleri her zaman özel bir yerde duruyor. Daha önceki çektiğim filmlerden biri “Gelecek Uzun Sürer” de bir yol filmiydi. Diğer filmlerim içinde de bir yolculuk ya da çıkılmayan yolculuklar bir şekilde oluyordu hep. Hatta filmlerdeki karakterlerimin uzun yolculuğa çıkma istekleri çok belirgindir. Sevdiğim yol filmlerini sıralamam gerekirse, Wim Wenders’ın “Paris, Texas”ı, Zvayagintsev’nin “Dönüş” filmi, Walter Salles’in “Motosiklet Günlüğü” bence çok başarılı ve çok özel yol filmleri. Solans’ın “Yolculuk” filmi de çok sevdiğim ve başarılı yol filmleri arasında diyebilirim.

Yönetmen zaten gerekli açıklamayı yapmış. Hayat bir yolculuk ve sinema bu yolculuktan kesitler sunan bir sahne, içinde ki hikayeler misal “Sonbahar” filmi gibi kendinizden çok şey bulduğunuz bir hal alabiliyor, bazen kendinizden hiçbir şey bulmasanız da yolculuğun kendisi sizi etkileyebiliyor. Bu film de kendinizden çok şey bulabileceğiniz bir hikaye sunabilir, sunmayabilir de, fakat filmi iyi bir film yapan kendi yolculuğunun bizim yolculuğumuzla olan, hikayesel ve görsel teması.

Filmde hem Neşet Ertaş’a hem Aşık Veysel’e selam veriliyor. Zaten Aşık Heves Ali’nin bu yolculuğunda bu toprakların en güçlü ozanlarına selam verilmemesi düşünülemez. Son sahnede Pir Sultan Abdal’ın “Sultan Suyu” türküsü çalınıyor. Şöyle mükemmel bir yorumunu bırakayım da dinleyin.

Sultan Suyu

Neyse, yazımı burada bitiriyorum. Herkes tam anlamıyla tamamlanan, bütün boşlukları doldurulmuş, öyle acayip diyalogları olan bir şeyler izlemek istiyor olabilir. Hayatınıza dönün bir bakın, bir iki dakika düşünün, muhteşem diyalogları olan, tüm boşlukları anlamlandırılmış, geçmişe dönük boğazınızı düğümleyen, çaresizlikle kabullendiğiniz şeyleri düşünün bu film işte bu, kamerasının sallanması da belki bundan, kusursuz olan bir dünya da değiliz ki, kusursuz ilişkilerimiz, hayatlarımız mevcut değil. Babamızla, annemizle bile kurduğumuz ilişkiler, duygusallıklarımız, içimizin ezilmeleri. Ben iyi anladığımı düşündüğüm bir film izledim. Evet bir “Sonbahar” izlemedim ama o doğduğum coğrafya ile beni şekillendiren hissiyatın filmiydi, bu var olduğum daha geniş ailemin filmi. Belki ortam Netflix olmasa çok daha iyi bir iş çıkardı ama bu kadarı bile başarılı ve izlenesi.

Barış, Eylül 2022

The Small Back Room | Küçük Arka Oda (1949)

The Small Back Room – Küçük Arka Oda, Nigel Balchin’in romanından Michael Powell ve Emeric Pressburger’in senaryolaştırıp aynı zamanda yönettikleri İngiliz yapımı filmdir.

David Farrar, Jack Hawkins, Kathleen Byron, Michael Gough gibi oyuncuların başrolde yer aldıkları film, Powell-Pressburger ekibinin önceki filmleri kadar büyük bir gişe yapamasa da yıllar içinde oluşan genel kanı bu ikilinin en iyi ve en olgun filmleri olduğudur.

The Small Back Room

The Small Back Room – Küçük Arka Oda, ingiltere’de çekilen bir film olsa da Fransızların deyimi ile “film noir” yani Kara film örneklerinden biri olarak kabul görmüştür. Kısaca; kahramanlarını çürümüş ve itici bir dünyanın içine yerleştiren ve anti kahraman tanımını karşılayan karakterlerin var olduğu bir sinemadan bahsediyoruz. Hollywood için kabaca 1940’ların başından 1950’lerin sonuna kadar ki bir süreç içinde suç filmlerini tanımlamak için kullanılması yaygındır. Az ışık, siyah beyaz çekimler ilk dikkat çeken taraflarını oluşturur. İlk kez 1946 yılında Fransız eleştirmen Nino Frank tarafından Hollywood filmleri için kullanılan kara film terimi, zamanında bir türü özellikle yapmak adına yapılmamış, hali hazırda yapılmış olan filmlere sonradan verilen bir isim olmuştur.

“Hayatta yaşamaya değer bir dolu şey varken, sen kendine acımaya devam et!”

Sinemada ki gişe başarısızlığının savaştan sadece 4 yıl sonra, 2. Dünya Savaşı sırasında geçmesine bağlanan filmin konusu kısaca şöyle; Almanlar, İngiltere’ye bubi tuzaklı bombalar atmıştır ve bu bombaların patlaması ile insanlar ölmektedir. Bu bombaları imha görevini üstlenmiş olan Sammy Rice (David Farrar) bir bilim insanıdır ama savaşta kaybettiği bacağının travması sürekli olarak yanında gezmektedir. Alkol problemi ağrılarının acısını dindirmese de unutmasını sağlamaktadır. Bu bombaları imha bakanlığında ki sekreteri Susan (Kathleen Byron) aynı zamanda Sammy’nin sevgilisidir ve onun terapistide olmuş durumdadır.

Başroldeki David Farrar’ın başarılı oyunculuğu film için ilk öne çıkan unsurdur. “Zor, sinir bozucu ama birçok harika an ve hatırayla. Yıldız olmayı yalnız bir iş olarak buldum. Arkadaşım yok. Bu üzücü değil mi?” diyerek kendinden bahseden oyuncu belki de hayata yaklaşım tarzını çok iyi yansıttığı bir rol oynamış durumda. David Farrar’ın performansı filmde ki karakterin kişisel hikâyesini hem daha ilginç hem de daha güçlü hale getiriyor. Kaybettiği bacağının travmasını atlatamayan bir adam olarak ilişkileri de sıkıntılı ve aslına bakarsanız yalnız. Alkol ciddi bir sığınak noktası ve filmde ki bu vurgu, bizim bir eleştiri yapmamıza olanak tanımaz derecede. Öylesine hem oyuncunun oyunculuğu ile hem de yönetmenlerin sahne vurgusu ile net bir şekilde verilmiş ki, evet öyle olması gerektiğine iknayız.

Bu karakterimize rağmen işini yapmaya çalışan bir bilim insanı aynı zamanda. Tehlikeli, ölümle burun buruna gelinen görevlere gitmekten asla terettüt etmiyor. Filmin bir gerilim filmi olarak asıl başarısı işte bu sahnelerde bize yaşatmayı başardığı hissiyat. Bizde karakterle birlikte ölümle burun buruna geliyor ve terliyoruz.

2.Dünya Savaşı ortamı içinde ki Politik ve bürokratik çekişmeler ve iktidar kavgaları ve bu işini yapmaya çalışan bilim adamı veya adamları öyle açık ve net anlatılmış ki, bu insanlarla birlikte bizde aynı duyguları ve çabayı gösteriyoruz.

Farrar’ın oyunculuğu içinde sevdiği kadına verdiği acı ve duyumsadığı vicdan azabı, bununla birlikte hayatta ki çaresizliği bizim içinde aynı duyguları yaşadığımız bir yer oluyor adeta.

Filmin, sonlardaki gerilimi yüksek bölümü özellikle klasikler arasında gösterilebilecek bir sahne. Bubi tuzağının çalışma mantığını keşfetme ve patlayıcıyı etkisiz hâle getirmeye çalışma bölümü sağlam bir gerilim yaratmayı başarıyor.

Mubi Türkiye’de izlediğim The Small Back Room – Küçük Arka Oda, fiziksel olarak tahrip olmuş aynı zamanda da ruhsal olarak ta aynı tahribatı yaşamış bir adamın, her şeye rağmen sorumluluk alarak işini yaptığı ve sevginin iyileştiriciliğine inanmamızı sağladığı basit ama güçlü hikâyesi ve oyunculuğu ile izlenesi bir film. Zaman zaman fazlaca kasvetli ilerlese de asla yabana atılacak bir film değil.

Barış, Eylül 2022

Göster
Gizle